KURAN'LA PARILDAYAN GERÇEKLER 1

Kuran’ın Hakikat, İlm-i Ledün tekniği ile yorumlanmasıdır. İkinci cildde En’am, A’raf, Enfal, Tevbe surelerini içermektedir. Yorumlanma tekniği ve ana kavramları tanıtılan birinci cildin öncelikle okunması yararlanma açısından kesinlikle gereklidir.

Kitaptan Bölümler

Sunuş

Sevgili okurlar elinize aldığınız bu kitap, sizi size anlatmak üzere kaleme alınmıştır, çünkü Kuran sizi size anlatmayı amaçlar. Özünüzü, geçmişinizi, geleceğinizi, varlığınızın mahiyetini, onun işleyiş mekanizmasını ve nasıl oluştuğunu, yani onun kimyasını, bu oluşumun ana sebebini, özetleyecek olursak aslında size, sizin ne olup ne olmadığınızı anlatmaya çalışır. Kuran sizi içinde bulunduğunuz hayal âleminden çıkartıp gerçek âlemi algılamaya davet eder.

Diğer taraftan Vâkıa Suresinin 79.Ayetinde Kuran kastedilerek “O’na arındırılmışlardan başkası dokunamaz”, yani “pis (necis) olanlar dokunmasınlar” buyurulur. Buradaki pislik (arınmamışlık), fiziksel değil, idraksal-ruhsaldır; kötü huyluluk anlamında da değildir. Pis olanlar gerçeği algılamaları engellenmiş, gerçeği algılayamayan, buna kapasitesi olmayanlar demektir.

Bu da bize gösteriyor ki Kuran, gerçeği algılama kapasitesinde olanlara hitap etmektedir. Bu savımızı Yûnus Suresinin 99.Ayeti de destekler: “Eğer Rabb’in dileseydi yeryüzündeki insanların hepsi toptan iman ederdi. Hal böyle iken mümin olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın!”

Şimdi hemen isyankâr bir tavırla “Peki onların ne kabahati var?” diye düşünmeyin, çünkü bu düşünce sizin şartlanmalarınız dolayısıyladır. Bir şeyin gerçeği böyleyse nedeni ve niçini olur mu? Neden bağırsaklarınız veya ayaklarınız gözünüz gibi göremiyor? Bu sorunun cevabı var mıdır? Vücudunuzun kimyası, esası, gerçeği budur da ondan. Allah gerçeği de böyledir. Mühim olan gerçeğin ne olduğunu kavramaktır. Gerçeğin nedeni, niçini olmaz; öyle olduğu için öyledir. İşimize gelse de, gelmese de...

Bizim kabul veya reddimiz gerçeği değiştirmez. Gerçeği algılamanın yolu, onu hayallerle, yani şartlanmalarla değerlendirmeye çalışmayı bir kenara bırakıp onu hiçbir esasa uydurmaya, kıstasa sığdırmaya, kıyaslamaya kalkmadan bildiğimizin tam tersi de olsa anlamaya çalışmaktır:

Kıstas, kıyas olmadan.

Bu nokta çok önemlidir, çünkü herkesin kıstası kendisine göredir. Mühim olan bu kendimize görelerden, çevremize görelerden, ailemize görelerden, eşimize görelerden, dostumuza görelerden kurtulmaktır.

Çırılçıplak olarak çıplak gerçeğe adım atmaktır.

Bundan otuz küsur yıl önce ben de gerçeği aramaya başlamıştım. Yaşım on altı civarındaydı; lisenin ikinci sınıfındaydım. Doğal olarak sorularımın cevabını önce Kuran’ı okuyarak bulmaya çalıştım. Okuduklarımdan anladığım: Bir Allah’ın olduğu, iyilik yapanların cennete, kötülük yapanların cehenneme gideceği şeklindeydi. Bir de pek çok peygamberin çektiği zorluklar, yaşadığı olaylar, yani peygamber hikâyeleri vardı. Namaz kılmayı öğrendim, oruç tuttum; bunların hiçbiri beni tatmin etmedi. Sanki bir şeyler daha olmalıydı ama, bunlar neydi bilemiyordum. Göklere, yıldızlara, dolunaya bakıyor sanki Allah’ı görmek istiyordum, fakat nafile. Allah oralarda yoktu. Diğer taraftan etrafımdakiler de bana “Bu işlere akıl ermez, sen orucunu tut, namazını kıl, Allah mükâfatını verir” diyorlardı. Benim ise mükâfatta filan gözüm yoktu. İlle de Allah’ı görmek, O’na ulaşmak istiyordum. Artık ümidimi kesmek üzereyken “Allah’ım varsan bana kendini göster” diye ta içimden haykırdım.

Bu gelişmeler sırasında annem ile babam ayrı oldukları için pek çok sorun yaşıyordum. “Allah neden bizi bu hale düşürdü? Neden bize yardım etmiyor? Hiç insafı yok mu?” gibi bugün aptalca bulduğum, günümüzde etrafıma baktığımda pek çok kişide gözlemlediğim reaksiyonlar o zamanlar bende de söz konusuydu. Allah’ı sevsem sevemiyordum, Allah’a kızsam kızamıyordum. Muhatabım neredeydi? Herkes gibi “Bir Allah var” deyip işin ucunu bırakmayı istiyor ama, yapamıyordum. İşte olanlar o günlerde oldu ve bir gün karşılaştığım bir grup insanın Allah hakkında konuştuklarında farklı bir yaklaşım içinde olduklarını sezdim ve işte o andan itibaren göğsümün ortasından gırtlağıma doğru şiddetli bir heyecan başladı, adeta beni titreten, mani olamadığım ve tam tarif edemediğim bir his bütün benliğimi sarıp sarmaladı, kalbim hızla atmaya başladı. “Bu bilgileri nereden duydunuz?” diye sorduğumda yaşım küçük olduğundan bana yüz vermediler. O tarihten bir sene sonra, gene aynı kişilerin aracılığıyla Ankaralı Aşık Niyazi Demirörs’ün “Allah Aşkı Her Şeyden Üstündür” adlı kitabı elime geçti. Bu kitaptan anladığım net bir şey yoktu ama, bir şeyler sezinlemiş ve gene aynı heyecanları duymuştum.

Kitabın yazarına yazdığım ilk mektubun 7 Eylül 1963 tarihli cevabında aşağıdaki açıklamalar yapılmıştı:

“Kuran’da dört ilim mevcuttur. Bunlar şeriat, zahiri âlemi tedvir ve tenvir eder; hak ve hukuk temin eder. İkincisi Tarikat bu da insanın içini temizler; insanı maddî, manevî kötü duygulardan uzaklaştırır. Üçüncüsü hakikat, bu da insanların Allah'a vuslat edebilmelerini temin eder. Dördüncüsü marifet olup bu da o kimseden zahir olan duygu ve düşüncelerdir.

Mesela, domuz eti, şarap, hırsızlık, kötü hareketler sizin için haram diye yazan ayetler, ibadet, namaz, oruç ve bunlara benzer amellerin yapılmasını emreden ayetler şeriat ayetleridir.

Allah'ı zikrediniz, birbirinizi ziyaret edip halinizi hatırınızı sorunuz, birbirinize yardım ediniz, gece namazlarınızı kılınız, dünya ile meşgul olmayınız, herkese yardım ediniz diye emreden ayetler, Tarikat bildiren ve öğreten ayetlerdir. Tarikat, daha ziyade zikir demektir ve zikir emreden ayetler Tarikatla ilgilidir.

Hakikat ise ‘müteşebbiha ayetleri’ olup Kuran'da teşbihle anlatılmıştır ki bunların çoğu ilk peygamberlerin kıssaları olarak bize intikal etmişlerdir ve Resûlullah efendimizin şahsı ile ilgili ayetler de bize hakikati bildirirler. Mesela, ‘Ey Habibim! ağacın altında sana el verenler, surette sana amma, hakikatte bana intisap ettiler, onların elleri üzerindeki senin elin değil, benim elimdir’ buyuruyor. Halbuki ağacın altında Resûlullah efendimize intisap ettiler ve onların elleri üzerindeki el de Resûlullah'ın eli idi. İşte bunun gibi birçok ayetler de hakikat ilmini ve yolunu bize bildirirler. Size Kuran'ın şu kısmı hakikat, şu kısmı şeriattır diye kesin bir yer hiçbir zaman söylenemez, çünkü bu ayetler bir sıra takip etmez. Hepsi her surede muhtelif yerlerde vardır. Aslında hepsi de hakikati anlatır.

Şeriat dışyüzü, hakikat içyüzüdür. Dışyüzü ile amel edenler ehl-i Şeriat, içyüzü ile amel edenler ehl-i hakikat olurlar.” Oh, çok şükür yeni bir şey öğrenmiştim, demek ki bilmediğim başka bir ilim daha vardı ve ben de bunu öğrenebilecektim.

Peki kimden? Tabii ki bunu bilen ve tabii ki öğretmeye yetkili kılınmış birisinden. Aşık Niyazi Demirörs hazretleri bu yetkiye sahip birisiydi. Kendisi de bunu bir öğreticiden öğrenmiş ve bir icazet ile başkalarını eğitmeye yetkili kılınmıştı.

Yalnız bir şart vardı ki o da mürşide, öğreticiye tam bir bağlılık, tam bir teslimiyet gerekliliğiydi, çünkü öğreneceğim bilgiler ve yapacağım tatbikatlar o güne kadar bildiğim her şeyden çok farklıydı; adeta onların tam tersiydi.

Ceviz kabuğunu bilirken cevizin içini görecek, hatta onu yiyecektim. “Bu cevizin içi niçin kabuğuna benzemiyor?” demem ne kadar saçma olacaksa, “Bu bilgiler şeriata uymuyor” demem de bir o kadar saçma olacaktı.

Yukarıdaki açıklamalardan sonra aklınıza “Peki, ya böyle bir bilgi gerçekte yoksa?” sorusu takılacak olursa, o zaman şeriattan başka bir ilim daha olduğuna dair hadislere göz atmak yerinde olacaktır. “İlim on kısma ayrıldı ve bunun dokuz kısmı Hz.Ali’ye verilerek geri kalan bir parçası diğer insanlar arasında dağıtıldı.”

“Kuran yedi nüans üzere indirildi. Onun hiçbir harfi yoktur ki bir zahir, bir de bâtın mana taşımasın. Ebu Tâlip’in oğlu Ali’de bu zahir ve bâtına ait ilim mevcuttur.”

“Muhakkak ilimlerden gizli gibi olanları vardır. Onları ancak Allah’ı bilen âlimler anlar” denilmektedir. Peygamberimizin yakınlarından Ebu Hüreyre hazretleri farklı bir ilim daha olduğu konusunda şunları söylüyor: “Resûlullah’tan iki türlü ilim öğrendim. Bunlardan birini sizlere söyledim. İkincisini söylersem beni öldürürsünüz” (bkz. İbn Arabî, Fenâ Risâlesi, s.33; Yıldırım, Beyazid Bestamî, s.40). Hz.Ali’nin sözlerine bakalım:

“Bütün semavi kitaplardaki sırlar Kuran-ı Kerim’de gizlidir, Kuran-ı Kerim’deki sırlar Fâtiha’da gizlidir, Fâtiha’daki sırlar B harfinde gizlidir, B harfindeki sır ise altındaki noktada gizlidir. O nokta da benim” (Nûru’l Arabî, Mısrî Niyâzî Dîvânı Şerhi, s.156).

“Resulullah bana bir sır söyledi kimseye söyleyemedim kör kuyulara anlattım” (Eflâkî, Menkıbeler II, s.66).

“Şu göğsümde saklı duran birçok ilim var. Ah! Onları taşıyacak erler bulabilsem. İstesem sırf Fâtiha Suresinin tefsiriyle yetmiş beygiri yüklerim” (Kuşeyri, Letâifu’lİşaret, Önsöz, 8-9; Sûyûtî, el -Itkan, 2/186).

“Ben görmediğim Allah’a ibadet etmem” (Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, s.12).

Hakikat İlmi ile ilgili diğer hadislere göz atalım: “Beni arayan bulur, bulan arif olur, arif olan aşık olur, aşık olanı ben katlederim, katlettiğimin diyeti alâ (yüce) olur, diyeti alâ olanın da benimle arasında fark kalmaz.” Bu hadis bir başka yerde şöyle ifade edilmiştir: “Beni bilen Beni arar, Beni arayan Beni bulur, Beni bulan Beni sever, Beni seveni Ben de öldürür ve sonra da dili Ben olurum.”

“Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrım.” “Beni ne semam, ne de arzım içine alamadı da mümin kulumun gönlü içine aldı.” “Beni gören Hakk’ı görür.”

“Ölmeden evvel ölünüz.”

“Nefsini bilen Rabb’ini bilir.”

Seyyid Muhammed Nûru’l Arabî hazretlerinin “Mısrî Niyâzî Dîvânı Şerhinde anlatmış oldukları bir hikâyeyi de nakledelim:

“Bir gün Hz.Muhammed Cebrail’e sorar:

-Bu ayetleri nereden alıyorsun?

-Bir yeşil perdenin ardından alıyorum.

-Bu sefer kaldır bak bakalım ne var o perdenin arkasında.

Cebrail bir sonraki gelişinde şöyle söyler: -Perdeyi kaldırdım, bütün ayetleri senin nuraniyetinden alıp cismaniyetine getiriyormuşum” (s.172).

Biraz da Mevlâna ve Yunus’a göz atalım:

Mevlâna: “Eğer İlim ve Hakikat şehrine girmek istiyorsan orada Ali’yi bulacağına göre Ali sıfatlı bir ermiş mürşidin (öğretici) kapısına koş” (Günaydın Gazetesi, 3.12.1994, s.16).

“Kâbe Kâbe olalı Allah bir kere oraya girmedi benim gönlümden ise bir an bile çıkmadı.”

“Küfür iman, iman küfür olmadan kalenderlik halleri düzene girmez; mescitle minare yıkılmadan bir kişi hakkıyla müslüman olmuş olmaz” (Sevük, Rubailer, s.113).

“Gözümüze bak da Hakk’ın cemâlini gör, çünkü bu gerçeğin kendisi ve katıksız bilginin ışığıdır. Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder. Sakın bu sırrı açıklama kanını dökerler” (Öztürk, Mevlâna ve İnsan, s.69).

Yunus Divanına bakalım:

“Ezelden benim fikrim ‘Ene’l Hak’ idi zikrim.

Henüz daha doğmadan ol Mansur-i Bağdadi” (s.137).

“Gel ey kardaş Hakk’ı bulayım dersen Bir kâmil mürşide varmasan olmaz. Resûl’ün cemâlini göreyim dersen Bir kâmil mürşide varmasan olmaz” (s.300).

Sanırım yukarıdaki bilgilerin ışığında Hz.Muhammed’in herkese değil, sadece istidadı olan bazı kişilere açıkladığı bir ilmin daha var olduğu, fakat bundan sizin haberinizin olmadığı konusunda ikna oldunuz.

“İnsanlara anlayışlarına göre konuşunuz” diye buyuran Peygamberimiz, gerçeğin doğası gereği İlm-i Ledünü (Hakikat) herkese anlatamamıştır. Aynı sizin kendi fikirlerinizi ve yaşam görüşünüzü anlayamayacağından dolayı çocuğunuza aktaramayacağınız gibi. Aynı ilkokul çocuğuna kavrayamayacağından dolayı üniversite bilgilerinin aktarılamayacağı gibi. Bir çocuğa gerçek dünyayı anlatmayı başarabilecek bir anne baba var mıdır? Tabii ki yoktur; ona her zaman büyüklerin dünyasının gerçekleriyle değil, onun kendi dünyasının gerçekleriyle, yani onun kendi oyuncaklarıyla hitap etmek gerekir.

Hz.Muhammed belli sayıda kişiye (Hz.Ali, Hz.Ebu Bekir, Hz.Ömer, Hz.Osman, Selman-ı Fârisî, Ebu Hüreyre, vb.) bu gerçekleri aktarabilmişti, çünkü sadece gerçeği anlama yetisi onlarda bulunmaktaydı. Hz.Muhammed’in Allah gerçeğini dışyüzü ile (Şeriat) anlattığı insanlar arasında az da olsa merak edip soru soran, araştıran kişiler de vardı. Bunlar Hakikati öğrenme şansına kavuşurken pek çok kişi de Peygamberimizi reddetmişti. İşte bu gerçeği algılamaktan tamamen yoksun olanlar necis (pis) olanlardı.

İnkâr edenlerin inkârı, gerçeği değiştirmez; gerçek gerçektir. Sizin eliniz, ayağınız sizi inkâr etse ve “Ben kendim tutuyorum, kendim yürüyorum” diye düşünse, bu sizin tuttuğunuz ve sizin yürüdüğünüz gerçeğini değiştirir mi? Tabii ki hayır. İşte Allah’ı inkâr edenin hali de böyledir. Allah, inkârına rağmen inkâr edeni yönetmeye devam eder.

Bu kitap size bugüne kadar dışyüzüyle okuduğunuz Kuran’ın bir de içyüzü olduğunu anlatmak için kaleme alındı.

Yalnız önemle belirtmek istediğim bir konu var: Sakın bir Hakikat İlmi var diye Şeriat kanunlarını, hükümlerini inkâr ettiğimiz anlamı çıkartılmasın. Şeriat hükümleri aynen geçerlidir ve hükmünü icra eder. Ayrıca herkesin Hakikat İlmini anlaması ve öğrenmesi lazım diye bir kural da yoktur. Cennete girmek için sadece Şeriat İlmine, Allah’a varmak, gerçeği algılamak için de Hakikat İlmine gerek vardır.

İster Şeriat, ister Hakikat İlmi öğrenilsin herkes yerli yerindedir. Yerli yerinde deyince çoğunluğun bildiği İstanbul’da türbesi olan Merkez Efendi ile ilgili bir hikâyeyi anlatayım: Bir mürşidin üç müridi varmış. Mürşit birinci müride sormuş: -Sen Allah olsan ne yaparsın?

-Hırsızları, dolandırıcıları ortadan kaldırırım. Diğer müride de aynı soruyu sormuş: -Kâfirleri, imansızları ortadan kaldırırım. Sıra üçüncüye gelmiş. O da şöyle demiş: -Ben her şeyi merkezinde olduğu gibi bırakırım. Allah isteseydi kâfirleri de, hırsızları da yok ederdi, demek ki yok etmek istemiyor.

İşte “her şeyi merkezinde bırakırım” diyen mürit, bugün herkesin türbesini ziyaret ettiği “Merkez Efendi”dir ve bu lâkabı bu cevabından dolayı almıştır.

Evet, her şey yerli yerindedir. Herkes kendi kapasitesine uygun bir yaşamda, uygun bir inançta, uygun bir idraktedir.

O halde ben niye bu kitabı yazıyorum veya bu tür kitaplar neden yazılıyor?

Bu kitaplar, hem bu kitaptakileri idrak edebilecek olanlar, yani gerçeği bilenler, hem de henüz kapasitesinin farkında olmayanlar, yani gerçeği algılayabileceğinin farkına varmamış olanlar için yazılıyor. Aynı tıp kitaplarının doktorlar ve doktor adayları için yazıldığı gibi.

Bu nedenle bu kitapta yazılanları her konuda olduğu gibi kabul edenler de, etmeyenler de olacaktır. Bu da yerli yerindedir, işin doğası budur.

Şeriatla hakikat arasında bir bağ kurmak için bir misal verelim:

Perdelemek, gizlemek gibi kavramlar, hem penceredeki perde ile evin içini gizlemek gibi somut, hem de bazı bilinenleri açıklamamak gibi soyut anlamlarda kullanılır. Bu bağlamda somut hale Şeriat, soyut hale Hakikat diyebiliriz. Dikkatlice düşünecek olursanız, gizlemek kavramı önce soyut olarak vardır, somut bir perde fikri ancak daha sonra gelişir ve bezden bir perde yapılır. İşte Hakikat Şeriata, yani soyut somuta dönüşmüştür. Bundan sonra perdenin nasıl açılacağı ve nasıl kapanacağı şekle bağlanacaktır (Şeriat kuralları).

Her nesnenin bir gerçeği, bir yansıması vardır. Bir oturma ünitesinin, mesela bir sandalyenin, ardından da bir koltuğun nasıl ortaya çıktığına bakalım: En başta rahat etmek kavramı (soyut) ortaya çıkar, ardından rahatlık için bir yükseklik (somut), yani en dengeli oturma rahatlığını sağlayacak olan dört bacak, bir oturma yeri ve yaslanacak bir arkalık fikri gelişir. Böylece insanın rahat oturması için ilkin sandalye, daha rahat oturması için de ardından koltuk kavramları ve metaları gelişir. Bu işlemde soyut-somut alış verişleri söz konusudur.

İnsan vücuduna bakalım. Çeşitli organlar söz konusu: El tutar, ayak yürür, göz görür. O zaman size soralım: Eliniz mi tutuyor, yoksa siz mi? Gözünüz mü görüyor, yoksa siz mi? Siz tutuyorsunuz sizin elinizle.

Siz görüyorsunuz sizin gözünüzle. Dıştan baktığınızdaysa el ve göz bu işleri kendileri yapıyor gibi görünürler. Peki küçük bir çocukken bu durumun farkında mıydınız? Pek tabii ki hayır. Bütün işleri el, ayak ve gözün kendi başına yaptığını zannediyordunuz. Gerçek ise sizin beyin merkezlerinizin bu organları yönettiğidir. Bu yönetimin beyin tarafından gerçekleştirildiğini bilirseniz gerçeğe bilinçlisiniz, eğer organlar yapıyor diye biliyorsanız hayalde ve yanlıştasınız demektir.

İşte biz de doğduğumuzda işin dışyüzüne gözümüzü açarız, yani şeriata. İşin hakikatini anlamak istiyorsak o zaman elin, kolun ve gözün beyin ile idare edildiği bilincine ulaşmamız gerekir. Aslında bu konuda bilinçlensek de, bilinçlenmesek de gene organlar beyin tarafından yönetilirler ve bu gerçek değişmez (realite). İnsanlar da kendilerine ait bir varlıkları var diye düşünürler, bu nedenle de aynı elin “Ben tutuyorum, ben yapıyorum” demesi gibi hayal içindedirler. Gerçekteyse Allah’ın vücudundaki bir organ hükmündedirler. Allah, çeşitli beyin merkezleriyle organları idare eder, organlar da sadece kendilerine verilen emirleri yerine getirir; organ hükmünde olan bizler ister farkına varalım, ister varmayalım...

Diğer taraftan düşünelim: El ve ayak bu gerçeği bilmeli mi, yoksa yalnızca kendilerine verilen görevleri ifa mı etmeli? Kuşkusuz görevleri ifa etmeli. Zira bilmesi gerekenler beyin merkezleridir ve biliş beyinle mümkündür. Yukarıdaki insan vücudundan verdiğimiz örnekte olduğu gibi herkesin gerçeği bilmesi gerekmemektedir. Her şey olması gerektiği gibidir. O zaman Kuran neden inmiştir? Peygamberler niye gelmişlerdir?

Sadece gerçeği bilmesi gerekenleri ortaya çıkartmak, yani onların oluşumunu sağlamak için.

Gerçeği algılama da seviye seviyedir . Kimisi kendine ait bir varlığı varsa da bunu yaratanın Allah olduğuna inanır ve emirleri uygular (Şeriat düzeyinde algılama). Kimisiyse gerçeğin iyice farkındadır ve varlığının tek bir varlığın çeşitli görünümlerinden birisi (herhangi bir organ gibi) olduğuna inanır, yani varlığının Allah’ın varlığından bağımsız bir varlık olmadığını anlamıştır (Gerçek-Hakikat düzeyinde algılama).

Gerçeği tam olarak algılamak için, daha önce algılamış birisinin yardımına ihtiyaç vardır. Bu kişi, Peygamberimizin az kişiye bildirmiş olduğu gerçekleri bilen ve yaşayan yetkili birisi olmalıdır.

İşte Allah gerçeğine varanlar bu yoldan varmışlardır. Seyyid Muhammed Nûru’l Arabî, Abdülkadir Geylânî, Hacı Bayram-ı Veli, Hallâc-ı Mansûr, Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre Hazretleri sadece Şeriat bilgileriyle değil, aynı zamanda bir başka evliyadan öğrendikleri Hakikat bilgisi olan İlm-i Ledün sayesinde bu seviyelere ulaşmışlardır. Oysa çoğunluk onların kendi kendilerine, nasıl olduğu meçhul bir şekilde “erdiğini” zanneder.

Gerçeği herkes algılayamadığından bir kısım Hakikat mensubu linç edilmiştir. Nesîmî, Hallâc-ı Mansûr, Şems-i Tebrizî bunlar arasındadır. Hakikatin herkes tarafından bilinmemesinin nedeni de işte böyle tepkilerle karşılaşmamak içindir.

Halbuki Hallâc-ı Mansûr “Ben Hakk’ım” dediği zaman “Ben yokum, Allah var” demek istemiştir. Varlığında hüküm sürenin Allah olduğunu ifade etmiştir.

Hallâc-ı Mansûr, “Ene’l Hak (Ben Hakk’ım)” dediği günlerde, rüyasında Peygamberimizi görür ve O’ndan “Sen benim Şeriat duvarımda bir delik açtın, bunu başınla ödeyeceksin” hitabını işitir ve bir süre sonra başı kesilerek öldürülür (Aşık Niyazi Hazretlerinin sohbetlerinden).

Evet, pek çok evliya gerçekleri anlatmıştır ama, üstü kapalı veya rumuzla aktarmaya çalışmıştır. Biraz açıklasa da hemen ardından örtmüştür. Nitekim Mevlâna “Asıl söylemek istediklerim söyleyemediklerimdir” demiştir.

Geçmişte ve günümüzde pek çok âlim Kuran’ı çeşitli seviyelerden yorumlamışlardır. Hepsine saygılıyım. Şeriat ve Hakikat düzeyindeki yorumlamalarına aynen katıldığımı belirtmek istiyorum. Kuran’ın dışyüzü, yani okunduğu şekliyle konulan kurallar aynen geçerlidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bizim yapmak istediğimiz onları yermek veya Kuran’ın dışyüzünün lüzumsuzluğunu ifade etmek değil, bir de içyüzünün olduğunu gösterebilmektir.

Okurlarıma kitabın yazılış sistemine ait bir ayrıntıdan da söz etmek istiyorum.

Zaman zaman aynı konuyu içeren surelerin yorumu farklı yapılmış olabilir. Bu durum aynı konunun birkaç şekilde yorumlanabilme özelliğinden dolayıdır. Çelişki boyutunda bir yorumlama farkı olmamasına özellikle dikkat gösterilmiştir. İşe başlarken âlemlere rahmet olan, varlığıyla var olduğumuz yücelerin yücesi PEYGAMBERİMİZ, EFENDİMİZ Hz.MUHAMMED MUSTAFA’dan izin ve yardım almak için O’na yöneldim ve yalvardım ve yalvarmaya devam etmekteyim. Yüz sene önce Hakikat İlminin günümüz koşullarına göre anlatımını ve eğitimini sağlayan Üçüncü Devre Melâmiliğin kurucusu, Müceddid-i Din, Gavs-ül Azam, Pîrîmiz Seyyid Muhammed Nûru’l Arabî Hazretlerinden yardım istedim ve istemeye devam etmekteyim.

Bana Kuran’ı yorumlamamı ruhaniyetleriyle emreden Mürşidim, İnsan-ı Kâmil Ankaralı Aşık Niyazi Demirörs Hazretlerinin emrini yerine getirmek için bu çabaya giriştim, O’ndan yardım istedim ve istemekteyim.

Kuran üzerine bir kitap yazmak herhangi bir kitap yazmaya benzemiyor; çok hassas davranmak gerekiyor. Tüm gayrete rağmen yanlışlarım olduysa her türlü hata için, Âlemlerin Nuru ve Ruhu olan Resûlullah Efendimizden, Hz.Pîr’den, Efendim Aşık Niyazi hazretlerinden özür diliyor ve bizi gönüllerinden çıkartmamaları ümidiyle huzurlarında saygıyla eğiliyorum.

İnanıyorum ki peygamberimizin kapısında kul olan, O’ndan yardım dileyen, O’nun namına ancak O’nun bir neferi olarak görev yapmak isteyen bu aşık, O kapıdan boş dönmeyecektir.

A.NURAY OKTAY
8 Aralık 1995
İstanbul