Okurlarımla Sohbet
(İlk Kitaptan Alıntıdır)
Bugün 28 Aralık 1993 kitabımızı yüce Allah’ın lütuflarıyla tamamlamış bulunuyorum. Bugünün bir özelliği daha var ki bunu da siz okurlarımla paylaşmak istiyorum: Bugünden tam otuz yıl önce 28 Aralık 1963 günü sevgili Efendim mürşid-i kâmil Ankaralı Aşık Niyazi Demirörs’e bağlanmış ve İlm-i Ledüne, yani Hakikate, gerçek Allah bilincine ilk adımımı atmıştım.
Her ne kadar nüfus kâğıdımda, 1947 yılının 8 Eylül'ünde dünyaya Müslüman olarak geldiğim yazılı ise de gerçek Müslümanlığın bu kadar basit olmadığını, takliden, hayalen, dayanaksız inançların bizi gerçekten uzakta tuttuğunu bundan tam otuz yıl önce 16 yaşımdayken öğrenmeye başlamıştım. Bu öğretinin nasıl ve ne olduğunu kitabımda açıklamaya çalıştım.
Şimdi 1947 yılında başlayan maddi hayatımdan kısaca bahsedeyim. İlk, orta, lise ve üniversite (İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi) yıllarım İstanbul’da geçti. 1966 yılında üniversite talebesiyken İş Bankasında memur olarak işe başladım. 1986 yılında da ikinci müdürlük seviyesindeyken emekli oldum.
Tekrar mânâ hayatıma dönmek istiyorum. Bugün beni sizlerle birleştiren bu kitabı yazabilmemi sağlayan oluşumun tohumları, otuz yıl önce atılmıştı. 15 yaşında içime bir kor gibi düşen, “Acaba Allah nerde ve nasıl, onu görebilir miyim, ona ulaşabilir miyim?” soruları sinemi zorlamaya başladı. Tabii ilk olarak yapılacak şey eldeki mevcutları araştırmaktı. Önce Kur’an’ın Türkçesini ve hadisleri okudum. Herkes yaz tatilinde diskoteklere giderken ben bu araştırmalara girdim. Namaz kılmayı öğrendim; oruç tuttum, hatta namaz kılmayı öğrenirken yarısında ne yapacağımı unutup kitaba göz atıp devam ettiğimi, şimdi gülümseyerek hatırlıyorum. Piknik yaptığımızda seccademi otların üzerine serer namazımı ihmal etmezdim. Ama bütün bunlar beni bir tatmine götürmedi; hâlâ Allah’ın nasıl ve nerede olduğunu anlayabilmiş değildim. İçimdeki sorular azalacağına artmıştı. Kendimi öyle bir çaresizlik içinde hissediyordum ki bir gece şiddetle şöyle dedim: “Allah’ım eğer varsan bana kendini göster!”
Bu gecenin üzerinden bir kaç gün geçmemişti ki Sevgili Efendim Niyazi Demirörs’ün “Allah Aşkı Herşeyden Üstündür” isimli kitabı elime geçti. Okurken içimde bir şeylerin çözülmeye başladığını, sorularıma bir ışık tutulduğunu hissettim. Kitabın arkasında bir adres vardı ve “Sorularınız varsa mektupla sorabilirsiniz.” deniliyordu. Hemen kendilerine çok uzun bir mektup yazdım. Öyle kalın bir zarf oluşmuştu ki posta kutusuna atmakta zorlandım. Bu mektupta Kur’an’da okuduğum ve bir mânâ veremediğim peygamber kıssalarının niye anlatıldığını? Namaz kıldığım halde, “Müminin miracı namaz olsun” hükmüne uygun hiçbir belirti olmadığını, bunun nedenini? Nasıl bir namazın insanı miraca götürebileceğini? Allah’a bu dünyada varılıp varılamayacağını ? Ve bunlar gibi pek çok soru yönelttim.
Kendileri de bana üşenmeden uzunca bir mektupla cevap verip bütün bu suallerin cevaplarını yazmakla birlikte benim bunları anlıyabilmem için, İlm-i Ledüne vakıf bir mürşit bulmamı, bu ilmi ondan öğrenmemi tavsiye ettiler, ama daha yaşımın küçük olduğunu, ancak liseyi bitirip üniversiteye kaydolduktan sonra, mürit olabileceğimi bildirdiler. Ama bende bekleyecek takat ve sabır kalmamıştı; başka bir şey düşünemez haldeydim.
Bu durumumu, İstanbul’a geldikleri 28 Aralık 1963 gecesi kendilerine aktarıp beni hemen o gece kabul etmeleri için, yalvarınca merhamet edip kabul ettiler ve ben aynı akşam bu dünyayla Allah arasındaki yolculuğuma başladım.
Sevgili Efendim, eğer siz bana bu nurlu yolu göstermeseydiniz, lütfedip beni kabul etmeseydiniz, beni gönlünüze almasaydınız, bana Allah gerçeğini, anlatmasaydınız ben ne yapardım? Nasıl bir yaşamım olurdu?
Herhalde bu dünyadan başka bir dünya tanımadığımdan, bu dünyanın kıstas ve kriterlerine göre amaç edinilen para, mevki, eş, çocuk, aile, başarı, dünya seviyesinde yaşayan kişileri çok sevmek ve onlar tarafından sevilmek, onların gözünde “iyi insan” olmak için, çabalayıp duracaktım. Allah da sık sık aklıma gelir miydi? Herhalde bir şeyler istediğim zaman O’na dua edebilirdim. Belki de aklıma arasıra “Gerçek bir müslüman olabilmek için, önce Allah’ı sonra, Muhammed’i sonra, diğerlerini seveceksiniz.” deniliyor, acaba ben önce Allah’ı mı, yoksa kendimi mi, yoksa önce gönül verdiğim bir insanı mı, yoksa Muhammed’i mi seviyorum? sorusu gelirdi de kendi kendime bir cevap veremediğimi görüp vazgeçerdim.
Ama bu soruyu şimdi kendime sorduğumda tereddütsüz olarak “Evet! Önce Allah’ı sonra, Muhammed’i seviyorum.” diyebilirim, çünkü bunu ispat etmek için, çeşitli sınavlara tâbi oldum ve neticede yetkili kişilerden elime diplomam verildi.
Sevgili Efendim, size minnettarım, yüzlerce, binlerce, trilyonlarca defa teşekkür ediyorum. Sayenizde bu dünyada yaşarken yaşayanın Allah’tan başkası olmadığını gördüm.
Allah’a varmanın, mekânsal bir değişiklikle değil de bilinçsel, idraksal olduğunu, yani Allah’a varmanın gerçeği yaşamak olduğunu öğrendim.
Allah’a varmanın, şeklî ibadetlerle değil, idraksal ibadetlerle ve idraksal mücadelelerle olabileceğini anladım.
Allah’a varmanın, eski idraklarımızı tatmin eden oyuncakları, yani “Ben”i amaç almış oyuncakları bir tarafa bırakmakla olabileceğini kavramakla kalmayıp bu oyuncakları bırakabilmenin kendi başına olamayacağını, çünkü yeni bir hedef olmadan eski hedeflerin bırakılamayacağını idrak ettim.
Bu oyuncakların Allah’ı amaç edinmeyen iyi veya kötü, sevgi veya nefret, ana veya baba, eş veya çocuk, iş veya başarı gibi herşey olabileceğini anladım.
Ve işin en güzel yanının da insanın bütün bu oyuncaklarla oynamaya devam ettiği zannedilirken aslında onlarla değil de Allah ile olduğunun kimse tarafından anlaşılamadığını anladım, yani bugüne kadar maddi hayattan hiçbir kopmuşluğumuz yoktur, ama mânâ olarak onlardan çok uzaktayızdır.
Sevgili Efendim, bizi “Allah’ı, ancak Allah görür.” gerçeğine getirdin. Bizim ayrı bir varlığımızın olmadığını, bizden görenin Allah olduğunu bilincimize bildirdin. Bu bilinci bizde hayata geçirmek için, yoruldun, didindin; bizim için, bizi sınadın; bizim için, bize hizmet ettirdin; bizim için, bizi zorluklara sürdün; bizim için, bizim o anda kaldıramayacağımız şekillere büründün; o güne kadarki imanımızı küfür haline getirdin, yani yok ettin ki yeni ve gerçek iman ve idrak bizde inşa edilebilsin. Yani hiçbir zaman bize göre olmadın, hep kendine göre oldun ki biz sende yok olup seni kabullenelim, sen de bize himmet ve muhabbetini gönderebilesin ve gönlümüze ektiğin Muhammed tohumu, Muhammed’in Allah’ı idrak ediş şekli bizde yeşerebilsin.
Sevgili Efendim, eğer sen muhabbet yağmurları yağdırmasaydın, bu tohumlar yeşerebilir miydi? Şüphesiz hayır. Sen toprağımızı çapalarken çok zorluklar çektik. O anda nimeti fark edemedik, ama bu yola adımımızı atarken sen bize tek şart ileri sürmüştün: “Teslim Ol!” İşte bu bizi inkârdan kurtardı.
Sevgili Efendim, 8 Aralık 1973’de niçin bizi burada bırakıp mânâ alemine göçtün diye çok ağladım. Ne yapacağımı şaşırmış, birden bire karanlıkta kalmıştım, ama sen gene bize yol gösterdin. İcazet verdiğin tek aşık Mehmet İlhami Doğmuş’tan bize göründün, bu ilmi, bu yolu tamamlamamızı temin ettin. Bizi onun gönlüne havale ettin, çünkü bir tek orada istenilen amaç kemâliyle gerçekleşmişti. O’nun zamanında bizi diğer ihvanlarına gerçekleri anlatmakla görevlendirdin. O da bâki aleme göçtü. Bundan sonra, da mânâ aleminden bize seslendin ve “İcazetini kullan, Allah arayıcılarına yol göster.” dedin. Ben senin yardımın olmadan bunu nasıl yapabilirdim. Bugüne kadar bir kadın mürşit bizim yolumuzda yoktu. Nasıl olacaktı? Ama olması gerekiyordu ve oldu da.
Kıymetli okurlarım, sizi sıkmadığımı umarım. Bir anda neler yazmışım. Ama yazacağım çok şeyler de var. En iyisi susayım.
A.Nuray Oktay
28 Aralık 1993
İstanbul