ANKARALI AŞIK NİYAZİ DEMİRÖRS'ÜN AŞKINDAKİ ALLAH GERÇEĞİ

Eğer; Allah gerçeği nedir, Allah'a ulaşmak mümkün müdür? Geçmişte Yunus, Mevlâna, Allah'a nasıl varmışlar ve neden onların benzerleri günümüzde bulunmuyor? Tekâmül nedir, nasıl gerçekleşir? Bu dünyaya neden geldim? Gibi sorularınız varsa, bu kitap size; Allah gerçeğini ve O'na kendi benliğinizde nasıl varabileceğinizi, Yunus ve Mevlâna'nın 'HAKİKAT' ilmi sayesinde Allah'a varabildiklerini ve bu ilmin neden herkes tarafından bilinmediğini, Tekâmülün Allah gerçeğini idrak ile sonuçlanabileceğini, hangi yoldan Allah'tan geldiğimizi ve hangi yoldan o'na dönebileceğimizi, Bu dünyaya bazı kişilerin ahiret (Cennet, Cehennem), bazı kişilerinse Allah'a geri dönüşü tamamlamak üzere geldiklerini, doyasıya anlatacaktır

Kitabı Oku

SUNUŞ VE TANITIM

HAYATI:

2 Ocak 1927'de Ankara'da dünyayı şereflendiren Aşık Niyazi Hazretleri, ilk, orta ve lise tahsillerini Ankara'da tamamlayarak önce askerlik görevi için, 1951 senesindeyse asaleten ordu mensubu olmuş, yüzbaşı rütbesine kadar yükselmiştir. Geçirdiği kalp rahatsızlığı sonucu, ordudan malûlen emekli olan Aşık Niyazi Hazretleri, Milli Savunma Bakanlığında sivil olarak görevini sürdürerek oradan emekli olmuştur. Kadriye Hanımla olan evliliğinden Handan, Ahmet, Ömer Ulvi adlarında üç çocuğu dünyaya gelmiş, 8 Aralık 1973 tarihindeyse kalp rahatsızlığı sonucu bizleri tarifsiz acılara gark ederek sonsuzluk âlemine göç etmişlerdir. Bu göç, her ne kadar bizim gözümüzden cisim olarak kaybolmasıyla gerçekleşmiş gibi görünse de, Aşık Niyazi Hazretlerinin öte âleme asıl göçü, 1956 yılının aralık ayında Efendisi YOZGATLI ULVİ DURAK ERDENİLGEN HAZRETLERİ ile karşılaşıp ona biat etmesiyle başlamış ve Tevhit İlmi öğrenimi sonunda icazetini almasıyla son bulmuştur, çünkü Tevhit (İlm-i Ledün), kişileri daha dünyada yaşarken Allah'a döndürmekle, onları zaten bu dünyadan göç ettirmektedir.

Evet, Aşık Niyazi Hazretleri, 1956 yılında 29 yaşında Tevhid İlmi öğrenimine adım atarak mana âlemine doğmuş, madde âlemini terk etmiştir. Bundan sonraki yaşamı, cisim görüntüsü altında mana âleminde devam etmiştir. Gözden kaybolan, cismidir, ruhu mana âleminin doruklarında ilelebed yaşayacaktır.

Aşık Niyazi Hazretleri 1956'da başladıkları mana yolculuğunu, iki sene gibi kısa bir zamanda tamamlayarak Ulvi Durak Erdenilgen Hazretlerinin vefatından sonra 1958 yılında mürşitlik görevini üstlenmiş, 8 Aralık 1973 tarihine kadar da pek çok talebesi olmuştur. Yaklaşık otuz beş kişi olan talebelerinin çoğunluğu Ankara ve İstanbul'daydı. Vefatından önce, yalnız bir tek kişiye, ilk talebelerinden olan ÇORUMLU MEHMET İLHAMİ DOĞMUŞ HAZRETLERİne verdiği icazet ile mürşitlik yetkisi vermiştir.

Aşık Niyazi Hazretleri Üçüncü Devre Melâmiliği kuran SEYYİD MUHAMMED NURÜL ARABİ HAZRETLERİnin getirdiği kurallarla bizleri eğitmiştir.


ESERLERİ:

Aşık Niyazi Hazretleri tasavvuf âlemine

"ALLAH AŞKI HER ŞEYDEN ÜSTÜNDÜR" (1962)

"ARANILAN SEVGİLİ (Hazret-i Mevlâna Şems-i Tebrizî Hazretlerini Şam'da Niçin Aradı?)"(1965)

"KÂBE YOLU AŞK YOLUDUR"(1969)

isimli üç eser kazandırmıştır.


"ALLAH AŞKI HER ŞEYDEN ÜSTÜNDÜR"

"Allah Aşkı Her şeyden Üstündür" isimli eser şu ana başlıklarla incelenebilir:

· Tevhit İlminin (İlm-i Ledün, Hakikat ilmi) Melâmi Mesleğinde öğrenim ve yaşanma tarzı ve Melâmilik hakkında bilgiler.

· Tevhit İlmi ile ilgili sohbet ve fikirleri.

· Kendisine ait olan şiirler (Dîvan).


MESLEK-İ MELÂMİYE VE TEVHİT İLMİ NEDİR?

Gerek "Melâmilik", gerekse "Tevhit İlmi" Peygamberimizden bize naklen gelen iki kavramdır. "Tevhit İlmi", kişinin bu dünyada yaşarken Allah'a kendi benliğinde kavuşması için, öğrenmesi ve yaşaması gereken bir ilimdir. "Melâmilik" ise bu ilmin öğretiliş ve yaşatılış biçimidir. Melâmilik bir tarikat değildir. Aşık Niyazi Hazretleri, Melâmiliğin tarikat olmadığını bakın nasıl açıklıyor:

"Hakikat, arzu edilenin kendisi olduğu, yani gayeye giden yol olmayıp, gayenin kendisi bulunduğundan tarikat değildir, bundan dolayı Meslek-i Muhammediye, Meslek-i Melâmiye gibi isimler verilmiştir." (s. 26)

Melâmiler özel giyim, tören gibi şeylere rağbet etmezler, günlük yaşam ne icap ettiriyorsa o şekilde giyinir ve davranırlar. Dış görünüşe bağlı hiçbir ayrıcalıkları yoktur. Bir Melâmide Allah kavramına bakış açısından başka, onu diğer kişilerden ayıracak hiçbir dış özellik görülmez. Değişiklik, sadece bilinç ve gönül düzeyinde gerçekleşmektedir.

Aşık Niyazi Hazretleri Melâmiler hakkında şunları söylemekte:

"Melâmiler, insanlardan uzak veya süfli bir hayat yaşayarak onun bunun kötülemesine kendilerini hedef tutmazlar ve bu şekilde bir hareketi dahi kendileri için benlik sayarlar. Onlar zamanlarının ve devirlerinin her türlü ahkâm, nizam ve içtimaî durumuna uyarak ve uygun yaşayarak halk ile Hakk'ı tevhid ederler. Cenab-ı Hakk'ın kendilerine lûtfettiği her türlü nimetlerden kendilerine lüzumu kadarından istifade ederler. Onlar cemiyet içerisinde yaşarlar, bir aileye ve bir yuvaya sahiptirler." (s. 34)

Büyük alim Muhiddin Arabî Hazretleri de "Fütûhat-ı Mekkiye" isimli eserinde Melâmiler hakkında şunları söylemektedir:

"Bu gibi kişiler, Allah yolunun efendileri ve önderleridir. Bütün âlemin tek Efendisi bunların arasındadır. İşte o büyük Efendi de Resûlullah Muhammed (Sallalahu Aleyhi Vessellem) Efendimiz'dir." (s. 191)

"Melâmiler, velâyetin en üst basamaklarına varan kişilerdir ki bunların üstünde ancak nübüvvet basamağı bulunur. Buna velâyette Kurbiyyet (yakınlık) makamı derler." (s. 71)

"Bunlar, halkın gözünden saklıdırlar, halkın elinde bu gibilere yarayacak hizmet veya bunlara tahsis edilecek bir makam yoktur. Onlar Hak teâlânın kuzularıdır. Peygamberlerin bulunduğu sahada yemek yerler. Ve bunlar Peygamberlerin alimleridir, tabileridir, onlara bağlıdırlar, onların çarşısının yegâne müşterisidirler." (s. 74)


SEYYİD MUHAMMED NUR VE MELÂMİLİK


Geçtiğimiz yüzyılın icaplarına göre Melâmiliği düzenleyen ve Üçüncü Devre Melâmiliğin kurucusu ve Pîri olan SEYYİD MUHAMMED NUR HAZRETLERİ, 1813 (1228) yılında Mısır'da doğmuştur. Pek çok tarikatta eğitim görüp icazet almış, Rumeli'ye geldikten sonra, 21 yaşında Koçana'ya müderris tayin edilmiştir. Son olarak Nakşibendi şeyhi Trabzonlu Şeyh Mustafa Efendiden icazet almış ve irşatla görevlendirilmiştir.

Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin Peygamberimiz tarafından din yenileyicisi (müceddid-i din) görevine getirilmesi ise şu aşamalarla gerçekleşmiştir:

1840 (1255) yılında rüyasında Tevhit İlminin ilk üç makamı olan Yokluk Makamları (Tevhid-i Ef'al, Tevhid-i Sıfat ve Tevhid-i Zat), 1844 (1259) yılında uyanıkken ibadet esnasında Tevhit İlminin sonraki üç makamı olan Varlık Makamları (Makam-ı Cem, Makam-ı Hazret-ül Cem ve Makam-ı Cem-ül Cem), hac dönüşünde Yenbu'da rüyasında son makam olan Ahadiyet-ül Cem Makamı bizzat Hz.Muhammed tarafından kendisine telkin edilmiş ve 1851 (1267) yılında da irşatla görevlendirilmiştir. Bu tarihten itibaren Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, Tevhit İlmini yeni bir yöntemle anlatmaya, Tevhit makamlarını kendisine bildirilen şekliyle telkin etmeye başlamıştır. Tevhit makamlarının ifadeleri bugünkü öğretimde de kullanılmaktadır. 1871 (1287) yılında Tikveş'te bulunduğu bir sırada rüyasında kendisine GAVSlık görevi yine Hz.Muhammed tarafından verilmiştir. Gavs her devirde Hz.Muhammed'i temsil eden en üst derecedeki insan-ı kâmil demektir. Bu görevi aldıktan sonra tüm Melâmileri kendi usullerini uygulamaya çağırmış, Hamzavî Melâmileri denilen bir grup dışındaki tüm Melâmiler, kendisine tâbî olmuşlar ve din yenileyicisi olduğunu kabul etmişlerdir. Hazret-i Pîr, 52 eser kaleme alıp pek çok da talebe yetiştirdikten sonra, Istrumça'da 1887 (1305) yılında sonsuz âleme göçmüştür.

Seyyid Muhammed Nur Hazretleri, şu değişiklikleri gerçekleştirmiştir:


· Tevhit İlminin tahsili sırasında o güne kadar tatbik edilmekte olan toplu ve kişisel yapılan çeşitli ve adetli zikirleri ve fazla ibadetleri kaldırmıştır.

·Günde beş vakit kılınması gereken namazın herhangi birisi kılınamadığı taktirde aynı gün kazası yapılabileceğini belirtmiş, herhangi bir sebeple aynı gün kılınamayan namazların daha sonra kaza edilmesine lüzum görmemiştir.

·O güne kadar Tevhit İlminin yaşanmasına alâmet sayılan kerameti (kişiden meydana gelen olağanüstü olaylar) yasaklamış ve kendisiyle özdeşleşen şu ifadeyi kullanmıştır:"Keramet-i Kevniye devri geçmiştir, Keramet-i İlmiye devri başlamıştır."

Bu yeniliklerle Tevhit İlminin yaşanmasına etkisi olmayacak faktörleri ayıklamıştır.Asıl keramet, Tevhit İlminin kişinin bilincinde yaptığı değişimlerdir.Olağanüstü olan şey budur. Bilinen paranormal olaylar, dinle ilgili olmayanlardan da şaşırtıcı boyutlarda meydana gelmektedir. Eskiden zikir ve inziva olduğundan evliyadan kerametler meydana geliyordu.Bu tip kerametler, o kişinin Allah'a vardığını değil, beyin güçlerinin açığa çıktığını gösterir.

"Mücedded-i din"konusunda Aşık Niyazi Hazretleri şöyle söylüyor:


"Bir gün Resûl-u Ekrem Efendimize '-Yâ Resûlullah, sizden sonra İslâmiyet dini de diğer dinler gibi bir değişikliğe uğramaz mı? Onu da yanlış istikamet ve cephelere götürmek isteyenler bulunmaz mı?'diye sorulunca Resûl-u Ekrem Efendimiz:'- Evet'buyurmuşlar,'fakat bizden sonra onu Cenab-ı Hak koruyacak ve aslını aynen muhafaza etmesi için de her yüz senede bir mücedded-i din göndereceklerdir'gerçeğini ortaya koymuşlardır. Eğer bugün dinimiz, aslını aynen muhafaza ediyorsa, hiç şüphesiz ki Cenab-ı Hakk'ın lûtfuna nail olmuş o muhterem insanlara, Allah'ın dostlarına medyunuz. İşte bu muhterem zatlar gelmişler ve sırayla kendilerine tevdi edilen vazifeleri, lâyıkı ile ifa ederek bizlere ve dinimize hizmet etmişlerdir. Onların hepsinin de yolları bir, sözleri aynı, hedefleri müşterek, hareketleri ve gayeleri hayırlı kimselerdir. Onların bizler için ayrı gibi gözüken tarafları, zaman ve mekânlarının değişik olmasından ileri gelip bizlere tebliğ etmek ve öğretmek istedikleri esas bakımından hiçbir ayrılık yoktur, fakat şu var ki her şahsın bir devri ve bir zamanı vardır.

İşte bu şahısların zamanından uzaklaştıkça, evvelce kendilerinin bizlere öğretmek ve anlatmak istedikleri esaslar da kaybolmaya başlamış ve dolayısı ile Cenab-ı Hakk'ın 'Her yüz senede bir, bir müceddid-i din gelecektir'fermanı gerçekleşmiştir. Bu gelen muhterem büyüklerimiz, dinimizin ibadet ve amel tarzlarında bir değişiklik emretmedikleri gibi, noksanları tamamlamışlar, fazlalıkları da kaldırarak zamanın, kültürün, insanların ve bulunduğu muhitin durumuna göre de Hakikat prensiplerini, bizlere açıklamışlardır.

Müceddid-i din olan bu muhterem büyüklerimizden hangisi bir diğerinin yaptığını yapmamış, hangisi bir diğerinin söylediğini söylememiş ve hangisi aynı hakikati bize anlatmamışlardır?" (s.15)


DİN VE FELSEFE


Aşık Niyazi Hazretleri din ve Allah kavramının felsefeyle irdelenmesine karşıdır. Felsefecilerin buna yetkili ve yeterli olmadığını, aksine birinin yaptığını, diğerinin bozduğunu ve gerçeklerin çarpıtıldığını şöyle ifade etmektedir:


"Din ve Allah felsefe ile ve akılla lâyıkı ile kavranamaz ve akıl onu idrakten âciz olduğu için, felsefeciler bu sahada her asırda bir başka faraziye ortaya atarlar ve kendilerinden sonra gelenler de onu bozup başka bir doktrin ileri sürerek zamanlarını öldürmek ve birbirleri ile mücadele etmekten ileri geçememişlerdir.

Dini ve Allah'ı bizlere en güzel şekilde anlatan ve tanıtan Resûlullah Efendimizin yolunda, kuruluşundan bugüne kadar en ufak bir anlayış ve idrak değişikliği olmadığı gibi, mücadele de mevzubahis olmamıştır. İşte bunun en güzel örneği, tasavvuf yolunun duyuş, görüş ve yaşayış esaslarına dayanan, daha bu âlemde yaşarken Allah'a kavuşma gerçeğine ve zevkine ulaştıran müsbet ve ilmî hareket tarzıdır.

Bir çok felsefî yolların, subjektif olarak dahi varamadıkları ve vâsıl olamadıkları Allah'a, tasavvuf yolunun salikleri, İslâmiyetin ilk gününden itibaren hem subjektif, hem de objektif olarak vâsıl olmuşlar ve bundan dolayı da bu âlemde iken Allah'a kavuşmanın zevkine erişmişlerdir. Felsefe bundan mahrumdur, çünkü hedefi ve nereye gitmek istediği malûm değildir. Hedefsiz olarak hareket eden bu kimseler, önlerine çıkan her yola dalmakta ve aldandıklarını görerek daima geri dönmektedirler. Felsefe bugün başladığı yerden bir adım ileriye gidememiş ve en basit bir meseleyi dahi bozulmayacak bir şekilde halledememiştir. Çünkü felsefe akıl işidir, aklın marifeti ise ancak görünen şeylere ve eşyaya hüküm vermeye yarar. Bu ise bir kayıttır. Kaydı, yani mukayyedi tasarruf etmeğe yarayan, hatta âciz olan bir akılla, mutlak ve lâkayıt (kayıtsız) olan Allah'ın varlığını ispat etmek ve kavramak elbette mümkün değildir. Bugüne kadar da bunda muvaffak olamamışlardır.

Akıl yolu ile gerçeği ispat etmeye çalışan felsefecilerle İslâmiyetin ilk gününden itibaren Allah'ın varlığına ulaşan ve lezzetini duyan tasavvuf ehlinin birbirine karıştırılmamasını ve tasavvuf ehline dinin felsefesini yapanlar gözüyle bakılmamasını, bu düşüncenin yanlış ve hatalı olduğunu bir kere daha hatırlatırım.

Tasavvufun gayesi, Resûlullah Efendimizin gösterdiği yoldan giderek, Allah'a ulaşmak ve iki cihanda da Cenab-ı Hakk'ın lûtuf ve ihsanından faydalanıp, lezzetine ermek ve arzu edenlere aynı duygu ve düşünceyi vererek Cenab-ı Hakk'ın varlığını ispat etmektir.

Felsefe ise gayesiz bir akıl yolu olup, hedefini ve takip edeceği yolu bilmeyen ve daima kendisinden evvel gelenin faraziyelerini kökünden silip kaldıran ve mensuplarını küçük düşürmekten başka bir işe yaramayan, asırlardır başladığı yerde sayan, duygu ve zevkten mahrum, semeresini görememiş bir çalışma şeklidir. Bu sahada yazılmış felsefî kitapları okuyanlar, tahsil edenler ve bu bilgilerin önderliğini yapan felsefeciler bir an için tefekkür imkânını bulabilirlerse, sözlerimizin doğruluğunu kendileri de takdir ederler."(s.16-17)


TASAVVUF

Aşık Niyazi Hazretleri, tasavvufun, Tevhidin Peygamberimizin zamanından itibaren hiçbir değişiklik göstermeden bugüne kadar geldiğini, tarihsel gelişmenin tasavvufa hiçbir şey katmadığını ve tasavvuftan hiçbir şey almadığını, bütün mutasavvıfların tasavvufu anlatırken kendilerinden önceki mutasavvıfların eserlerini ve fikirlerini kullandıklarını belirterek şunları söylüyor:

""Onlar hiçbir zaman birbirini tamamlayan ve hadiseleri basitten mürekkebe doğru götüren kimseler değillerdir. Onlar yalnız ve yalnız Rahmetenlil Âlemin olan Fahr-i Âlem Efendimizin koymuş olduğu ilâhî düstur ve nizamın ve Hakikat yolunun sadık bekçileri ve müdafileridir. Bugüne kadar hiçbir tasavvuf erbabının birbirinin fikir ve düşüncelerini çürüten, nakzeden ve kötüleyen bir eser meydana getirdiği ve söz sarfettiği duyulmamış ve görülmemiştir.

Onlar, Allah'a kavuşma ve Resûlullah'a lâyık bir ümmet olmanın yolunu ve ilmini kendi zamanlarının icaplarına göre bizlere ulaştırmış ve bizleri manevî âlemin zevkine ve Allah'a bu dünyada iken kavuşmanın bahtiyarlığına eriştirmiş muhterem büyüklerimizdir."(s.18-19)


ŞERİAT-TARİKAT-HAKİKAT

Aşık Niyazi Hazretleri, Allah'ı tanımadan yalnızca Cennet için çalışanları, patronunu tanımayıp yalnızca yaptığı işin karşılığını bekleyen amelelere benzetiyor ve şöyle söylüyor:

"Allah'ın bizlerden istediği yalnız güzel ahlâka sahip bir insan, ibadetlerini yapan bir âbit, etrafına hayır, hasenat yapan bir kimse olarak, bu hükümleri yerine getirmemiz midir, yoksa bunların yanında ve her şeyden evvel kendisinin bilinmesini mi istemiştir?

Hiç şüphe yok ki Halikimizi bilerek yaptığımız hayır ve hasenat, Allah'ımızı bilerek kazandığımız güzel ahlâk hepsinden hayırlıdır. Hem Kur'an-ı Kerim'imizde de 'Bilenle bilmeyen bir olur mu?' buyurulmamış mıdır?"(s.20)

Allah'ı bilmek demek, Allah ile tanışmak, yüzyüze gelmek, Allah gerçeğine tamamen vakıf olmak demektir. Bunu sağlayan yegâne yol da Hakikat İlminin bize getirdiği yokluğu yaşamakla mümkündür. Bu yokluğun maddi âlemden şekilde kopuş ile, yani az yemek, az uyumak, az giymekle, sosyal hayatımızı terk etmekle olmadığını vurgulayan Aşık Niyazi Hazretleri şöyle söylüyor:

"Şeriat ehli bu yokluğu, ibadette, Tarikat ehli zikir ve nefsi ile mücadelede aramış, fakat Hakikat ehli İlm-i Tevhitte bulmuştur.Yokluk, hiçbir zaman insanlardan uzaklaşıp, dağ başlarında, çilehanelerde ve tenhalarda yaşayıp, aç ve susuz kalmakla elde edilemez. Bunları yapanlar varsa da bu bir Tarikat mevzuu ve nefsi terbiye etmek yolu olup, Hakikate ulaşmak ve Allah'a kavuşmak demek değildir Bunları yapanlar belki muayyen bir zaman için, nefislerinin arzularını frenleyebilirlerse de bunda tamamen muvaffak olamazlar ve tasavvufun gaye ve maksadı da bu değildir. İşte bunun için Müslümanlar, Müslümanlığı içerden ve dışardan öğrenmek isteyenler Tarikatla Hakikatı birbirine karıştırmamalıdırlar."(s.22)

"Hakikat dinin üniversitesidir." demiş Aşık Niyazi Hazretleri. Bu ilmin ilkokul, ortaokul seviyesi bilginleri sayılabilecek hafız, hoca ve alimlerden değil, bir insan-ı kâmilden öğrenilebileceğini belirtmiş.

Üniversite bilgilerini sadece kitaplardan nasıl öğrenebiliriz ki? Dinin üniversitesi olan İlm-i Ledünde ayrıca gizlilik faktörü de vardır. İlm-i Ledünle ilgili kitaplarda pek çok gerçek, bazı sembollerle anlatılmıştır. Bu kitapları okuduğumuzda tıp kitabı okumuş gibi oluruz.Tıbbî terimler, bilinmeden tıp kitabı, semboller bilinmeden İlm-i Ledün kitabı anlaşılamaz. Profesörün denetimi olmadan bir tıp talebesi, ameliyat yapmaya kalktığında nasıl vahim durumlar oluşursa, İlm-i Ledünü de kitaplardan öğrenmeye ve yaşantısına tatbik etmeye kalkanlar, bunu başaramayacakları gibi, hem kendilerine, hem de etraflarına zarar verebilirler.

Hakikat İlmi gerek Peygamberimizce, gerek evliyalar tarafından herkese açıklanamadığı için, sembollerle anlatılmıştır ve bazı anahtar bilgiler olmadan anlaşılamaz olması temin edilmiştir. Açıklanamaması, bu ilmi anlayacak istidat ve kapasitenin herkeste olmayışındandır ve açıklayanlar asılarak veya başları kesilerek bunun bedelini ödemişlerdir. Hallac-ı Mansur, Nesimî bunlara örnektir. Bir kara mizah örneği olarak onları asanlar da, bunu din adına yapmışlardır.

Eski devirlerde dergâh usulü geçerli olduğundan, insan-ı kâmiller bilinip tanınıyorlardı. Bugün böyle bir uygulama olmadığından, insanlar artık bu gibi kâmil mürşitlerin olmadığı fikrindedirler; daha doğrusu böyle bir kavramları yoktur. Aşık Niyazi Hazretleri mürşit bulma konusunda bakın neler söylüyor:

"Zamanımızda sık sık sorulan suallerden biri de, 'Böyle insanlar şimdi yoktur, hem olsa da nereden bulacağız?'fikridir.Bizler Hak ilmine sahip bir kimseyi bulmamız için her şeyden evvel,Allah'a vasıl olma ve bu ilmi tahsil etme arzusunu kendimizde duymalıyız.Bizde bu arzunun uyanması demek, yüzde elli zafere ulaşmamız demektir, çünkü bu arzu senden değil, seni yaradandan sana verilmiş bir lûtuftur. Derdini veren Allah, dermanını da hazırlamış demektir. Ümit etmediğin bir zamanda ve yerde senin sahibini karşına çıkartır ve seni onunla konuşturur.Bir kimse böyle bir zat ile karşılaşınca dikkat edeceği hususlar şunlardır:O anda kendisinde bir huzur ve saadet duygularının kaynaştığını görmek, ikincisi o zatla konuştuğu müddetçe dine, Resûlullah'a ve Allah'a ait evvelce mevcut olan istifhamların çözülmesi ve müşküllerin halledilmesidir. Tabii bu durum şüphe ve arzu ettiğin dinî meseleleri karşılıklı konuşarak ve suallerinin cevabını alarak elde edilir. Yoksa hiçbir sual sormadan,'Benim içimdekileri bilsin'dersen, hem bu senin samimi bir talip olmadığını gösterir, hem de senin İlm-i Tevhidi, sırr-ı Hakikati öğretecek bir mürşid değil de, bir keramet ehli aradığına delildir. Şunu da arzedeyim ki keramet sahibi olmak sırr-ı Hakikate vâkıf olmak değildir. Keramet diğer din mensuplarında ve bilhassa Hıristiyanların ruhban denilenlerinde de mevcuttur. Allah'ın indinde kulun kendine nisbet ettiği keramet, bir mana ifade etmediği gibi, o kimseyi de Allah'a ulaştıramaz. İbadetleri terketmek, inzivaya çekilmek, aç ve susuz kalmakla bir kimse arzu ederse bazı kerametlere sahip olabilir. Eğer bu bir mana ifade etmiş olsaydı, bugün binbir türlü, harikulâde hünerler gösteren sihirbaz ve hokkabazların birer kıymet ifade etmesi icap ederdi. Bununla şunu anlatmak istiyorum ki kerametle Allah'a vasıl olunamaz, bilâkis insanı yoldan alıkor ve maksada ulaştıramaz."(s.24-25)

Aşık Niyazi Hazretleri, Melâmilikte Tarikat çalışmalarının Allah'ın cemâline varmak için değil, Allah'ın rızasını kazanmak ve emirlerine uymak adına gerekli olduğunu belirtmektedir. Hakikat çalışmalarının ise kişiyi doğrudan doğruya Allah'ın Yüzüne, Allah'ın Zatına belirli bir makam silsilesiyle götürdüğünü belirterek tafsilatına girmeden bu makamları,
· ilk üç makam "Fenâ fillâh"(Birlemek, Tevhit),
· sonraki dört makam "Bekâ billâh"(Birleşmek, İttihat)
olarak tanımlıyor.

Aşık Niyazi Hazretleri Melâmiliğe taş attırmamaya son derece özen göstermiştir. Bu gerek davranışlarında, gerek eserlerinde görülmektedir. Bu bakımdan Hakikati biliyorum diye Şeriati terkedenlere veya fazladan ibadetler koyanlara karşı tepkisini dile getirmiştir. Bu yola girmek konusunda kişilerde oluşan bazı tereddütlere de şöyle değinmiştir:

"Merak edilen ve yanlış anlaşılan hususlardan bir tanesi de, bu yolda hizmet etmek için insanların dünyaya taallûk eden vazife ve cemiyet düzenlerinin sarsılacağı meselesidir. Hayır, muhterem kardeşlerim, Hak ve Hakikati tahsil eden kimselerin hiçbirisi dünya ile ilişkilerini kesmemişler, bilâkis bir çok insanlar için felâket yatağı olan dünya, onlar için nurlu bir görüş kazandığından bu yolda hizmet edenler, dünyaya daha çok bağlanmışlar, ailelerine, dostlarına ve vazifelerine dört elle sarılmışlardır.

Bu yola girmek insanlardan uzaklaşmak, ruhbanlar gibi inziva hayatı yaşamak değildir. Her ehl-i tasavvufun bir mesleği, bir işi, ailesi ve çocukları, cemiyet içerisinde bir mevkii vardır. Bu yolun ilmini tahsil edip hayatına yeni bir istikamet vererek yaşayan, etrafına fayda, rahmet ve nur saçan nice isimsiz ehl-i Hakikat mevcuttur. Bu yol terk-i dünya yolu değil, bu âlemde yaşarken, bizi yaradana kavuşturma ve aşk yoludur."(s.36-37)


HAKİKAT İLMİ VE İNSAN-I KÂMİL

Bugünün toplumunda her hangi bir yola girmek, bir insana tâbi olmak aşağılayıcı bir davranış olarak ele alınır; şahsiyetsizlikle nitelendirilir.Diğer taraftan buna niçin lüzum olsun diye düşünülerek "Allah'la kul arasına kimse giremez"sloganına uyulur. Bu konuda Aşık Niyazi Hazretleri bakın neler söylüyor:

"Tasavvuf ehlinin mürşitlerini görüp, ilim ve irfanından haberdar olmayan gafiller, ikide bir kul ile Allah arasına kimse giremez iddiasında bulunmakta ve bu fikri münakaşa etmektedirler. Onlara akıllarını başlarına toplayıp şu sözleri etraflıca düşünmelerini tavsiye ederim.

Bir kere kendileri müdafaa ettikleri bugünkü bilgi ve halleri ile Allah'a kavuşmuşlar mıdır? İkincisi bir insan-ı kâmilin terbiyesi altında yetişen kimselerin Allah'a kavuştuklarını görmüşler midir?Çünkü görmüşlerse mesele hallolmuş, onların fikirlerinin ve düşüncelerinin yanlışlığı ortaya çıkmış olur. Yok görmemişlerse neden kendilerini üzüp, telâşa düşüyorlar. Onlara hatıra olarak şunu da söyleyeyim, Allah'la kul arasına kimse giremez, çünkü Allah'a kavuşan kimsenin varlığından eser kalmaz, Allah'a kulluk ancak ve ancak aradaki vasıta ve perdelerin kalktığı zaman başlar. Yoksa hakikî kulluk onların zannettği gibi değildir.

Muhterem kardeşlerim, en basit müdafaamız da şudur: Hiçbir ilim ve sanat yalnız kitaplardan okumakla öğrenilemez, onu okutacak ve öğretecek bir öğretmene, onu yetiştirecek bir ustaya, her zaman ve her yerde bir rehbere ihtiyaç vardır.Bu iddiada bulunanlar, öğrendikleri ilmi ve sanatı, kazandıkları parayı ve saltanat sürdükleri mevkii bir insan vasıtası ile elde etmemişler midir? Bilmediğimiz bir sokağı, bir caddeyi veya bir adresi dahi insana sormaz mıyız? Tevhit de bizlerce bilinmeyen bir ilimdir. Onu bilen bir insandan sormak ve öğrenmek hata mıdır? Hem ilim insanı değil, insan ilmi meydana getirmiştir. İlimsiz insan olur, fakat insansız ilim asla mevcut değildir.

Aradıklarını ve dertlerinin dermanını kitaplarda bulamayan ehl-i aşkın kitaplarını terk ederek bu ilm-i ilâhîyi bir insan-ı kâmilden okuduklarını ve onların da kendilerine 'Oku, nefsinin kitabını, bu senin için kâfidir'buyurduklarını her an duyar ve işitiriz. Her zaman ve her yerde büyük bir kıymet ifade eden insanı, dinimiz ve tasavvuf en geniş manada ele almış, her şeyden evvel ve öğrenilmesi icap eden insan varlığına lâyık olduğu ehemmiyeti vermiştir.

Dinimizce insan, bütün kâinatı sinesinde cem etmiş, nokta-i sırr-ı vahdet ve nüsha-i Kübra'dır. Bu âlem insana hizmet eder, insan da Allah'a hizmet etmek ve O'nu lâyıkı ile tanımakla mükellef olup, bu şerefe ancak bir insanın rehberliği ile ulaşabilir.Bundan evvel ve bugün dahi hiçbir mutasavvıf kendi kendini yetiştirmiş değildir.Hangisini tetkik ederseniz ediniz, kendilerini yetiştiren mürşitlerinden büyük bir sitayişle bahsettiklerini görür ve onlara olan bağlılıklarının derecesinden dolayı hayretlere düşersiniz.Senelerdir ilim tahsil eden ve yıllardır medreselerde müderrislik yapan, ciltler dolusu kitap okuyup eserler meydana getiren ve neticede bunların hepsini terk ederek hiçbir mevki ve ünvana sahip bulunmayan ümmî insanların önünde diz çökerek Hakikat yoluna ömürlerini vakfeden, kitaplarını suya atan ve yakan bu insanlara tesir eden kuvvet nedir? Ve bunlar bu kuvvetin cazibesine kapılırken akıl ve şuurdan mahrum kimseler midir? Eğer böyle olmuş olsaydı bugün garp âlemi ve onların ilim müesseleri, ehl-i mutasavvıfın manevî âlemde yaşarken verdiği eserleri büyük bir hayranlıkla tetkik ederek bu eserlerden faydalanırlar mıydı? Bizlerin isimlerini dahi bilmediğimiz ehl-i mutasavvıfın yazmış oldukları eserler, bugün garp âleminde harıl harıl etüd edilerek müsbet ilim ve fen sahasında dahi bu eserlerden istifade edilmektedir. Bizde ise bu sahada Hazret-i Mevlâna'nın ihtifalinden başka hiçbir faaliyet göze çarpmaz. Maddî ve manevî sahada bu muhterem insanların kendilerinden ve eserlerinden istifade etmek ihtiyacını hissetmeyiz. Şahsen biz üniversitelerimizde hizmet eden ilgili profesörlerimizin, Muhiddin Arabî Hazretlerini ve Hazret-i Mevlâna gibi muhterem büyüklerimizin eserlerini, tetkik ederek müsbet ilim ve fen sahasında dahi bizler ve memleketimiz için faydalı olmalarını cân-ı gönülden arzu ve temenni ederiz, çünkü onları her bakımdan tetkik edip faydalanmak garp âleminden ziyade bizim vazifemiz ve hakkımızdır."(s.39-41)

""Cenab-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerim'inde sevgili Resûl'ûne buyurduğu 'Ey, Habibim onların ellerinin üzerindeki el, senin elin değil benim elimdir, onlar surette sana amma, hakikatte bana intisap ettiler.'gerçeği, Hak erenlerinin 'El ele, el de Hakk'a' ifadeleriyle kendini bir kere daha teyid etmiştir.

Ne mutlu o kimseye ki 'Elestü' hitabını duyarak Hakk'ı gösteren bir eli tutmuş ve kendisine ikram edilen şarab-ı Kevser'i içerek kendi yokluğunu idrak etmenin, zevkine ulaşmıştır. Bu zevki anlatmak, dile ve lisana getirmek elbette kolay bir şey değildir. Balın tadını ve lezzetini soranlara, şekerden ve çiçeklerden bahsederek bir şeyler anlatmak istersin, fakat bu hiçbir zaman dinleyene balın tadını ve lezzetini vermez. Balın tadını ve lezzetini duymak isteyenlerin, mutlaka balı yemeleri lâzımdır. 'Bal, bal' demekle ağıza bir tat gelmez.Balın tadını ve nasıl bir şey olduğunu öğrenmek isteyenlere balı yemelerini tavsiye etmek herhalde daha hayırlı olur."(s.42)

"Bir emr-i ilâhi olan 'Emaneti ehline veriniz'fermanına sadık kalan ehl-i tasavvuf, kendisinde mevcut olan ilmi, bunun için aşikâr etmemiş, arzu edenlerin Allah'a ulaşabilmeleri için sözleri ve kitaplarıyla ancak bizlere yardımcı olabilmişlerdir. Bu eserler, ilâhî aşkın bir kıvılcımı ile yanmak istidadında olan aşıkların önünde parlayan, bir kandil gibi olup, bu kandillerin ateşi, bizi yakmaya ve ziyası yolumuzu baştan sona kadar aydınlatmağa kâfi değildir. Bunun için kıymetli kardeşlerimin bizim yolumuza ışık tutan ehl-i tasavvufun eserlerini yalnız okumakla ve yaptıklarını körü körüne tatbik etmekle menzil-i maksuda eremeyeceklerini bir kere daha hatırlatmak isterim.

Hangi tasavvuf ehlinin eserini elimize alırsak alalım, bize her şeyden evvel bir mürşit bulmamızı tavsiye eder.Tasavvuf yolunun başlangıcı, bizi irşat edecek bir insan-ı kâmili bulmak ve sonu bize tevdi edilen emanet-i ilâhiyenin ışığı altında kahır ve lûtuf imtihanlarından geçerek, evvelâ mücadele, sonra müşahede ile Hakk'a vâsıl olmaktır."(s.43)


İNSANIN YARATILIŞ AMACI

Aşık Niyazi Hazretleri, insanoğlunun dünyaya geliş nedenini şöyle irdeliyor:

"Zamanları ve âlemleri elinde bir alet gibi kullanan, fakat ne olduğu hemcinsleri tarafından dahi bilinmeyen bu insanoğlu, bu kadar basit, bu kadar yersiz ve maksatsız mı yaratılmıştır? Onun bu âlemi şereflendirmesinin bir hikmeti ve sebebi olamaz mı? Eğer insanoğlu, yalnız ve yalnız, yiyip içip, zevk ü sefa yapmak için yaratılmış olsaydı, bir hayvandan ne farkı olabilirdi? Herhalde bu nizam-ı âlem insanoğlunun şu kısa ömrünü yaşadığı müddetçe değerlendirip nefsinin arzularını yerine getirmek ve egoist hislerine hizmet etmek için, meydana gelmiş bir tabiat olayı değildir. Hakikat-i ilâhîyeyi hamil bulunan insanın yüce kadrini Cenab-ı Hak, Âdem Aleyhisselâmdan Resûl-ü Ekrem Efendimize kadar zuhur eden peygamberleri vasıtası ile bizlere bildirmiş ve bu gerçeği Resûl-u Ekrem Efendimizle daha açık, daha özlü, daha kesin olarak tebliğ etmiştir.

İnsanoğlunun bir maksat ve arzu esiri olarak yaratıldığını, ömürlerinin zannedildiği kadar kısa olmayıp, ebedî bir hayata sahip bulunduklarını, bu âleme bir gaye ve ilâhî bir istek üzerine geldiklerini, kendilerinin zannedildiği kadar küçük, basit ve lüzumsuz olmadıklarını, her iki âlemin de insanla şeref bulup nurlandığını, ilâhî hükümler ve değişmez gerçekler bize ispat etmiş ve Resûlullah'ın yolundan giden Hak dostları da bunun doğruluğunu göstermişlerdir."(s.43-44)


İLM-İ LEDÜN KİMLERE HİTAP EDER?

İlm-i Ledün, Cennete girmek isteyen ve Cehennemden korkanlara değil, Allah gerçeğine varmak isteyenlere hitap eder.Bu konuya Aşık Niyazi Hazretleri şöyle değinmektedir:

"İlm-i Ledünü tahsil etmek için, insanda aranacak bir tek hususiyet vardır, o da kendisini yaradanı aramak, bulmak ve O'na aşık olmak arzu ve isteğidir. Bir çok kimseler, biz Allah'a aşığız derler. Allah'a aşık olabilmek için, evvela aramak, sonra bulmak, bulduktan sonra aşık olmak iktiza eder ki şu Hadis-i Kutsî de bizim bu düşüncemizi teyid ediyor: 'Beni talep eden bulur. Bulan arif olur, arif olan aşık olur.'İlâ âhîr ... Bu lûtfa nail olabilmek için de evvelâ o kimsenin yoluna ışık tutacak rehberi, mürşidi bulması şarttır ki bu da İNSANdır.

Bir şeyi elde edebilmek için, evvela o şeyi talep etmek, yani o şeye talip olmak lâzımdır. İşte bunun için, Hakk'ı talep edenlere de talip derler.

Şarabı meyhaneden, ilmi âlimden, Hakk'ı da Hak'tan gayrı yerlerde aramak kadar abes bir şey yoktur. İşte bunun için, Hakk'ı Hak ile Hakolanlara sor; yabanda arama."(s.55)

"KÂBE YOLU AŞK YOLUDUR"

"Kâbe Yolu Aşk Yoludur" isimli eserinde Aşık Niyazi Hazretleri İlm-i Ledüne ait daha geniş açıklamalara yer vermiştir. Bakınız Allah'ı arayış ve buluşla ilgili satırlardaki coşku insanı nasıl sarıyor:


RABB'E YAKARIŞ

"Yâ Rabb'i, bir zamanlar ellerimizi gökyüzüne doğru kaldırıp buğulu ve nemli gözlerle Sana yalvarırken Seni uzaklarda, hem de çok uzaklarda sanırdım. Lûtfunla gözlerimin önünden kalkan gaflet perdeleri, Senin bana benden yakın olduğunu gösterdi. Seni taşrada ararken özcanımda buldum. Bulmak ne demek? Bensiz olarak on sekiz bin âlemde Senin var olduğunu anladım, idrak ettim. Sen ayrı değilsin ki Sana vuslat edeyim! Gafletimden Seni aramışım.Halbuki görenler ve idrak edenler için, on sekiz bin âlemde Sen varmışsın. Senin varlığın karşısında Tûr-i Sinâ gibi erimeyen, Hz.Musa (a.s) gibi kendinden geçmeyen, sana kavuşamaz. Senin kokunu ve zevkini alamaz.

Ellerimi gökyüzünden indirdim, gözlerimi ufuklara değil, kendi özcanıma çevirdim. Kıyamınla, rükûunla ve secdenle Sana vuslatın zevkine vardım.Sana vuslat, yalnız ve yalnız idrak va zevkten ibarettir.

Aşık Niyazi Sana kulluğu ile iftihar eder ve Seni talep edenlere der ki "Allah hulûl ve ittihattan münezzehtir."Hakk'ın dergâhına yol, yokluk ve varlık ilimlerinin tahsilinden geçer.

Yâ Rabb'i! Habibine teslim etmiş olduğun "Liva-i hamd" sancağı, aşıkların gönlünde dalgalandıkça, bu âlem zevâl bulmayacaktır. Aşık Niyazi onun gölgesi altında huzur ve hûşu ile İlm-i Ledün sultanı, âlemlerin yaratılmasının sebebi, Şeriat ve Hakikat İlimlerinin sahibi, iki cihan serveri Habibin Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerinin sadık bir bendesi olarak hizmetinde bulunmanın sevincini her zaman duyacaktır.

Yâ Resûlullah! Seni görmek ve Seni bilmekte nice kişiler yanıldı, halbuki âlemler Senin Nurundan ve Senin Ruhundan yaratılmıştı. Bu sınamada kalp ile halis, altın ile bakır seçilip birbirinden ayrıldılar. Sen Hakk'ın miyar taşısın; Senin dergâhına yüz süren de, yüz sürmeyen de bir ölçüye vurulup lâyık olduğu değere ulaştılar.

Sen bir "Dürr-ü yekta" idin, aşıklar Senin aşkını boyunlarına halka yapıp dergâhına bağlandılar. Lûtuf ve ihsanınla himmet ve şefaatına nail oldular. Seni bilmek ve dergâhına lâyık olmak, Senin aslını ve hakikatini idrak etmek ile mümkündür. Sen taliplere matlup, aşıklara maşûksun. Sen Aşık Niyazi'nin yana yana aradığı Cemâl aynası oldun. O Senin Cemâl aynanda maşûkuna vuslat etti, Aşık Niyazi'nin adından gayrı nesi varsa Senin yoluna feda olsun!"(s.6-7)

"Ayrılık vakti geldiği zaman buluşuruz, sustuğumuz zaman konuşuruz. Bir gün gelip kendimden ayrılmasaydım Seninle nasıl buluşurdum, ben susmasaydım Seninle nasıl konuşurdum? Bu âlem öyle bir zerre ki her tarafını Sen kaplamışsın, fakat ben bundan habersizdim. Bu âlemde öyle bir gözsün ki her tarafta gören Sensin. Ben gözlerimi Senin gözlerine, sözlerimi Senin sözlerine perde yapmışım. Bu perdelerim o kadar çoktu ki bazen sayısını şaşırır otuz bin mi, yetmiş bin mi? diye uzun uzun düşünür; bu halimi bile Sana ayrı bir perde yapardım.

Ne zaman ki kıyamet koptu, İsrafil Sûr'unu üfürdü, yeryüzünde canlı bir varlık kalmadı. Bu hicap perdelerinin otuz binini kaldırdı, İsrafil ikinci Sûr'unu üfürüp ölüler hep dirilince yetmiş bin hicap perdesi de ortadan kalkmış oldu.

Gel ey ölü olan varlığımı dirilten İsrafil'im, gayb âleminden müjdeler getiren Cebrail'im, gönül tahtımın Sultanı, Yozgat'ın değil, cihanın ULVİ'si, gel yine gayb hazinelerinin incilerini önüme ser, canımı al ve bana can bağışla. Senin ihsanın bana en büyük lûtuftur.


Aşık'ım cânâna kurbandır canım,
Kim ki aşıktır, ben ona hayranım.(s.8)


ŞEKLÎ İBADETLER VE HAKİKAT İLMİ

Tüm şeklî ibadetler, Hakikat İlminin tahsili sırasında kişinin bilinç düzeyinde meydana gelen değişiklikleri simgeler. Bu konuda Aşık Niyazi Hazretleri şöyle söylüyor:

"İslâmiyette bedenen yapılan bütün ibadetler ve farzlar bunların gerçek manasını ve hakikatlerini ilmen ve idraken yaşayan kimselerin Hakk'a olan şükründen başka bir şey değildir.Öyle ise bedenen farz olan haccı eda etmek isteyen bir kimsenin evvelâ ilmen ve Hakikat bakımından haccı bilmesi, yaşaması, idrak etmesi lâzımdır. Ancak bundan sonra şükrane olarak bedenen yapmış olduğumuz haccı eda etmeye hak kazanırız, fakat bizde ekseriyetle, ibadetler manası ve hakikati bilinmeden yapılır. İşte bunun içindir ki Müslüman kardeşlerimize varlığı kabul edilen Tevhid İlmi ve İlm-i Ledün ışığı altında namazın, orucun, zekâtın ve haccın neler olduğunu ve Cenab-ı Hakk'ın bu ibadetlerle bizlerden neler istediğini ve neler lûtfettiğini bilmelerini isterim.

Bu ibadetlerin zahirî faydaları ve manaları üzerinde durmayacağım, çünkü bu hususlar ilm-i hal kitaplarında çok güzel açıklanmıştır. Biz daha ziyade bu ibadet ve farzların yazılabilecek kadarıyla mana ve hakikatlerini izaha çalışacağız.Hiçbir şeyin aslı, özü ve ruhu olmadan, şekli, maddesi ve dışı olmamıştır. Şekiller mutlaka onların bir aslı ve hakikati olduğunu bize anlatır. Maddeden manaya, cesetten ruha, şekilden asla gitmek lâzımdır.Kitabımızın zahirî ilmi ve anlayışı olduğu gibi, bir de ruhu ve manası vardır. Dinimizin kitabının zahirine ve tafsilatına FURKAN; batınına, yani ruhuna KUR'ANdenilmiştir. Bir kimsenin dünya ve ahiret saadetine erebilmesi, ebedî hayatla hay olması için Furkan'ı bildiği, okuduğu gibi, KUR’AN’I da okuyup anlaması lâzımdır.

İbadet ve farzların yalnız şekli ile iktifa edenlerin daha ziyade dünya hayatları düzenli gider ve dolayısı ile Cenab-ı Hakk'ın vaad etmiş olduğu Cennet'ine nail olurlar. Bu ibadet ve farzları edayla beraber, ilimle, hakikat ve manasına ulaşan ve bu hakikat ve manayı şahsında yaşayan kimselerin ise hem dünya ve hem de ahiret hayatları düzenli gittiği gibi, vaad edilen Cemâlûllah'a bu âlemdeyken nail olurlar."(s.12-13)

Bu açıklamalar ışığında kitaba ismini veren KÂBE'yi ziyaret ve tavaf anlamına gelen hac konusuna Aşık Niyazi Hazretleri tarafından Hakikat boyutunda aşağıdaki anlamlar verilmektedir:

"KÂBE YOLU AŞK YOLUDUR, çünkü KÂBE'yi bulan, KÂBE'ye varan ve gerçek manasıyla KÂBEyi anlayan, gören kimseler, ALLAH (C.C)ın bir lûtfu olan ilahî aşka nail olurlar. Aşk ise insanları, hayvanlardan ayıran vasıflardan biri, belki de başlıcasıdır ve bu âlemde insanlar için, ilahî aşktan gayri her şey fanidir. Bir kimse, yokluğu ile KÂBEye teveccüh ederse, elbette maşûkunu görür. KÂBE YOLU, bizi bizden alan, bizi Sevgiliye götüren yoldur. Sevgiliyi Gönül Kâbe'sinde tavaf eden aşıkların kervanına katılarak Medine'de Makam-ı Resûlullah'ı, Mekke'de Beytullah'ı ziyaret ve Tavaf edenlere ne mutlu...

İslâmiyette hacceden bir kimsenin bütün kusur ve günahlarının affedileceği ve anasından doğduğu zamanki gibi, kusursuz ve günahsız hale geleceği müjdelenmektedir. Hacceden bir kimseye: 'Artık günahlarından sıyrıldın, kusurların affolundu, anandan yeni doğmuş gibi tertemiz bir hale geldin değil mi?' dediğimiz zaman, 'Allah bilir' der, çünkü bu olayı gözleriyle görmediği için kalbi iman etmemiştir.Veyahut da inşallah diyerek, affedileceğini temenni ve arzu eder, fakat bilmez. Halbuki haccın Tevhit İlminin tahsili ile eda edilişi, mana ve ruhunun idrakı, o kimseyi bütün varlığıyla tasdik edeceği bir şekilde, affedildiği inanç ve imanına yükseltir.

KÂBE, maddi varlığı ile İbrahim Aleyhisselâmın yapmış olduğu bir binadır. Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) Nübüvvetinden evvel içerisinde müşriklerin tapındığı putlar vardı. Resûlullah Efendimiz velâyetiyle bu putları kırmış ve içini Allah'ın gayri olan her şeyden (masivadan) temizleyerek, orasını BEYTULLAH olmaya lâyık bir hale getirmiştir.KÂBE, hakikî anlamda ilim irfaniyeti ile bizleri kusur ve günahlarımızdan arıtan, Hakk'a vuslatımızı temin eden Resûlullah'ın (s.a.v.) ve O'nun yolunda giden insan-ı kâmillerin varlığına işaret eder. Beytullah, Zata mazhar olup, insan-ı kâmili remzeder.

Demek oluyor ki Zata mazhar bir insan-ı kâmilden Tevhid İlmi olan "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" kelimelerinin mana-i hakikilerini öğrenmek ve bu ilmi tahsil etmek Beytullah'ın etrafında Tavaf etmeğe, Merve ile Safa arasında Say etmeğe, Arafat'ta Vakfe'ye durmaya, Mine'de şeytan taşlamaya ve kurban kesmeye işaret eder. Bu hizmet ve ibadetleri bir ehl-i tevhidin anlayacağı şekilde değil de, yanlış bir anlayışa yer vermemek için, sizlerin anlayacağı bir şekilde açıklamaya çalışacağım.

KÂBE'den maksadın, Hakikat İlmine sahip bir insan-ı kâmil olduğunu söylemiştik. Bunun için kâmili bulup gönlüne giren kimseler, Harem-i Şerif''e girmiş olurlar. Bulamayıp giremeyenler de, Beyt'in haricinde kalırlar."Fethuli fi ibadi vethuli Cenneti"buna işarettir.

Hac için memleketinden çıkan bir kimse, Mikatlara gelince, evvelce giyinmiş olduğu elbisesini çıkartır, EHRAMı giyinir. Hacca niyet eden bütün Müslümanlar aynı şeyi yaparlar. Bunun mana-i hakikisi "Yâ Rabb'i! Senin yoluna düştüm, Beytullah olan Senin evini ziyarete geldim. Ben kendi varlığımla senin huzuruna çıkamam; işte bana ait olan varlığımdan soyunuyor, Senin libasını giyiniyorum."demektir.

Yani, insan-ı kâmili bulan ve Hakk'ı talebeden bir kimsenin kendi varlığı, nisbeti, vehmi, zannı ve cehaleti ile Hakk'ın huzuruna çıkamayacağı kendisine anlatılır. Kendi varlık ve nisbetlerinden soyunarak, Hak'ta fani olmak ilmine mazhar olur. Tasavvufta buna Fenâ fillâhdenir. Bir kimse doğrudan doğruya Hakk'ı bulamaz ve Hakk'a lâyık bir ilim ve irfaniyete sahip olamaz, delil (rehber) lâzımdır. Nasıl delil hac etmek isteyenlere yol gösterirse, bize de insan-ı kâmil Hak yolunda delil olur.Bizimle Hakk'ın arasındaki gaflet perdelerinin kalkmasını temin edecek ilmi bize öğretir.İşte, kendi varlığından bu şekilde soyunan bir kimse, mazhar-ı zat olan Beytullah'ı tavaf etmeye hak kazanır.İnsan-ı kâmil, İsm-i Azam olan Allah ismi muadili ve müsemmasıdır.

Bir kimse tavaf maksadıyla Beyt-i Şerife varınca Zat-ı Ahadiyenin Beyt-i Şerif'te zuhur-u zevkine ulaşmış olur. Bunun için Ehlûllah "Kim Beyt-i Şerif'i taş görürse hac etmemiş olur"derler. Beyt-i Şerif'in yedi defa tavaf edilmesi Zat-ı Ahadiyenin yedi sıfat-ı subutiye ile zuhur-u zevkidir, yani evvelce kendimize nisbet etmiş olduğumuz Hayat - İlim - İrade - Kuvvet - Kelâm - Semi (işitmek) ve Basar (görmek) sıfatlarının bizlere ait olmadığını idrak ile bu yedi sıfatın zahir ve bâtında Hakk'ın olduğunu anlayıp zevkine varmak, Beyti yedi defa tavaf etmektir.

Merve ile Safa arasında say etmek, kendi varlığımızdan huruc ile Hakk'ın varlığına yükselmektir. Yeryüzüne mensup olan bir varlık, nasıl yerden ayrılmadıkça gökyüzüne çıkamaz ise, maddesine, benliğine esir olan bir kimse de aynı şekilde manasına ulaşamaz. İşte bu Say esnasında da Merve olan kendi benliğinden Sâfa olan Hakk'ın varlığına gidiş vardır.

Arafat'a çıkan kimseler, yine Tevhit İlmi ile "Men arefe nefse hu, fakat arefe Rabbe hu"sırrına ulaşarak, nefislerine ve Rab'lerine arif olurlar, çünkü nefsine arif olmayan, Rabb'ini bilemez. Arafat'a çıkan bir kimsenin irfaniyetin sırrına ererek arif olması lâzımdır.

Mine'de kurban kesmek,Hak yolunda seni Hak'tan ayrı gösteren benlik, cehalet, vehim ve zanlarını kesmek demektir. Yine Mine'de şeytan taşlamak, tahsil etmiş olduğumuz ilimle cehaletimizi taşlamak demektir.Şeytan o kimsenin cehaletidir. Kim cehaletten kurtulursa, o kimse hakiki manada şeytanı taşlamış demektir.Bu kısaca yapmış olduğumuz karşılıklı izahlar, aslında insanın senelerini alan bir ilim tahsili ve tahsil ettiği bu ilme lâyık bir hayat yaşama mücadelesidir. Bu anlam içersinde yapılan Tevhit İlminin tahsili bizi gerçek ve hakiki manada hac etmeye ulaştırır. Mekke şehrindeki Kâbe'nin tavafı, bu ilimle duyguların bizde tahsilinden ve tecellisinden sonra, şükür maksadıyla yapılırsa kıymetlidir."(s.14-17)


"ÖLMEDEN EVVEL ÖLMEK"

Ölüm, varlığın bizim elimizden alınması olarak nitelendirilebilir. "Ölmeden evvel ölmek"ise bu varlığı yaşarken sahibine iade etmektir. Bunun nasıl gerçekleşip nasıl gerçekleşemeyeceğini Aşık Niyazi Hazretleri şöyle anlatıyor:

"'Ölmeden evvel ölmek' İlm-i Tevhidin tahsili ile mümkün olup, İlm-i Tevhidin tahsili ise bir kimsenin Allah'a olan aşkının, kendisini ve Rabb'ini bilmesinin arzu ve iştiyakından doğan bir isteğin kuvveti ile elde edilebilir. Yoksa kendisinde böyle bir arzu olmayan kimsenin İlm-i Tevhidi bilmesine zaten ihtiyaç yoktur.

Bazı kimseler de kendilerinde böyle bir arzunun mevcut olduğunu iddia ederek bu ilmi kendi vehim ve hayallerinin esiri olarak şahsî gayret ve zanlarının peşinde koşarak elde etmek istiyorlar ve bunun için de, aç susuz, uykusuz insanlardan uzak, türlü riyazat ve nefsanî arzularını yenmekle bu lûtfa erişmeyi düşünüyorlar. Bu şekilde hareket edenler, hiçbir zaman ölmeden evvel ölmedikleri gibi, Cemâl-i Vahdeti müşahedeye de yol bulamıyorlar ve bulamazlar da.

Her meslekte, her ilmin tahsilinde ve her yolda bir ustaya, bir öğretmene ve bir rehbere ihtiyaç olduğu gibi,"Ölmeden evvel ölmek"ve sırr-ı Tevhidi tahsil etmek için de bir yol göstericiye, bir öğretmene ihtiyaç vardır. Hakikat hiçbir zaman zan ve hayâl değildir. Zan, hayâl ve vehim ile bu sırra vâkıf olacağını sananlar aldanırlar ve aldanmışlardır. "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir"fakat hiçbir ilim alimsiz öğrenilemez. Her ilmin bir kitabı olduğu halde, onun bir okulu ve bir de öğretmeni vardır.Tıp tahsil eden bir kimse tıbbiyeye gitmese ve bir profesörden ders almasa, yalnız elindeki kitapla tıp tahsilini yapıp kendini doktor, bir hukukçuysa hakim veya avukat ilân edebilir mi? Elbette edemez. Aynı zamanda tıbbiyeye kayıt olan ve tıp profesöründen ders görüp de mezun olamayan nice insanlar mevcuttur. Bu böyleyken irfan mektebini, Tevhit İlmini ve öğreticisini inkâr etmek, ne kadar yersiz bir düşünce değil midir?"(s.19-20)

"Kur'an'ın bâtını, yani ruh-u hakikati bir emanet-i ilâhiyedir. Bu emanet-i ilâhiye ise 'ölmeden evvel ölmek' isteyen kimselere daha dünyada yaşarken, sırr-ı Tevhide kavuşmak arzusu içinde olanlara öğretilir."(s.21)


ÂDEM RÜTBESİNE ULAŞMAK

"Ölmeden evvel ölen"kişi varlığının Allah'a ait olduğunu idrak eder. Kendi varlığından ölür, Allah'ın varlığıyla dirilir ve Âdem rütbesine ulaşır. Her beşer, Âdem olabilmek için bu gerçeği yaşamalıdır. Aşık Niyazi Hazretleri bunu şöyle anlatıyor:

"Cenab-ı Hak Âdem Aleyhisselâma kendi ruhundan ruh nefyedince Âdem Aleyhisselâm hayat buldu ve varlığının Hak varlığı olduğunu bilerek nefsine ve Rabb'ine arif olmakla Âdem Safiyullah rütbesine ulaştı. Varlığında, duygularında ve aşkında Hak'tan gayrı kalmadığı için Hakk'a halife olmak mazhariyetine nail oldu.Halife müstehlifin aynıdır."(s.23)

"Ey! Karanlıklar içerisinde kalıp yolunu arayan yolcu, bir an da olsa başını şu madde âleminden gökyüzüne kaldır ki geceyi nurlandıran iki cihan serveri MUHAMMED MUSTAFA'nın (S.A.V) hilâl gibi olan varlığını görebilesin. O'nu göremesen de, O'nun nurundan feyz almış devrin sahibi olan kutup yıldızını görmeye çalış. İşte o zaman bu âleme gelince kaybetmiş olduğun yolunu ve vatan-ı asliyeni bulur; zulmetten nura, delâletten hidayete kavuşursun."(s.24)


GERÇEK KULLUK

Gerçek kulluk, beşerin Âdem bilincine yükselmesiyle mümkün olur, ancak o zaman Allah'ın Halifesi, yani onun yerine dünyada hareket eden kişi haline gelebilir. Halife olan Âdem, Allah'ı bilmeli, tanımalıdır ki O'nun namına hareket edebilsin.Aşık Niyazi Hazretlerine göre bu bilince yükselmek kör gözün görmeye başlaması gibidir:

"Bugün hükm-ü ilâhinin tecellisi ile maddeten gözü görmeyen kardeşlerimiz, nasıl bizlerle oturuyor, konuşuyor, yiyip içiyorlar da bizleri ve etraflarını göremiyorlarsa, yaşamakta olduğumuz şu madde âleminde ilim, hikmet, mana ve kalp gözü görmeyenler de, Hak'tan ayrı olmamakla beraber âlem-i ahirette Cemâl-i ilâhiyeyi müşahededen mahrum kalacaklardır."(s.27)

"ÖLENİN KIYAMETİ KOPAR"

Kıyamet, dünyanın yerle bir olması anlamını taşır. Bir anda bize ait olduğunu zannettiğimiz her şey elimizden gider ve gerçek saltanatın Allaha ait olduğu ortaya çıkar. Hakikat İlmini tahsil edenler, "ölmeden evvel ölmek" suretiyle madde ve mana boyutunda, Allah'tan başka varlık olmadığını idrak ederler. Daha yaşarken varlıklarını Allah'a verip onun saltanatını tasdik ederler.Kıyamet kelimesinin bir diğer anlamıysa "kıyam et"yani"ayağa kalk","doğrul"hitabıdır. Bu hitap Hakikat İlminde bilinçlere yapılır; yanlış bilinci bırakıp doğru bilince ulaş demektir.

Kıyamet günüyle ilgili olarak Aşık Niyazi Hazretleri şunları söylüyor:

'O kıyamet gününde bazı yüzler beyaz, bazıları siyah olurlar'ayet-i kerimesi, bize Hak yolunda gitmemiz ve yüzümüzü güneşe çevirir gibi Hakk'a çevirmemiz icap ettiğini emrediyor. Yüzünü güneşe çevirenin yüzü elbette beyaz, aydınlık ve parlak olur. Arkasını güneşe dönenlerin yüzü ise karanlık, gölgeli ve siyah olur.

Siyah cehalete, beyaz nura ve irfaniyete işarettir. Bir hadis-i şerifte "Ölenin kıyameti kopar"buyurulmuştur. Eğer bir kimse hayattayken yüzünü Hakk'a çevirebildi ise, o kimsenin yüzü Hakk'a dönük olduğu için elbette Hak nuruyla beyaz ve nurludur. Eğer bir kimse hayattayken vehim ve zannının esiri olarak cehil içersinde öldü ise o gün onun yüzü elbette siyah olacaktır. "Mûtû kable en temutu"(Ölmeden evvel ölünüz) sırrına ârif olan kimseler, kendi nisbet ve zanlarından kurtuldukları için, o gün yüzleri beyaz olarak, yani Hak ile Hakk'a vuslat etmiş olarak vücut bulacaklardır. Bir çok kimseler de gafletlerinden dolayı varlıklarını Hak nuruyla aydınlatamadan geçip giderler. İşte onların yüzleri o gün siyahtır."(s.29)

"SİZE BİR TOKAT VURANA, SİZ DE BİR TOKAT VURUNUZ"

Hakikat yolcusunun Allah'la arasındaki tek engel, kendine ait zannettiği varlığı ve buna yönelik şartlanmalarıdır. Bu anlamda kişi yegâne tokatı nefsini oluşturan zanlarından yemektedir. Bu konuyu Aşık Niyazi Hazretleri şöyle açıklıyor:

'Size bir tokat vurana, siz de bir tokat vurunuz'sözünün manasını zahiren ve şeriaten adeletin teessüsü esaslarını sağlamak, zalimi mukabelesiz bırakmamak, her varlığa istidadının karşılığında mukabele etmek, sen bir gün bir kimseye tokat vurursan, bir gün sana da tokat vurulacağını ve hiçbir suçun cezasız kalmayacağı hükmünde anlamamız ve kabul etmemiz lâzımdır.

Aynı sözün ruhunda ve hakikatindeyse Mısrî Niyazi Hazretlerinin

'Adavet kılma kimseyle, nefsin yeter düşman sana'

mısraının gerçek manasını buluyoruz. Bize tokatı bizi seven değil, bize düşman olan, bizi sevmeyen vurur.Dostun vurduğu tokata tokat denmez. O bir lûtuftur. Madem ki bize düşmanımız tokat vurur ve en büyük düşmanımız da nefislerimizdir, öyle ise biz de nefsimize tokat vurmasını, ona dur demesini, haddi aşmamasını bildirmemiz lâzımdır.

Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, bir muharebeden dönüşlerinde sahabelerine ve Müslümanlara 'Küçük muharebe bitti, bundan sonra büyük muharebe başlayacaktır'dedikleri vakit, sahabeler ve Müslümanlar yaptıkları muharebenin küçük olmadığını, bir çok şehit ve yaralı verip düşmana çok zayiat verdirdiklerini söyleyince, Resûlullah Efendimiz 'Yapmış olduğunuz bu muharebe, küçük muharebedir. Sizin en büyük düşmanınız nefisleriniz olup, bundan sonra nefislerinizle mücadele edeceksiniz.' emir ve fermanını tebliğ etmişlerdir.

Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzerebize en büyük ve en yakın düşman yine kendi benliğimiz ve nefsimizdir.Bu ise vehim, cehalet ve zanlarımızdan ibaret olup, bize vurulan tokat bunların mahsulüdür. Nefsimiz ve benliğimizin esiri olarak Hak'tan ve Hakikatten ayrılışımız, bize vurulmuş en büyük tokattır. İşte bize bu tokatı vuran benliğimize ve cehaletimize biz de bir tokat vuralım ki onun zulüm ve ıstırabından kurtulup selâmet ile huzur ve saadete Hak ve Hakikate ulaşalım.

Gerek maddeten, gerekse manen bize tokat vurulması, bizim benliğimizin vehim, cehalet ve zanlarımızın neticesi olmakta, bunlara olan esaretimiz, bizi yanıltmaktadır. Bizler ancak benlik, cehalet, vehim ve zanlarımızı yenip, onlarla mücadele edersek bize düşman olan, bize tokat vuran nefsimize esir olmayarak biz de tokat vurmakla bu söz ve şeriatı gerçek manada anlamış ve idrak etmiş oluruz.

Güneşin rengi malûmdur. Renkli camlardan aksedince güneş de renkli renkli görünür; güneşe bu rengi veren camlar olup, kavga da bunların ayrılığından ileri gelmektedir. Kırmızı camdan akseden ışığın, mavi camdan akseden ışığa 'Senin rengin neden mavi, senden akseden ışık neden benimkine benzemiyor?' diyerek onu hükmü altına almak istemesi, rengiyle ona tesir edişi, mavi cama vurulan bir tokattır. Aynı durum, mavi cam için de mümkün olup, bu mücadele ise hiçbir zaman onlara hakiki renginİ göstermeyecektir. Halbuki onlar, bu ayrılığın, camların renginden, yani benlik vehim ve zanlarından ileri geldiğini bilselerdi kendilerine mal ettikleri bu benliği, bu perdeyi yırtıp güneşin hakiki rengine ulaşmakla kendilerine vurulan bu tokata yine aynı şiddette bir tokatla mukabele etmiş olurlardı, yani bizler en büyük darbeyi ve tokatı benlik ve nisbetlerimizden dolayı yemekteyiz. Benlik ve nisbetlerimizin vurduğu bu tokata bizler de benlik ve nisbetlerimizden kurtularak bir tokat vuracak olursak Resûlullah Efendimizin şeriatı en güzel manasıyla anlaşılmış olur.

Bu inanç ve bilgi hudutları içerisinde "Size bir tokat vurana, siz de bir tokat vurun"hükmünü değerlendirip anlayacak olursak dinimizin gerçek varlığını ortaya koymuş ayet-i kerime ve hadislerin ahlâken yüksek, insanlık bakımından faydalı, dünya ve ahiret için nurlu feyzinden istifade etmiş oluruz.

Ne mutlu Cenab-ı Hakk'ın ve Resûlullah Efendimizin kelâmlarının Tevhid İlmi ışığı altında idrak ile zevkine varıp yaşayanlara."(s.31-33)


ALLAH'I ARAYIŞ VE BULUŞ

Aşık Niyazi Hazretleri Allah'ı buluşun, Efendisini bulmakla mümkün olduğunu bakın nasıl anlatıyor:

"Sordum soruşturdum. Gerçek dostlar, derdinin devası 'Nefsini bilip Rabb'ine arif olmaktır'dediler. Aradım şehir şehir, diyar diyar; gönül gönül dolaştım, Sevgili yüzünü göstermedi. Dostlarım 'Bu öyle bir ilaç ki her attarda bulunmaz'dediler.

'İsa Aleyhisselâma bir iğne zünnar kesilmiş, dördüncü kat gökte yolunu vurmuştu. Bir kıl bile Hak Dostlarına tuzak olmuşken sen bu varlık ve zanlarınla nasıl menzil-i maksuda ulaşacaksın?'dediler.

Kalbimi saran ateş, benliğimi için için yakıyor. Kibir ve gurur bağlarını bir mum gibi eritiyordu. Yılmadan aşkımın verdiği kuvvetle Kerem gibi Aslı'mı bulmak Mecnun gibi çöllerde kaybolmak, Ferhad gibi dağları delmek istiyordum.

Bu arzu ve iştiyakla karanlıklar içersinde kalmış bir insan gibi, ışık ve ateş yanan her yere koştum. Önüme çıkan ilk kapıyı çaldım. İçerden:

-Kim o?dediler.

-Benim,dedim.Kapı açılmadı.

-Madem ki sensin, geldiğin yere git,dediler.

O an ufkumda maneviyat güneşim olan, adı gibi yüce Yozgat'ın ULVİ'si bir nur gibi parladı. Himmet ve kerem elini uzatarak:

-Bu kapının açılmasını istiyorsan kapımıza eşik, ayaklar altında toprak ol,dedi.

Heyecanlanmış, terlemiş, adeta canımdan el yuyup kendimden geçmiştim. O an Sultanım:

-'Lâ ilâhe İllallah Muhammedün Resûlullah' diyerek maneviyat sarayının kapısını açmış 'Künt-ü Kenz'hazinesinin gizli cevherlerini önüme saçmıştı.

Esrar-ı ilâhiyyenin önünde parıldayan şavkından gözlerim kör, kulaklarım sağır, dilim lâl, aklım mat olmuştu. Kendimi Kevser Irmağında arınmış, nurdan bir libasa bürünmüş olarak buldum. Arz'dan Arş'a kadar her zerrenin Nur-u Muhammedî ile tezyin olduğunu gördüm.O bir anda fanî ömür sona ermiş, bâki âlemin doğmaz doğurmaz güneşi zuhur etmişti.Nefsimin yokluğuna, Rabb'imin varlığına inanıp iman ettim. Her şeyin, her saltanatın helâk, illâ Allah'ın veçhinin bâki olduğunu gördüm. Ferhat gibi dağı devirip, Şirin'ime kavuştum. Mecnun gibi çöllere düşüp "Leylâ! Leylâ!" diyerek Mevlâmı buldum. Kerem gibi aşk odunda yanıp, ASLI'ma kavuştum. Aradığımın müşterisi olunca attarım derdimin devasını verdi. İkilikten kurtuldum, birliğe ulaştım. Yokluğu terk ettim, varlığa eriştim. Zulmeti bıraktım, nura kavuştum.

Mana hazinesinin incilerini ikilikte yaşayan, zulmette kalan, benliğini terk etmeyen deremez. 'Eğer mürebbim olmasıydı Rabb'imi bilemezdim.'buyuran Resûlullah Efendimizin sözleri bana rehber oldu.Yozgat'ın Ulvi'sini yoluma meşale, derdime tabib yaptım onun lûtuf ve ihsan dolu bakışları arasında sevgi ve muhabbetle sunmuş olduğu Tevhit İlmini kana kana, doya doya içtim. Biz üzüm suyundan yapılmış şarabın lezzetini bilmeyiz. Bizim şarabımız kâmil insanların dilinden ve dudaklarından dökülen ilmin manasıdır. Bizim sarhoşluğumuz ebedidir. Dilimizde Sevgilinin adı, gözlerimizde Sevgili vardır. Sevgiliyi Sevgilinin gözleriyle seyretmek, bizi mest eder. Sevgili bize varlığını göstermeseydi, yokluğumuzu bilemezdik. Yokluğumuzu bilmeseydik, kulluğumuzu yapamazdık, eğer bugün Sevgiliyi tanıyor ve her zerrem ile secdeye kapanıp kulluğumu izhar edebiliyorsam, bunu Sevgilimin varlığı karşısında zerremizin Sevgiliyle mevcut olduğunu bildiren ve esirgemeden bizlere bu lûtfu bahşeden,gönül tahtımın Sultanı, Yozgat'ın Ulvi'sine borçluyum. Onun arzularına lâyık bir şekilde kulluk ve hizmetime devam edebilirsem ne mutlu bana."s(27-29)


"NAMAZIN KAZASI OLUR, SOHBETİN KAZASI OLMAZ"

Allah aşıkları her an, Allah'la gerçek anlamda birliktedirler. Kalplerinde başka hiçbir değer yer almaz. Aşık Niyazi Hazretleri bu gerçeği bilmeyen ve Şeriat açısından kendisine tavsiyede bulunanlara bakın ne diyor:

"- Bana sevgilinin yanında Sevgiliyi ara dediler.

Onlara

- Her aşığın bir maşuğu vardır, gafletle perdeli olanlar onu göremezler dedim.

Sevgili öyle bir libasa bürünmüş ki sizler onu göremiyorsanız bizde mi göremiyoruz? Onun yanındayken onu aramak, onu bulamamak değil midir?

Bu âlemde cesetsiz ruh nasıl olmaz ve mümkün değilse Şeriatsız Hakikat de öylece mümkün değildir, fakat Sevgilinin ağuşuna sarılmış vuslât zevkini yaşarken ayrılıktan bahsetmek doğru mudur?"(s.35)

Allah'la ilgili sohbetler, kişilere Allah gerçeğini aramaya davettir, yani sohbet Hakikat namazının ezanıdır ve bu ezan Hz.Muhammed'in bir varisi (Efendi)tarafından yapılır. Bedenî ve şeklî namaz için, sohbet yarım bırakılırsa Hakikat ezanı yarım kalır.

Şeklî namazın daimi namazı (salât-i daimun) simgelediğini belirten Aşık Niyazi Hazretleri bu konuda şunları söylüyor:

"'Namaz müminin Miracıdır' buyuruldu. Namazın iptidası, Sevgilinin yoluna girmek, intihası Sevgiliye kavuşmaktır. Sevgilinin yanındaysa, Sevgiliye kavuşmaktan bahsetmek, aşıkın lügatinde yazılı değildir. Büyükler 'Namazın kazası olur, sohbetin kazası olmaz'dediler."(s.35)


"KUR'AN'LA İNSAN İKİZDİR"

"Kur'an'la insan ikizdir"(Arabî, Nurlar Hazinesi, s. 30) hadisi bize Kur'an'ın bizim anladığımızın dışında bir özelliği olduğunu ifade eder. Burada insanla Allah'ın halifesi sıfatını elde etmiş olan Hz.Muhammed ve onun idrakine erişmiş Hakikat yolcuları, evliyalar kastedilmektedir. Kur'an Allah'ın Zatını anlatır. İnsan da Allah'ın Zatının evidir. İnsan nefsini anladı mı Rabb'ini de anlar.

Kur'an'ın gerçek manasını "insan" mertebesini bulmuş olan mürşitlerden öğrenebiliriz ve öğrendiklerimizi tatbik edersek kendimizi tanır, Rabb'imizi görür, aslında Kur'an'la ikiz olduğumuzu anlarız.

Aşık Niyazi Hazretleri Kur'an hakkında bakın neler söylüyor:

"Kur'an, İslâm dininin mukaddes kitabı olup, Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimize, Cenab-ı Hakk'ın Cebrail vasıtasıyla 23 senede ayet ayet inzal buyurduğu kelâmın toplu anlam ve manasına, yani ruhuna verilen isme denilir ki Cenab-ı Hak bu ilâhi mana topluluğunu Kadir Gecesinde ind-i ilâhisinden bir anda ve topluca Arş-ı Alâya indirmiştir ve Arş-ı Alâ'dan da Cebrail vasıtasıyla ayet ayet, sure sure 23 senede Resûlullah Efendimize inzal ve tebliğ buyurmuşlardır.

Kısım kısım yapılan bu inzal ve tebliğe ise Furkan ismi verilir.Furkan, Kur'an'ın tafsilâtıdır ve Kur'an'ın sıfatına verilen isimdir. Kur'an-ı Kerim bu isim ve makamda bizlerin gerek dünya ve gerekse ahiretimize ait her türlü ihtiyaçlarımıza cevap veren bir hüviyet taşımaktadır.

Furkan, gece-gündüz, iyi-kötü, beyaz-siyah, güzel-çirkin, haram-helâl gibi yaşayışlarımızdaki zıt yönlerin ve ibadetlerimizin izahları ile bunların hal çaresi ve tedavi şekillerini bünyesinde taşıyan ve beşeriyete maddî, manevî, ahlâkî ve sosyal yönler veren ilâhî emirler manzumesidir.

Resûlullah Efendimizden evvel gelen peygamberler, nasıl bulundukları muhit ve kavimleri ikaz ve irşat için görevlendirilmişlerse, onların zuhuru ile inzal buyurulan dinî kitaplar da yalnız o kavim ve milletlerin ihtiyaçlarına yetecek kadar bir özellik taşımaktaydılar. Halbuki Resûlullah Efendimiz âlemlere rahmet, kâinata hizmet ve rehber olarak görevlendirilmiş ve O'na inzal buyurulan Kur'an-ı Kerim de kâinatın ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir mâna ve değerle kıymetlendirilmişti.

Kur'an-ı Kerim, bugün her milletin hidayete ulaşabilmesini temin edecek bir nitelik ve kuvvet taşımakta olup bünyesinde bulunan gerçek ve ilâhî değerler bakımından her devirde maddi ve manevi hayatımıza yön verebildiği gibi, kıyamete kadar da fertlerin, cemiyetlerin ve milletlerin dinî ihtiyaçlarına hitab edebilecek bir özellik taşımaktadır.

Yeri gelmişken şunu da arzedeyim ki Kur'an'ı okumak, Kur'an'ı anlamak demek değildir. Bu bakımdan Kur'an'ı okumak ve manasını idrak etmek her kişinin işi değil, er kişinin işidir. Bundan kastimiz, cami, mescit ve her türlü ibadethane ile ibadetlerimizde lâfzıyla okunan Kur'an ayet ve sureleri değildir. İlm-i kelâm, tecvit, kıraat, sarf, nahiv üzere bugün milyonlarca insan Kur'an'ı okumakta ve bundan sonra da okuyacaklardır.

Bizim Kur'an'ı okumaktan kastımız, Kur'an'ın gerçek mana ve kavramına ulaşmak demektir ki Kur'an bu şekilde okunduğu zaman maddelerin sükût edip yok olduğu ve mananın yer yüzünde tecellî ettiği görülür. Bu tıpkı Hallac-ı Mansur Hazretlerinin 'Ene'l Hak' demesine benzer.

İşte bunun için her devirde olduğu gibi, asrımızda ve zamanımızda da pek az insan Kur'an'ı gerçek anlamı ve manasıyla okuma ve yaşama bahtiyarlığına ulaşabilmişlerdir, çünkü Kur'an duygu ve idraklerde, zihin ve kalplerde ilim ve irfaniyetle maddeyi ortadan kaldırıp manayı hakim kılan bir tecellidir. Bu anlayışa ulaşabilmek bir lûtf-u ilâhî olup herkese nasip değildir. Bu ancak, Allah'a vuslat etmenin heyecan ve zevki ile dolu gerçek aşıkların ulaştıkları bir mertebenin neticesidir.

Kur'an'ı bu manada okuyup yaşayanlar için Cehennem Cennet'e, delalet hidayete, geceler gündüze, kusurlar rahmete, bâtıllar Hakk'a dönüp o anda Arş-ı Alâ'daki yeşil perde aralanmış ve Nur-i Muhammedî tecelli etmiş olur.

Kur'an'ı insan-ı kâmil ve arif-i billâh olan bahtiyar insanlardan tahsil etmek, Hakk'ı öğrenmek lâzımdır. Kur'an-ı Kerim, kelâm-ı kadim olanların okuyup anlayıp yaşayabileceği bir manadır.

Gaflet, benlik, vehim ve zan ile kirli olanlar ona el uzatamadıkları gibi, bu kalın perdelerin altında manasını ve bize vermek istediği lûtfu anlayamazlar.

Furkan, bir meseleye, bir kimseye, bir cemiyete hitap ederken Kur'an kâinata seslenir ve kâinat da bilmeyerek Kur'an'dan gıdalanır, hayat bulur ve feyz alır.

Kur'an bir deniz, Furkan o denize akan nehirler gibidir. Kim bu vahdet deryasına dalmak, onun ebedî hayat bahşeden gerçek manasından nasibini almak istiyorsa varis-i Muhammedî olan dört ilim ve yedi makam sahibi insan-ı kâmili bulup ondan tahsil etmesi lâzımdır, çünkü Kur'an öyle bir sırr-ı hikmettir ki ehlini görmedikçe soyunup sırrını fâşetmez. O ancak ehline ayândır.

Kur'an'ın ifade etmek istediği gerçek manayı idrakin bir tek çaresi vardır: O'nun vahdet tuzlasında eriyip yok olmak, yani Kur'an'ı okuyup anlamak için KUR'AN olmak lâzımdır. Nasıl Hakk'ı Hak'tan başka kimse göremez ve bilemezse Kur'an'ı da Kur'an olanlar okur, anlar ve yaşarlar, çünkü Kur'an, Kelâm-ı Hak'tır. Öyleyse her şeyden evvel Hakk'ın lisanını öğrenmek lâzımdır. Maddeye ve beşeriyete taallûk eden bir lisanla elbette Kur'an'ın ifade etmek istediği gerçek manayı idrak edip anlamak mümkün değildir.

Yapılan tefsirler, tercümeler ve her türlü izahlar FURKAN'a, yani KUR'AN'ın tafsilâtına aittir. Kur'an, mahlûku Hâlike, kesreti vahdete, maddeyi manaya götüren bir kavramdır. Kur'an'ın tecelli ettiği yerde nur-u vahdet zahir olur.

Daha evvelce de arzettiğim gibi, Kur'an hakkında bundan evvel ciltler dolusu kitaplar ve eserler meydana getirilmiş, bundan sonra da getirilecektir. Bizim bu sohbetlerimiz, Kur'an denizinden bir katredir. Anlatmak istediğimiz hususları ehli olanlar anladı, olmayanlar da arzu ederlerse anlamak gayretinde bulunurlar inşallah.

Kur'an İNSAN demektir. Kur'an ile insan bütün hatlarıyla birbirine benzeyen ikiz kardeş gibidirler.Kur'an canlıdır ve ilâhî hayat kaynağıdır. Kur'an, Nur-u Muhammediye ve Hakikat-i Ahmediye olduğu içindir ki Hz. Ali Keremûllahü Veçhe Efendimiz "En'e Kur'an" (Kuran Benim) buyurmuşlar ve sükût eden Kur'an'ın değil, bize konuşan, nâtık olan Kur'an'ın faydalı olabileceğini duyurmuşlardır.Kur'an insanda tecelli ettiği zaman konuşur ve Kur'an'ın sırrı insanla çözülür.

Biz bu satırlarımızla Kur'an'ın herhangi bir ayet ve suresine mana vermeye çalışmıyoruz. Gayemiz, Kur'an'ın genel anlamı ve değeri üzerinde aydınlatıcı bazı bilgiler verebilmektir. Kur'an denilince bizim gözlerimizin önüne yalnız 6666 ayet değil, o ayetlerin on sekiz bin âlemde zahir olan tecellisi gelir ki işte bizler bunun için Kur'an'ın bir cebele inzal olduğunda, o cebelin haşyetinden parça parça olduğunu görerek gerek enfusî ve gerekse afakî manada Kur'an-ı Kerim'e inanmış olmanın bahtiyarlığı ve onun bendesi bulunmanın ihsanı içerisindeyiz. Hiçbir şeye körü körüne inanmadığımız gibi, semavî kitapların cümlesinin manasını havî Kur'an-ı Kerim'imize de körü körüne inanmış ve inanılmasını da istemiş değiliz.

Kur'an, anlayan ve anlayarak iman edenlerin kitabı olup hayal, vehim ve zannın ötesinde parlayan bir hakikat güneşidir. Ancak yüzünü bu güneşe çeviren kimseler hayal, vehim ve zan gölgesinden, yani karanlığından kurtulmuş olabilirler."(s.39-42)


KUR'AN-I KERİM ÇEVİRİSİ

Aşık Niyazi Hazretleri, "Kâbe Yolu Aşk Yoludur"adlı eserinde son olarak Kur'an-ı Kerim'in Türkçeye çevirisi konusunda bazı endişelerini ve tespitlerini dile getirmektedir. Her Arapça kelimenin tam karşılığının Türkçede bulunmaması nedeniyle çok çeşitli ifadelerin manada değişiklik yarattığını belirterek şöyle söylemektedir:

"Bu tercümelerin bir kaçını bir arada tetkik edenler göreceklerdir ki, bir ayet-i kerime her tercümede ayrı ayrı kelimelerle ifade edilmekte ve değişik mânalarla karşımıza çıkmaktadır.

Bu ise değişmez bir bütün olan Kur'an-ı Kerim'i muhtelif şahısların görüş ve duygularıyla parçalayarak biz Müslüman Türkleri tıpkı İncil gibi, ayrı ayrı açılardan yazılmış muhtelif hüviyet ve manalar taşıyan birçok Türkçe Kur'an ile karşı karşıya getirmekten başka bir işe yaramadığı gibi, Türkçe Kur'an tercümelerinden hangisinin doğru ve güzel olduğunu araştırırken meydana gelen şüphe ve istifhamlar gelecek nesillerin dinî duygularına indirilen bir darbe değil midir?

Dinimize ve Kur'an-ı Kerim'e Asr-ı Saadetten bugüne kadar sayısız tecavüzler vâki olmuş, fakat onun bünyesinde mevcut olan birlik ve ilâhî sır, hiçbir zaman ve asırda değiştirilmesine ve tecavüz edilmesine imkân vermemiştir.

Biz kelimelerin maddi yapısı üzerinde de durmuyoruz, kaldı ki tercümanlarımız bunu dahi bilerek veya bilmeyerek tam kıymetlendirememişlerdir. Meselâ Kur'an'da mevcut bir kelimenin karşılığını her tercüman ayrı bir Türkçe kelime ile değerlendirmiş olduğundan bugün elimizde değişik anlam ve mana taşıyan tercümeler mevcuttur.

Kur'an'ı Türkçeye tercüme edenler, Kur'an kelimesinin Hak lisanındaki ifadesini bilselerdi, bu tercümeyi yapmaktan vazgeçer, belki vatandaşlarına Türkçe olarak Kur'an kelimesinin ihtiva ettiği manayı anlatmaya çalışırlardı.

Kur'an'ın bize intikal ettirmek istediği manayı Türkçe olarak bize ulaştıran, anlatan ve yazanların her zaman medyun-i şükrânıyız, çünkü Kur'an topyekün bir mana olduğu gibi, her sure ve ayetinde de sayısız mana hazineleri doludur. İşte bize, bu mana hazinelerini Türkçe olarak önümüze seren bilginler ve onların eserleri lâzımdır.

Bu açıklamalarımızdan bir neticeye varmak istersek: Kur'an-ı Kerim, Arap harf ve kelimelerinin Türkçe karşılıkları konulmak suretiyle tercüme edilirse, biz Kur'an-ı Kerim'i gerçek manasıyla okumuş ve lâyıkıyla idrak etmiş sayılmayız.Bizim anladığımız ve arzu ettiğimiz manada Kur'an-ı Kerim'in Türkçe olması demek, onun ihtiva ettiği manaların tefsir edilerek açıklanması demektir ki bu şekilde yapılan tefsirler ve açıklamalar her asırda olduğu gibi zamanımızda da yetkili şahıslar tarafından yapılmış ve el'an da yapılmaktadır. Öyle ise Kur'an'ın Türkçeye tercüme edilmesinden ziyade, Türkçe olarak tefsir edilip manalarının yazılmasının bizler için faydalı olacağı kanaatındayım."(s.45-46)


ANKARALI AŞIK NİYAZİ DEMİRÖRS'ÜN SOHBETLERİNDEN PARÇALAR

("Allah Aşkı Her Şeyden Üstündür"adlı eserinden)

Benim sevdiklerim beni sevselerdi ve bu sevgimden gafil olmasalardı varlık âleminde mevcut her mahlûk ve zerrenin benimle beraber huzura kalkması icap ederdi.

Gel! Ey gönlü masivadan boşalmış, gözlerinin perdesi kalkmış insan gel! Yaklaş, ben sen olayım, sen de ben ol. Bütün varlığımla cismin ve cânın olayım.

Bilmeyerek öten bir bülbülün sesini dinlemekten bilerek ısıran bir köpeğin acısına tahammül etmek daha hayırlıdır.

Ey, yüce Sultan! Sen gözümden perdeleri kaldırdıkça, benim de kararım kalmadı. Bazen has bahçeye girer ben bülbül, sen gül olur feryad ederim, bazen kapında kul, bazen de ruhlar diyarına yükselir mana âleminde yaşarım.

Gözü yerde olanın, gönlü asûmana çıkar.

Bir gün zahitlerden birinin yolu, aydın gönüllülerin meclisine uğrar. Gönlü aydın olan kişilerin hali, zahide pek acayip ve tuhaf gelir de onlara :

- Sizler sanki her şeyden âzâdeymişsiniz gibi eğlenip gülmektesiniz; şimdi gülmek değil, ağlamak zamanı, ibadet ve taat zamanı. Bizler sabahlara kadar ibadet ediyor, gözlerimiz uyku nedir bilmiyor, iman sahipleri olduğumuz halde sizler gibi gülüp eğlenemiyoruz. Yarın sizlere namaz ve ibadetlerinizden soruldukta ne cevap vereceksiniz? deyince benlik duvarını aşan ve Cenab-ı Hakk'ın "Cahilin ibadetinden alimin uykusu hayırlıdır"gerçeğini Fahr-i Âlem Efendimizin mübarek ağızlarından işiten aydın gönüllülerden biri, güldü zahide şöyle dedi:

- İmanınızı ve yaptığınız ibadetleri pazarda satacak olsanız, belki bir para veren bile olmaz, çünkü Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'inde "Ben sizin ibadetlerinize ve amellerinize bakmam, belki kalbinize ve niyetlerinize bakarım"buyurmuştur.

Benlikle yapılan ibadetten sana ne fayda gelir? Ama o pazarda kendini satacak olursan, şüphesiz ki o zaman bir işe yararsın, belki de ağırlığınca para edersin, para ne demek, kalp canını, verir cevher olan cânâna erersin.

Aklın varsa her şeyden evvel kendini satmaya, kıymetini öğrenmeye çalış. Kendini Tanrı varlığında yok edenlerin ibadeti indallahta makbuldür ve sevilir. Gel sen de, sonra yapacağın işi şimdi yap da, yok ol ve ebedî âlemlerin lezzetini al da her iki âlemde de yüzün gülsün. Bu âlemde yokluk lezzetini tadanlar, her iki âlemde de varlık saadetine ererler.

Bu lezzetten nasibi olan zahidin gönlü, bu sırları duydu da o anda canını teslim etti ve ebedîlik sırrına erdi. Canını verenler bu sırra erer.

Bir gün mecliste otururken dostlardan bazıları:

- Efendim bizi de duadan unutmayın dediler.

Onlara:

- Benden dua istemeyin, benim duam ağırdır; belki siz katlanamaz ve razı gelmezsiniz dedim.

u sefer daha çok merak ettiler.

- Efendim, nedir duanız deyince ben onlara:

- Ancak Allah'tan sizin için ölümü isterim dedim.

Tabii yüzleri hemen değişti ve üzüldüler. Onlara şu hadisi söyledim:

-"İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar"Uykunuza son vermeniz için ölmeniz lâzımdır. Biran evvel ölün ki bir an evvel uyanasınız. Bir kimse ölmeyince saadete eremez, Hakikatten nasip alamaz ve bu nurlu âlemi göremez. Bu saadeti tatmak, Hakikatten nasip almak ve bu nurlu âlemi görmek için, ölmek lâzımdır. Ölüm görünüşte korkunç, fakat hakikatte sevinç, müjde doludur.

İşte dostlarım, ben size bunun için biran evvel ölmenizi dua ve talep ederim. Cenab-ı Hak hayırlısını ve doğrusunu bilir.

Bazı kimseler, manevî sahada insanlara rehberlik ve önderlik eden insan-ı kâmillere ve mürşitlere kızarlar ve onların etrafında pervane gibi dönen taliplere de aptal ve akılsız nazarıyla bakarlar.

Bir mürşit, bir insan-ı kâmil suyu akan çeşme gibidir. Onun etrafındaki insanlar da kaplarını doldurmaya gelen taliplerdir. Biz nasıl ki suyu akan çeşmeden kabımızı doldurursak, onlar da bu manevî pınarlardan kaplarını doldururlar. İşte bu kınayan insanların gözü, kalabalığa takılır da haset damarları çatlar. Halbuki onun aklı olsaydı, bu su dolduran kalabalığa nazar etmez, onların doldurduğu suyun, acı mı, tatlı mı olduğuna ve bu suyu nerelerde ve nasıl harcadıklarına bakardı. Maksat ne çeşmede ve ne de kalabalıkta, maksat suyun acı veya tatlı oluşundadır.

Eğer o su tatlıysa, sana ve âleme ebedî hayat bahşediyorsa sen de ondan niçin içmezsin? Acı su çok şeye yaramaz, fakat tatlı su her şeye yarar.

İşte senin o zavallı zannettiğin kalabalık onun için toplanmıştır. Çeşmenin kadir ve kıymetini de onun için bilirler.

Kerameti kul sever Allah sevmez. Allah kendinden gayrıya nazar etmez edenleri de sevmez.

Keramet de Allah'tan gayrıdır. Allah'ı bilenler ve ona yakın olanlar kerametle meşgul olmazlar. Kendilerinden de böyle bir durum tecelli ederse hicap duyarlar, müteessir olurlar. Ehlûllah her zaman kendilerinden keramet izhar olmasından kaçınmışlardır, fakat ellerinde olmayarak zuhur eden kerametler, bir hikmet tahtında zuhur ettiği için, buna karşı gelmeye kudretleri yoktur. Ola ki bir kimsenin hidayetine sebep ola. Keramet Hak'tan gayrı olduğu için, nefis hoşlanır. Nefsin hoşlandıklarından da Hak hoşlanmaz. Bu keyfiyetle nefsine âlet olanlar, kerametten hoşlanırlar, görmeyi ve göstermeyi arzu ederler.

Yönünü Hakk'a çevirenlerse, Hak'tan başka bir şeye nazar ve meyil etmezler. Onlara Hak'tan gayrı hiçbir şey zevk ve saadet vermez.

Evliyadan zatın birisi sohbetlerinde daima "Cebrail geldi, Cebrail'le sohbet ettik, Cebrail şöyle dedi, ben böyle dedim..." diye bahsedermiş. Bu da dışarda avamdan ve zahitlerden bazılarının kulağına gitmiş, bu mübarek zatı hem ziyaret etmek ve hem de Cebrail'in kendisi ile buluşmasının aslını araştırmak için, toplanıp yanına gelmişler, elini öpmüşler, hoşbeşten sonra

- Efendim sizin Cebrail ile buluştuğunuz ve sohbet ettiğiniz duyulmuştur, aslı var mı? deyince,

- Evet, doğrudur. Fakat bunun ne kıymeti var? Mahlûkun mahlûkla buluşması, abes bir şey değildir. Biz değil Cebrail ile buluşmak, arasıra sohbet etmek, her zaman ve her an Allah'la beraberiz. Allah'a olan yakınlığımız, Cebrail'e olan yakınlığımızdan daha fazladır. Ve bu yakınlık, bizden nasip alan en küçüğümüzde de, en büyüğümüzde de mevcuttur,buyurunca temelli şaşırmışlar ve hayretleri kendilerine bir fayda vermeden oradan uzaklaşıp gitmişler, çünkü onlar er meydanına çıkacak yiğitlerden değil, onlar buğdayı bırakıp da samana koşan cinsindendirler. Öyle olmasaydı bu hadisede bir keramet, bir fevkalâdelik aramazlar ve sözlerin manalarını arar ve öğrenmeye çalışırlardı.

Sen bir mücevher taşısın, fakat ne yapalım ki üzerinde bir hayvan leşi çürümüş ve ondan sana pislik bulaşmıştır. İşte bizim vazifemiz senin üzerinde arizî olan pisliği temizlemektir. Tabii ki temizlenirken biraz acı ve sıkıntılara katlanacaksın ki saf ve temiz bir elmas parçası olasın, aksi halde üzerindeki pislik seni meydana çıkartmaz ve sen de daima bir mücevher olarak değil, bir pislik ve leş olarak kalırsın.

Bu sırrı anla da can kulağını ve basiret gözünü aç, aksi halde bu nefis seni dünya ve ahirette de uçuruma götürür.

Bizim söylediklerimiz, bizden evvel söyleyenler aynıdır. Belki bir değişiklik varsa o da şekildedir. Şekil bir şey ifade etmez. Lâzım olan manadır. Mana ise bugün ne ise, o gün de odur. Bugün söylenenleri, o gün söylenenler gibi dinle.

Manaya kendini ver, şekle değil. Şekiller daima insanı aldatır. Fakat manayı gören, şekle baksa da aldanmaz, onun için evvelde ne ise ahirde de odur; zahirde ne ise, batında da odur. Onun gözlerini mana aşkı bürümüştür.

Aşk insanı hiçbir zaman yanıltmaz, fakat akıl bazen aldatabilir. Gölgeye değil, yüzünü güneşe çevir.

Afakta olan gece ve gündüzler, bu ay ve yıldızlar, bu yaz ve kışlar senin enfusunda da mevcuttur. Bu dağ u taşlar, bu bağ u ağaçlar, kâinat seni anlatır, fakat sen bir tek maddenin esiri olduğun için ne kâinatı bilirsin ve ne de kendinden haberin vardır.

Afaktaki Kur'an, sendeki Kur'an'ı anlatır. Afaktaki Cennet ve Cehennem, sendeki Cennet ve Cehennemi bildirir. Afaktaki haşir ve neşir, sendeki haşri ve neşri anlatır. Afaktaki melekler, Hazret-i İsa ve Mehdi sendeki İsa'nı ve Mehdi'ni anlatır. Senden evvel gelenler, afaktaki Mehdi ve İsa'yı çok beklediler, fakat bulamadılar veya onların zamanında zuhur etmedi. Afakta bildirilen İsa ve Mehdi'yi enfusunda arayanlar buldular ve arzularına nail oldular. Afakı enfuslarına tatbik edemeyenler mahrum kaldılar.

Biz bunları söylerken afakı inkâr etmiyoruz, fakat diyoruz ki bizi afakımızdan sorumlu tutmazlar, enfusumuzdan sorumlu tutarlar. Bize afakımızda olan güzellik ve iyiliklerin faydası yoktur, eğer biz güzel ve iyi olmazsak.

Bize kıyamet gününe yakın bir zamanda zuhur edecek İsa'dan ve Mehdi'den fayda yok, bize şimdi, yani zamanımızda mevcut olan İsa'dan ve Mehdi'den fayda vardır. Öyle ise İsa'yı da Mehdi'yi de afakta değil, enfusta aramalıyız.

Eğer bu yolda mücadele etmek, çarpışmak ve harp etmek için bir muhatap arıyorsan, çok uzaklara gitme. Sana senden daha iyi bir düşman bulunamaz. İşte tasavvuf ehli ve Hakikat sahibi bir kimse kendi ile mücadele eden ve kendi sırtını yere getirmeye çalışan hakiki pehlivandır.

Yanında huzur ve rahatlık duymadığın, özü ve sözü birbirine uygun olmayan kimselerden uzaklaş.

Senin aradığın ilim ve senin aradığın insan yanında huzur ve rahata kavuşup müşküllerinin halledildiği yerdir. Sana senden bahsediyorsa, otur onunla dost ve arkadaş ol. Eğer bir başka birisinden ve kendinden dem vuruyorsa oradan uzaklaş. Sana senden bahseden, iyi ve kötü taraflarını çekinmeden önüne seren bir kimse, senin hakiki dostundur. Çünkü dost acı da olsa, tatlı da olsa hakikati çekinmeden söyleyen kimsedir.

Ey dost,sana o övülmüş kimselerin halinden bir kısmını anlatabildim ve önüne bu yolda az da olsa bir ışık tutabildimse ne mutlu bana.

Bir kimsenin kitaplarla, akılla, vehim ve hayalle Allah'ı araması ve kendini bunun icaplarına göre hazırlayıp kullanması, o kimsenin teyemmümle abdest alması demektir. İşte bu apdest su gibi olan Hakikatin ve hakiki bir alimin yanında hükmünü kaybeder. Suya kavuşunca teyemmüm bozulur. Hakikat ilmi İNSANdan tahsil edilir. Onun kitaplarla ifadesi, hayal ve akılla bulunması mümkün değildir.

O, aşkın ve zevkin eseridir. Suyu, yani Hakikati görmekten gafil olmayanlar, teyemmümü bozarlar, çünkü suyla alınan abdest insana güzellik ve nur bağışlar.

Dinle ey, aşık! Aşkın ister mecazî olsun, ister ilâhî yönünü Hakk'a döndürüp kabrimizi ziyaret eyleyen, muradına tez nail olur. Kabrimiz bez ve ipler bağlanması için tezyin edilmemiştir. Kabrimize bez bağlayan değil, gönül bağlayan gelsin. Aşk ve ilim bağlarıyla gönlünü raptetmeyen, dünya ve ahiret saadetine geç nail olur. Türbelere bağlanan bezden murat, senin gönlünü, arzu ve isteklerini kısacası kendini Hakk'a bağlaman demektir.

Türbelere ve kabirlere mum yakmandan murat, ilimleriyle âlemi aydınlatan, aşklarıyla benlik dağlarını yakıp eriten kâmil insanların aşk ateşinden ve ilim nurundan kendine nisbet ettiğin benliğini, yani kendi mumunu yakıp onun verdiği aydınlık ve nur ile yolunu aydınlatıp menziline ermek ve aşk ateşinde sana düşman olan varlığını mum gibi eritmen demektir

Yoksa cihanı nurları ile aydınlatan o muhterem şahsiyetlerin bizim mumumuza ihtiyaçları yoktur. Eğer sen bir arzunun yerine gelmesi için türbelere mum adar, kurban kesersen de, hiç olmazsa yaşadığın müddetçe bir kere olsun kendini adamayı ve kurban etmeyi hatırla.Onlar manevî âlemin padişahlarıdır. İnsanlar maneviyat sahasında onlardan yaşadıkları müddetçe faydalanabilirler. İşte bunun için sen, devrinin Hızır'ını, zamanının Süleyman'ını iki cihan serveri Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin yolundan giden bugünün Muhammed'ini bul, çünkü bu âlem O'nun nuruyla aydınlanmaktadır. Kim o nurdan mahrum ise yazıklar olsun ona. İşte biz sizlere bunları anlatabilmek için topraktan gelen ve yine toprağa aslına rücu eden, şu fani vücudumuzu, kabrimizi, türbemizi süsledik ve sizlerin ibret alabileceği bir hale getirerek, Cenab-ı Hakk'ın "Her şey helâk olacaktır illa Allah'ın veçhi bâki kalacaktır"fermanını tebliğ ettik.

Ne olduğunu bilmeyen bir kimse, kendisi için yaşıyorum zannederse de ölüdür. Dünya uykusundan uyanıksa da hakikat uykusunda gaflet içersindedir.

Ey, aşk denizinin selâmet kıyısında oturan sevgili, ellerini uzat, kucağını aç ve biz acizleri bu balçık ve bataklık sahilden kurtar. Vehim ve hayal çamurlarına bulandık, bizi aşk ve ilim pınarlarında arıt. Aşk ve ilim denizinde yıka, çünkü ey sevgili "Müşrikler necistir" buyurmadın mı? "Temizlik imandandır"demedin mi?

Kulaklarım bu hitabını işitti, elim kirli, yüzüm kara kapına geldim. Belki sana lâyık değilim, fakat seni istiyorum. Aşık Niyazi'yi kapından boş çevirme. Lûtfun o kadar bol ki Rahman ve Rahim kapılarını ardına kadar açtın. Bir kölen veya bir uşağın beni memnun edecektir diye beklerken, lûtuf ve ihsan damarların kabardı, huzuruna vâsıl ettin. O gün bugündür, hep huzurundayım, fakat bir şikâyetim var, bizim aşkımızı, benim aşkım zannedip gönlünü kaptıranlar var. Benim için sana aşıkız diyorlar, ben ise onlara bizim aşkımızdan bahsediyorum. Bizim ne demek, senin aşkından bahsediyorum. Tapılmaya lâyık olan, sevilmeye lâyıktır diyorum. İşte bunun için, benim gibi bir acizin kusurunu bağışla.

Yâ Rabb'i, kusurum olmasa, sevilmene sevgimi ortak yapmaz, beni sevenleri seni sevmeye yöneltebilirdim, fakat huzurunda olduğum için bunu yapmaya muktedir değilim. Aşık Niyazi'yi niyaz kapından ayırma, hakikatte seni sevenlere, seni sevdiklerini bildir.

Yâ Rabb'i dilersen aşıkı maşukuna vâsıl eder, lûtuf ve ihsanını esirgemezsin. Cömertsin, cömertleri seversin, Rahmansın rahmet edicileri seversin. Bizleri Kevser Şarabına kandır, aşk ve ilim deryana gark et.

Biz insanın değil, Allah'ın varlığını ispata çalışıyoruz.

Mürebbim bana şu sözü sık sık tekrarlardı:"Bu yolda bir şey olmak yoktur; hiçbir şey olmamak vardır." Siz de bu yolda bir şey olmak için değil, hiçbir şey olmamak için çalışın.

Benim söylediğim bu sözler dahi sizinle Allah arasında bir perdedir.

Bazı kimseler, bu ilmin sonunda insanın ne büyük bir varlık olduğu neticesini çıkarırlar. Bizim mevzumuz insan değil, Allah'tır. Neticede O'nun büyüklük ve saltanatı meydana çıkar.

Beni değil Allah'ı sevin. Bana değil, Allah'a bağlanın. Bana nazar eden beni, Allah'a nazar eden Allah'ı görür.

Hal ehli çok, makam ehli azdır. Makam ehli olmak lâzımdır.

Olgunlaşan meyvanın gözü yerde olur.

Size söylenen şu bir kaç sözle amel edin. Başka bir şey düşünmeyin, bu size yeter.

Ölünün teslim olduğu gibi mürşidinize teslim olun.

Bu üzüntüleriniz arzu ve isteklerinizdendir. Arzusuz bir hale gelmeniz lâzımdır. Arzusuz bir hale gelebilmeniz için de Allah'a teslim olmanız lâzımdır. Çabalamayın, çırpınan, çabalayan denizde bile batar, teslim olun.

Bu yola girmek isteyen bir kimsenin ne istediğini bilmesi lâzımdır. Yalnız Allah'a kavuşmak isteyen ve onu arayan bir kimse bize intisap edebilir.

Kur'an'daki bütün hikâyeler bize Hakikatin ne olduğunu ve onu nasıl bulacağımızı kapalı olarak anlatır. Hepsinin manası, Hakikat bakımından aynıdır.

Biz iman etmek istemeyen inatçı kimselerin bulundukları yere, bir kazık çakar, onları oraya bağlarız, çünkü yarım imanlı olup da etrafa zarar vermesinler diye.

Arızalı araziyi işlemek zordur. Eğer o yer düzgün olursa daha kolay işlenir. İşte insanlar da böyledir. Dava sahibi olan kimseleri davasız kılmak, tıpkı arızalı araziyi işlemek gibi zordur.

Bir gün Etlik'te sohbet sırasında mecliste bulunanlardan bazıları, ezanın okunduğunu ve namaz vakti olduğunu söyledi.

Efendiler, biliyorsunuz Cenab-ı Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde "Bir saat Tanrı'yı tefekkürle zikretmek, yetmiş yıl ibadet etmekten hayırlıdır" buyurmuşlardır. Manası: Bir kimsenin Hakikatini bilmeyerek, yetmiş yıl ibadet etmesinden, bilerek bir saat Tanrıyı tefekkür etmesi daha hayırlıdır demektir.

Bir saat sohbet de şeklen kılınan namazdan ve yalnız başına yapılan tefekkürden daha hayırlıdır. İşte evliyaullah, keyfiyeti bildikleri için "Namazın kazası olur, sohbetin kazası olmaz buyurmuşlardır."

Vakit namazı, bilinmeden yalnız şekline sadık olarak kılınırsa, ikiliği muciptir. Hakikat ehlinin sohbeti ile insanları şirkten ve ikilikten kurtarır. Bizlerin Hakk'a yakınlaşmasını ve vuslatı temin eder.

Efendiler, kılmış olduğumuz namazların, yapmış olduğumuz ibadetlerin yalnız şekli ile avunmak bir mana ifade etmez. Bu ibadetlerimizdeki Hakk'ın hikmetlerini araştırmamız lâzımdır, çünkü müminin namazı Miraçtır. Miraç ise Allah'a vûsuldür.İçimizden kaç kişi, ibadeti yalnız şeklen yaparak, bu lûtfa nail olmuştur? Elbette ki hiç kimse bu devlete erişememiştir, illâ ki namazın Ledünnî ve İlm-i Tevhid ile manasına aşina olmadıktan sonra.

Bizler bu iddiada bulunurken hiçbir zaman ibadet ve dinî amellerimizi inkâr edenlerden değiliz, fakat körü körüne de ibadet etmeyi faydalı bulmuyoruz. Her evin bir dış kapısı olduğu gibi, dinimizin ve Allah'a giden yolun da bir başlangıcı vardır: Şeriat işte bu başlangıç ve din sarayının ilk kapısıdır. Bu başlangıçtan murat, sona ulaşmaktır. Sarayın kapısından murat, sarayın içersine girmektir. Cenab-ı Hak bize bu lûtfu başlangıçta beklesinler veya kapıda dursunlar diye vermemiştir. Yaptığımız ibadet ve amellerden maksat, Cenab-ı Hakk'a lâyıkıyla teslim olup, Vûsulullah'a nail olmaktır. Eğer bizler bugün bu şereften mahrum isek, ibadetlerimizin mana ve ehemmiyetini lâyıkı ile kavrayamamış olmamızdandır.

Bunun elde edilmesi, ehli ile sohbette bulunmak ve onların tavsiyelerine uymakla mümkündür. Ezan, Nef'a-i Sûr'dur. Vakit namazı, salât-ı daimunun başlangıcıdır. Kapıdan gayrı eve girmek, hırsızların işidir. Şeriat Hak sarayının kapısıdır.

İbadeti şükür için, ibadeti emr-i Resûlullaha imtisal için, ibadeti Lillah Billah için yapmalıdır. Cenab-ı Fahr-i Âlem Efendimiz, zaman-ı saadetlerindeki Müslümanları, yalnız ibadet ve amellerle Müslüman yapmamışlar, onları kıymetli sohbetleriyle de irşad etmişler ve hatta sohbete devamları dolayısıyla, ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetlerini terk ettikleri zamanlar dahi olmuştur.

Biz ne kadar yok olursak, Allah o kadar var olur.

Biz ânın adamıyız; zuhura tâbiyiz.

Efendim diyordu ki:"Tevhid dört köşeli taşa benzer, her köşeye uyar."

Bu yolda evvela kendimizi Tevhit İlmini zevk ederek yok edeceğiz ve her zerrede Hakk'ı müşahede edeceğiz. İşte biz bu müşahede neticesi sabrederiz, makbul olan sabır budur, avamın sabrı inattır.

Allah'a vuslat makam ve meratip ile olur. Makamsız ve meratipsiz Allah'a vuslat imkânsızdır. Bir çok şeriat ve tarikat ehilleri ile bazı mezhep ve meslek mensupları, makamsız ve maratipsiz Allah'a vuslat etmek için çalıştıklarından ömürleri mücadele ile geçmiş, kendilerine müşahede nasip olmamıştır.

Boş olursan doldurmak kolaydır, fakat doluyu boşatmak zordur.

Bilgin sana Allah yolunda manidir.

Kur'an okumak birşey değil, Kur'an olmak lâzımdır.

Dışardaki yağmur, tabiatın rahmetidir, taşa düşerse tesir etmez, kuma düşerse alta geçer kum ondan istifade edemez ama, toprağa düşerse toprak onu sindire sindire içer ve sonra da güneş doğunca kendinde mevcut olan hazineyi dışarı çıkartır. Peygamberlerin ve velilerin sözleri Allah'ın rahmetidir. Toprak gibi olan kimseler bunu alır, kendi hamuru ile yoğurur. Muhammed güneşi ona vurunca kendisinde mevcut olan Hakikat cevheri meydana çıkar ve o insan, aslını bu şekilde anlamış olur.

Güneş, âlâ ve esfel, iyi ve kötü, güzel ve çirkin, necis ve temiz her zerre üzerine ışıklarını saçtığı halde, kendisine bunlardan hiçbir şey bulaşmaz ve zarar da gelmez.

Efendim şöyle bir hikâye anlatmıştı: "Bir denizin kenarında bir çeşme varmış, şırıl şırıl akarmış. Deniz bir gün çeşmeye kızmış ve demiş ki: 'Ben koskoca bir derya olduğum halde, senin kadar çok ses çıkarmıyorum, gürültü yapmıyorum'.Çeşme'Evet ama, susuzlar ancak benim suyumla susuzluklarını gideriyorlar' demiş"

Şimdi burada çeşme mürşidi, deniz de Allah'ın varlığını remzeder. Biz Allah'ın varlığını doğrudan doğruya değil, ancak bir mürşit vasıtasıyla anlayabildiğimizden, susuzlar susuzluklarını ancak bir çeşmeden giderebilirler.

Bu kâinatta her zerre aşkın eseridir. Başlangıcı aşktır "Levlâke levlâk" hitabına muhatap olan iki cihan serveri Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimiz, yaratıkların evvelidir. Ahiri de aşktır, çünkü yine bu âlemin nuruyla nurlandıran son ve ahir zaman peygamberi, Cenab-ı Hakk'ın sevgilisi, Habibi Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimizdir.

Tevhit Allah'ı birlemektir. Bu da ancak tevhit ilmiyle bilinir ve bir kimse ancak bu ilimle şirkten kurtulabilir.

Kerameti kul sever, Allah sevmez.

Hazret-i Pîr der ki "Keramet-i kevniye zamanı geçmiştir. Şimdi keramet-i ilmiye devridir"Hakikaten de öyle. Bizim en küçük ihvanımızdan dahi, ilmen kendilerinden çok üstün olan tetebbu ehli kimselerle karşılaştıkları zaman bu keramet-i ilmiye zuhur eder. Bilgin kimseler, kısaca dış yüzü ile iyi tetebbu etmiş zevat, en müptedi ihvanımız karşısında dahi aciz kalırlar.

Küçük bir elektrik lambasının verdiği ışıkla neon lambalarının verdiği ışık aynı mı? Neon lambasına "Az ışık ver!" desen, onun ışığını azaltmak elinde mi? Kâmil insanlar da böyledir.

Şu yollara bakın, yeni yapılmış, asfalt, düz ve kısa yollar, bizi menzil-i maksuda daha süratli ve daha emniyetli götürüyorlar. Bizim yolumuz da böyledir.

Vakit akşam, güneş batmak üzereydi. Konya'dan Ankara'ya dönüyorduk. "Güneş neden görünmüyor?"diye sordular."Battı "dedim.

Hayır güneş batmaz, güneş yine var ama, biz onu göremiyoruz, çünkü önüne dünya geldi. İşte dünya bizim varlığımızdır. Önümüze gelince güneş gibi olan Cenab-ı Hakk'ın varlığını göremeyiz.

Veliler Keramet göstermekten kaçınırlar. Öyle bir keramet zuhur ederse ki herhangi bir kimsenin hidayetine sebep olmak için zuhur eder, fakat evliya bu kerametten dolayı utanır ve müteessir olur. Sebebi de halk onlardan zuhur eden bu tecelliyi kendilerine atfederler de şirke ve küfre düşerler ve onları ulularlar diye. Halbuki evliya bilir ki bu tecelli kendisinden değil, Cenab-ı Hak'tan olmuştur. Bunun için, insanları yanlış istikametlere sevk eden keramete hakiki veliler itibar etmezler; kendilerinden de bir kerametin zuhurunu asla talep etmezler.

Allah bizi, biz de eşyayı tasarruf ederiz.

Bir ağacın kemâlâtı yetiştirdiği meyvanın lezzetinden ve güzelliğinden anlaşılır.

Bu âlemde her zerre Hak'lıdır.

Başkalarının ayıbını değil, kendi ayıbımızı görelim.

Aslında her insan bir cevherdir. Mürşit ona sonradan birşey ilâve edemez, yalnız ondaki cevheri ortaya çıkarır. Tıpkı yeraltından çıkarılan madenlerin taş, toprak ve yabancı maddelerden arıtılıp hangi cins maden olduğunun meydana konulması gibi.

Bu âlemde her zerre vazifelidir. İşe yaramayan hiçbir şey yoktur.

Bu âlemde her zerre bizi irşat eder, yeter ki o şeyin ikazından ders alabilelim.

Her şey kemâl üzeredir, irfaniyet o şeyde noksanlık görmemektir.

Allah daima kullarının hayrına çalışır.

Efendim diyordu ki "Tevhidi kendinize uydurmayın, siz tevhide uyun."

Bir salik kardeşimiz, mürebbimizin kutup olup olmadığı şüphesini gidermek üzere, benden sormamı rica etmiş, fakat ben sormaktan hicap etmiştim. Aynı gün mürşidim bu zata bakarak ""Kutup yıldızı nedir? İnsanlar ondan nasıl faydalanırlar?"diye sordular ve cevabı yine kendileri verdiler "Sabit olan bir yıldızdır. İnsanlar ona bakarak yollarını bulurlar, cihetlerini tayin ederler. Şimdi sen bana bakarak yolunu buldun mu? Bu yolun doğru olduğuna emin misin? Öyleyse ben kutup olmuşum, olmamışım sana bir faydası var mı onun?"

Her zerrenin ve her mahlûkun zikri ayrı ayrıdır. Her zerre ve her mahlûk kendi hal lisanı üzere, Cenab-ı Hakk'ı zikreder. Gözün zikri görmektir, kulağın zikri işitmektir; sen diğerlerini de buna göre kıyas et. Cenab-ı Hakk'ı kemâliyle zikir ve tesbih eden insandır, fakat insan olmak da öyle kolay bir şey değildir. Bir kimse 26. mertebede cin, 27. mertebede insan, 28. mertebede insan-ı kâmil olur. 32. mertebeye kadar yükselen, bu şerr-i devriyenin son dört mertebesi daha vardır ki bu da maneviyat sahasında yüksek rütbeli, Allah'a en ziyade yakın olan büyük şahsiyetlerin makam ve mertebesidir.

Eğer Allah olmasaydı Muhammed zuhura gelmezdi, Muhammed de olmasa Allah bilinmezdi.

Hakikat ehli olan için vahdet-i vücud Allah, vahdet-i mevcut Muhammed, vahdet-i şuhud da onun zevkidir.

Eğer bir kimse, vahdet-i vücudu kabul eder, vahdet-i mevcudu inkâr ederse meşreb-i Musevîdir. Eğer bir kimse vahdet-i mevcudu kabul eder, vahdet-i vücudu inkâr ederse o kimse meşreb-i İsevîdir. Eğer bir kimse vahdet-i vücudu ve vahdet-i mevcudu tevhit ederse, yani her iki yüzde de Allah'ı müşahede ederse o kimse meşreb-i Muhammedîdir.

Hazreti Musa Cenab-ı Hakk'ı tenzih etti, Hazreti İsa Cenab-ı Hakk'ı teşbih etti, Hazreti Muhammed (s.a.v.) ise Cenab-ı Hakk'ı tevhit etti.

Cenab-ı Hak yalnız, tenzih ve yalnız teşbih ile bilinmez. Tenzih ve teşbihi tevhit ile bilinir.

Cenab-ı Hakk'ın velileri zatıyla sıfatına, sıfatıyla zatına dost olan kimselerdir.

Şeriat alimi iseniz, Şeriat postuna, Tarikat alimi iseniz Tarikat postuna, Hakikat alimi iseniz Hakikat postuna oturun. Bunun üçü bir arada olmaz. Üçünü bir arada toplamak demek, hiç bilmemek demektir.

Siz İlm-i Ledünden bahsedince etrafınızdakiler "Allah bize de nasip etsin " diyorlar. Bu İlm-i Ledün gökten mi gelir? Bize tebliği için muhakkak melâike mi gelmesi lâzım? İlm-i Ledün tahsili için Hızır'ı nerede ve nasıl bulalım? İlm-i Ledünü Cenab-ı Hak Peygamberi ve Kur'an'ı vasıtısı ile insanlara öğretmedi mi? Ve bu ilim bugün bir İNSANdan tahsil edilemez mi? Bugün için, İlm-i Ledünün tahsilini, insandan başka yerde aramak, o gayretin boşa gitmesi demektir.

Bir çeşmeden üç dört türlü su birden akmaz. Akıtırım diyen yalan söyler ve kendini aldatır.

Yağ küpünden yağ sızar, bal küpünden bal sızar, sirke küpünden de sirke sızar. Bal küpünden hem yağ, hem sirke sızmaz. Ancak dış tarafına yağ küpünden yağ, sirke küpünden sirke bulaşabilir, fakat bu da dışındadır, içinde değildir. Dıştaki olanlar arızîdir, kirletmekten başka bir şeye yaramaz.

Bu âlemde her zerre insana hizmet eder, insan da Allah'a hizmet eder.

Allah bizleri bu âleme yiyip içip zevk ü sefa etsinler diye yaratmadı. Vermiş olduğu nimetlerimden bir kapı bularak bana yönelsinler ve beni bulsunlar diye yaratmıştır.

İki menzili birbirine bağlayan yollar ve vasıtalar vardır. Bu yoldan ve vasıtalardan mahrum olan kimseler, iki noktayı birleştirmekten acizdirler. İşte Allah'la kul arasında da böyle yollar ve vasıtalar vardır.

Bizler iki varlığın konuşabilmesi için, tıpkı telefon telleri ve direkleri gibi vasıtadan başka birşey değiliz. O telefon direkleri kâmilleri remzeder. Onların elleri, telefon telleri gibi birbirine bağlanmak suretiyle bizi Allah'a ulaştırır. Eğer bu sebep ve vasıtalar aradan kalkacak olsa, hiçbir kimsenin Allah'a ulaşması mümkün olmaz.

İnsanlar yolda giden bir araba veya otomobili görürler ve otomobil gidiyor derler. Hiç onu kullananı görmezler.

Ehl-i zahir olanlar otomobili, ehl-i batın olanlar şoförü, kâmiller ise hem otomobili, hem şoförü müşahede ederler, çünkü otomobil olmasa şoförün mevcudiyeti anlaşılmaz. Şoför olmasa otomobil iş yapamaz. Her ikisi de birbirine muhtaçtır. Şu var ki otomobil şoförün emrindedir.

Bir gün komşu bahçede toprağı çapalayan bir zatı göstererek "Bakın"dedi"Bahçenin çapalanması için çapaya, çapanın iş yapabilmesi için de bir insana ihtiyaç vardır. Bahçıvan olmasa çapa kendiliğinden toprağı çapalayamaz ama, bahçıvanın da çapaya ihtiyacı vardır, zira çapa olmasa toprağı neyle çapalayacak? İşte bir şeyin yapılabilmesi için kulların Allah'a, Allah'ın da kullarına ihtiyacı vardır."

Bir ağacın güneşe bakan meyvaları, olgun ve lezzetli olur. Güneş görmeyenler ise renksiz, kavruk, ham ve lezzeti buruk olurlar.İşte Hakikat güneşine yüzünü çevirenler, tıpkı o ağacın olgun meyvaları gibi kemâle ererler.

Ben deniz gibiyim üzerimde pislik tutmam; bana karışan pislikleri her dalgamda dışarı atarım.

Bizim ânımız ânımıza uymaz. Yazken kışa, güzken bahara döneriz.

Bugün hava bulutlu. Bulut güneşi örttü, gözümüzden gizledi. Bulut ortadan kalkınca güneş zahir olacak. İşte bu kâinat da Allah'ın mevcudiyetini gizleyen bir bulut gibidir. Tevhit rahmeti ile kâinat bulutu mevcudiyetini kaybedince Hakikat güneşi zahir olacaktır.

Baş açık namaz kılınmamasının bir de manevi sebebi vardır. Hakikat sözlerinin nâehil yanında açıkça söylenmemesini remzeder.

Bak, her sürüde bir çoban ve bir de eşek bulunuyor, ayrıca sürüyü bekleyen sadık köpekler de var. Çoban yükünü eşeğe yüklüyor. Deve kervanının önünde de bir eşek gider, kervancıbaşı o eşeğe biner.

Allah yolunda atılan her adım, nurdan bir yükseliştir.

Büyük kaya parçaları ve dağlar bulundukları durumu, muhafaza ettikleri müddetçe, kendilerinden hemen hemen hiç istifade edilemez. Onlardan istifade edebilmek için onları parçalara bölmek lâzımdır, çünkü onlar kendi şahsî ilim ve nefislerinin esiridirler. Tıpkı insanlar da böyledir. Nefislerinin ve şahsî bilgilerinin gururu içinde olan kimseler, nefislerini bilgilerini terk etmedikçe bu halden kurtulamazlar.

Allah korkusu, O'nun sevgi ve muhabbetinden mahrum olmak endişesidir.

Ben İlm-i Tevhidi en iyi zevk edeni, en çok severim. Benim başka türlü düşünen bir insana yakınlık duymama imkân yok.

Biz bir kimseyi gönlümüzden çıkardık mı o kimse bizden uzaklaşır. Halbuki o kendisi uzaklaştı zanneder. Bir kimse gönlümüzden çıktı mı artık bir daha oraya yol bulamaz.

Biz lûtuflardan Allah'ın müsaadesi kadar istifade ederiz. Allah istemeyince zikri ile, ef'ali ile bize bunu ihtar eder. Tıpkı yavrusunu azarlayan baba gibi . Dinlemezsek cezası şiddetli olur. Bizi yerden yere çarpar.

Sohbette talipler çoktu ve intisap etmeyi arzuluyorlardı. Birden elektrikler söndü. Karanlıkta kalan taliplere, "İşte bu sizin halinizdir". Hemen biraz sonra elektirikler yandı "Bu da bizim halimizdir"dedim.

Bizde Âdem'e secde etmeyene şeytan derler. Kim Âdem'e secde ettiyse, o Âdem'liğini bildi.

Biz sizi melek değil, insan yapmaya çalışıyoruz. Öyle bir insan ki "Abdest alırken melekler onların ellerine su döker " deniliyor.

Her odundan mobilya yapılmaz, biz sizi yontarak, törpülüyerek mobilya yapmak istiyoruz, fakat sizin aslınızda o kabiliyet yoksa biz ne yapalım?


ANKARALI AŞIK NİYAZİ DEMİRÖRS'ÜN KİŞİLİĞİ VE ANILAR

Efendim Aşık Niyazi Hazretleri ile 1963 yılının Aralık ayında üç aylık mektuplaşma döneminin ardından 16 yaşındayken karşılaştım. Yaşım küçük olduğu için, önce üniversiteyi bitirdikten sonra Tevhit yoluna adım atabileceğimi söylediler ama, daha sonra benim tahammül edemeyecek kadar arayış içinde ve istekli olduğumu görünce ilk karşılaştığımız gün beni kabul etmek lûtfunu göstererek Tevhidin ilk makamını telkin ettiler.

Aynı gün yapılan sohbette aylardır merak ettiğim ve içinden çıkamadığım, Kur'an'da okuyup anlayamadığım konuları benim sormama lüzum kalmadan sohbetin seyri içinde bir bir açıkladılar. O günkü heyecanımı anlatmaya kelimeler kâfi gelmez. Bana o günü bahşettiği için Allah'ıma ne kadar şükretsem azdır.

Aşık Niyazi Hazretleri, konuşma yeteneği çok güçlü, otoriter tavırlı ve heyecanlı bir konuşmacıydı. O konuştuğunda dikkatler, ister istemez ona yönelirdi; o anda başka bir şey düşünmemize imkân kalmazdı. Sohbet bittiğinde herkes sarhoş olurdu.

Tevhit konusunda çok bilgiliydi; her zaman her soruya cevap verir, konuları her zaman değişik açılardan ele alır ama, getirip AŞK noktasına bağlardı. Bilgiyle, ilimle Tevhit yolunun katedilemeyeceğini ancak aşk ile sonuca gidileceğini söylerdi.

Hiç ağladığını görmedim ama, anlamlı bir ilâhi söylendiğinde elini yanağına dayar ve hüzünlenirdi.

Kendisinin kalp ve romatizma rahatsızlıkları olmasına rağmen, son derece enerjik, hareketli, atak ve müteşebbisti. Bir başka özelliği de nerede dinî kişiliği olan birisini duysa tanımak için hiç üşenmeden adres öğrenip bulup görüşmesiydi. Yokuşları hızla tırmanışını hayretle izlerdim. Kalbine zarar geleceğinden endişe ederdim ama, çekinir bunu söyleyemezdim.

Bir buçuk iki ayda bir Istanbu'la gelir, dört beş gün kalırdı. Biz de o günler zarfında ona hizmet eder, akşamları da sohbet için bütün ihvan toplanır, onu dinlerdik. Genellikle gece 01.00 vapuruyla Kadıköy'e dönüşlerimizi hatırlıyorum. Ertesi gün işe uykusuz da gitsem, akşam sohbette kendimi iyi hissederdim.

Kendisine bağlandığım ilk günlerde bu yolda en önemli konunun, mürşide teslim olmak ve onu yargılamamak olduğunu öğrenmiştim ama, öğrenmek tatbikatla gerçekleşir. Eğer tatbikatta başaramamışsak, beynimizdeki bilgi bilince geçememiş demektir.

Efendim bir gün memur olarak çalıştığım bankaya habersiz olarak yanında üç dört kişiyle beraber geldiler. Bankodan içeri misafir kabul etmek yasak olduğu halde içeriye girdiler. Ben bir yandan oturtacak yer telaşını yaşarken, bir yandan da amirlerimin ne diyeceklerini düşünüyordum ve bu davranışa anlam veremiyor ve ter döküyordum. O anda "Teslim olmak ve yargılamamak lâzım" bilgisi aklıma geldi ve büyük bir gayretle onları ağırladım ve kafamdan geçen akılcı düşünceleri hemen yok ettim. Evet, mürşit ne isterse yapacaktı, biz ona razı olmak, onu yargılamamak suretiyle onda yok olacaktık.Efendi için her şey feda edilmeliydi: İş, prestij, etraf ne der korkusu, amir tarafından azarlanma riski; hepsi göze alınmalıydı.

İstanbul'a çoğunlukla otobüsle, bazen da trenle gelirdi. Karşılamaya gittiğimizde herkese birer kutu şeker dağıtır, çoğunlukla bana vermez ve gülerek "Sana başka bir şey vereceğiz"derdi. Ben de bu verişin, manevî bir değer olduğunu anlar ve sevinirdim.

Genellikle Istanbul'a geldiğinde bankaya uğrardı ve ben bütün zorluklara rağmen izin alıp kendisiyle beraber Kapalıçarşı'ya alışverişe çıkardık. Bazen bir yerde sözleşirdik, soğukta saatlerce bekletir ve gelince "Aşık olmak kolay değil" deyip yürürdü. Bazen çok sinirli olur, özellikle bir yere gidileceği zaman ağırdan alıp hazırlanamayanlara kızardı.

Ankara'da haftada bir gün cumartesi öğleden sonraları sohbet yaparlardı. Bizler de senede iki defa Ankara'ya giderdik. Ekim ayında sohbetlerin açılışına, Haziranda da kapanışına katılırdık. Yazın sohbet yapılmazdı. Bu gidişlerimizde büyük sofralar kurulur, kendisi ayakta hazırlıkları denetler, bizleri masaya oturtur ve yemekte Ankara tavası ve irmik helvası ikram ederlerdi.

Bir yaz tatilinde bir haftalığına beni Ankara'ya davet etti. Bir hafta boyunca her sabah kahvaltıda eşi Kadriye Hanıma ortada hiçbir sebep yokken devamlı bağırıp onu mantık dışı suçlamarla hırpaladı. Tabii ben bu arada yemek mi, dayak mı yediğimi anlayamamıştım.

O zamanlar benim en çok kaldıramadığım şey mantıksızlıktı. Efendimin o davranışlarına razı olmak ve yargılamamak benim için çok zordu ama, başardım. Böylece bir perdemi daha yırtmış oldum.

Aynı tür bir olay da sinemada gerçekleşti; eşi Kadriye Hanımla ben filmi seyrettik ama, Efendim uyudu. Film bitti, filmin konusu hakkında konuşurken Efendim "Şu olay şöyle olmuştu"deyip bu iddialarını sürdürdü. Bense filmdeki olayın öyle olmadığını biliyordum. Seyretmemesine rağmen bu tavırlarına çok şaşırmıştım ama, hemen kendimi toparladım ve onu tasdik ettim.

Buna benzer pek çok olay yaşadım kendisiyle. Çok şükür ki bize bu rahmet davranışlarında bulundular da idrakimizde açılmalar oldu.

Bazen sohbetten önce başka bir odada dinlenirken, bazen de vapurda dönerken diğerlerine "Nuray size teslimiyeti anlatsın" der kendisi başka yerde otururdu. Ben de tevhitte bütün kazancın mürşide teslimiyet, tahammül, tasdik ve hizmetle sağlanabildiğini dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışırdım.

Mürşit için akıl almaz şeylere katlanırsak, onun sevgisi harekete geçer ve manyetik akımlarla idraklerimizi açar. Bu gerçek, maalesef her Tevhit ehli tarafından anlaşılmaz. Bilenler de açıklayamazlar. Mevlâna da Şems-i Tebrizî'ye razı ve teslim olarak, hizmet ederek onun muhabbet akımlarına maruz kalmış ve Mevlâna haline gelmiştir. Mürşitlerin bu mantık ve çizgi dışı davranışlarının riski, bunu anlamayanlar, teslim olmayanlar tarafından yargılanıp inkâr edilmeleri ve sonuçta inkâr edenlerin kopmalarıdır. Bu da sık sık tanık olduğumuz bir olay olmuştur.

Aşık Niyazi Hazretleri, beş vakit namazını kılar, orucunu tutardı ama, sohbet sırasında asla namaza kalkmazdı. Bizler oruç tutardık ama, çoğunlukla namaz kılamazdık. Bunu önemsemez, bizim Allah'la mı, nefsimizle mi olduğumuza bakardı. Hiçbir zaman beni bu konuda eleştirmişliği yoktur. Bazen çok şey sorardım, buna kızardı "Bu yol bir şey öğrenmekle değil, Efendinin gönlüne girmekle olur"derdi. Tafsilata kaçan sorular onu sıkardı.

Talebelerinin dışındaki kimselere karşı gayet olgun, saygılı ve sabırlı davranır, hiçbir ölçüsüz hali olmazdı. Bizleri de"Aman yolumuza taş attıracak bir şey yapmayın" diye uyarırdı.

Yine bir gün bankaya uğramıştı "İrlandalı Kız" filmine gitmek istediğini ama, çok kuyruk olduğunu söyledi, bunun üzerine izin aldım, beraber çıktık. Sinemada gerçekten çok uzun bir kuyruk vardı. Bir anda büyük bir şevkle gişeye gittim. Bir bilet istedim, ne kuyruktakiler, ne de gişe memuru itiraz etmediler; bileti aldım. Efendim buna çok sevinerek "Aşkla yapılan her hareket başarılı olur, aşk her engeli aşar"dedi.

Evet, hep sohbetlerinde aşktan bahseder, eski evliyanın yaptıklarını örnek gösterirdi. Özellikle Mevlâna'ya hayrandı ve Şems için yaptıklarını sık sık anlatırdı.

Ankara'da bir gün Efendimin sonradan icazet verdiği İlhami Doğmuş Hazretleri (o zaman kendisine İlhami Bey diyorduk) ile beraber Gençlik Parkına gitmiştik, İlhami Bey Efendimin çocuklarını gezdirdi. Kapıda biraz gecikince, Efendim ona "Ne o İlhami Bey bizi sana ne unutturdu?" diye ona sitemde bulundu ve "Allah kıskançtır" diye ilâve etti. Halbuki İlhami Bey, Efendimin çocukları için uğraşmış, onları salıncaklara bindirmişti. Bu olay bizlere bir şey anlatmak içindi: Allah'ın kıskançlığıyla kendi kıskançlığının aynı olduğunu anlatmak istemişti.

Sevgili Efendim bize bu aşkı tattırdığınız için binlerce teşekkürler. Ne yapsak, ne etsek sizin hakkınızı ödeyemeyiz.

Haddim olmayarak şiirlerinizi lûtfunuzla yorumlamaya ve açıklamaya çalışacağım. Sizin gibi ulu bir insan-ı kâmili anlatmak için, kelimeler yetersizdir ama, affınıza sığınarak dilimin döndüğü kadar aktarmaya çalışacağım.

Bu fırsatı bana lûtfettiği için yüce Yaradan'a şükrediyor ve aşıkların gönüllerine sizin aşkınızın kıvılcımlarından üflüyorum.


A.NURAY OKTAY


ANKARALI


AŞIK NİYAZİ DİVANI


VE


AÇIKLAMALAR




1


1

Visaline ereyim, Cemalini göreyim

Huzurunda durayım, medet Allah'ım medet.

Sana, senden ah ile her zaman yalvarayım

Al benim benliğimi, medet Allah'ım medet.


Seher vakti aşk ile divanına çıkayım,

Ben de pervane gibi benliğimi yakayım,

Yoluna canlar verip, göz yaşımı dökeyim

Ey dertlerin dermanı, medet Allah'ım medet.


Allah diyeyim daim, hep seni zikredeyim,

Kapında bir kul olup lûtfuna şükredeyim,

Senden cüda olursam ben nereye gideyim?

Aşıkların mekânı medet Allah'ım medet.


Aşık Niyazi sana canı berdar eyledi,

Oldu senin bülbülün, bağı gülzar eyledi,

Lâyık mıdır kapına, aşkın serdar eyledi

Vuslatından ayırma, medet Allah'ım medet.


Aşık Niyazi Demirörs Hazretleri bu şiirinde Allah'a vuslat etmek, cemalini görmek, huzurunda durmak ve benliğini ve canını Allah için vermek gibi kavramlardan bahsetmektedir. Acaba bizim bu konularda aklımıza gelenler veya hayalimizde canlandırdıklarımız kendisinin bize ifade etmek istedikleriyle aynı mıdır? Gerçekten neyi anlatmak istediğini anlayabilmemiz için, bu gibi kavramları soyut halden çıkartıp somut bir hale getirmemiz gerekir. Bu kavramlar bir terminoloji sayılabilir ki bu da İlm-i Ledün terminolojisidir ve bunu bilmeyenler için Allah'a varma kavramı hayalî olmaktan öteye gidemez.

İlm-i Ledün (Hakikat İlmi) Peygamberimizin o devirde yalnızca istidatlı kişilere anlatabilmiş olduğu bir ilimdir, diğer bir adıysa aşk ilmidir. Bu ilmi nefsinde yaşamaya çalışanlar, mutlaka bu aşk girdabına kapılmalıdırlar ve bu girdaba rastlamışlarsa ona kapılmaları da kaçınılmazdır.

Şiire tekrar göz attığımızda Allah ile yüzyüze gelmek, yani onun Cemalini görmek, karşılıklı gelip huzurunda durmak talebi vardır. Bu imkânsız gibi görülen olay, bizim Allah'ı ve kendimizi ayrı görmemizden, kendimizin ayrı bir varlığı olduğunu zannetmemizden ileri gelmektedir. Halbuki karşımıza İlm-i Ledün'ü bilen bir mürşit çıkar da bizim varlığımızın ve kâinattaki tüm varlığın sadece Allah'a ait olduğunubildirir, biz de bu bilgiyi kendi nefsimize sindirmek suretiyle bilinç düzeyimizi bu bilgiye paralel bir hale getirirsek Allah'ın Cemalini görmek ve vuslat etmek bir hayal olmaktan çıkıp gerçek haline dönüşebilir. Aslında bu iki satırla ifade edilen gerçek, insanın bir ömür boyu uğraşarak varabileceği bir gerçektir, çünkü bugüne kadarki şartlanmalarımız, kendimize verdiğimiz değerler bizim bu idrake gelmemizi devamlı geciktirecektir. İşte bu gerçekten dolayı Aşık Niyazi Hazretleri, engel teşkil eden benliğinin ortadan kalkması için yalvarmakta ve "pervane gibi benliğimi yakayım"demektedir. Pervane, elinde olmadan, yok olacağını bile bile ateşe doğru gider; kendi varlığının devamının hiç önemi yoktur. İşte o da Allah'a bir pervane misali koşarken hiçbir şeyin onu engellememesini istemektedir.

Böyle bir istekte bulunan kişinin aklı, varlık hakkında kendisinin o güne kadarki yanlış zan ve idraklerinin neler olduğunu, hangi durumlarda Allah'ı gördüğünü, hangi durumlarda göremediğini anlamaya çalışmakla meşguldür. Bu da daima Allah'ı zikretmek anlamındadır. Allah'ı dille zikretmek bir tarikat çalışmasıdır. Oysa insan, İlm-i Ledünün ışığı altında kendine ait ayrı bir varlığı olduğu zannından kurtulabilmek ve bütün kâinatta hiçbir zerre dışarda kalmamak üzere Allah'ı görebilmek amacıyla, her an bu gayret içinde bulunur, yani idrak ve gönül seviyesinde hep Allah'ı zikreder. Sadece dil ile yapılan zikrin, bu idraksal zikir karşısında önemli bir yeri yoktur.

Aşık Niyazi, şiirinin son dörtlüğünde ise canından geçmek için verdiği gayretlerin sonuç verdiğini görerek Allah'ın"bülbül"ü, yani sadece Allah'ın Zatını görüp onu anlatanlardan olabildiğini ifade etmekte ve kendi şahsında bu vuslat halinin gerçekleştiğini görüp bu halin kendisinde devamlı kalması arzusunu dile getirmektedir.


2


Yâ Resûlullah


Canı canânın eşi, doğdu hakikat güneşi

Akar gözümün yaşı, çaresin Yâ Resûlullah.


Dertliler deva buldu, senin aşkınla var oldu,

Nur-i pâkinle doldu bu âlem Yâ Resûlullah.


Sildin göz yaşımızı, âsan ettin işimizi,

Kurtardın başımızı lûtfunla Yâ Resûlullah.


Sadıkların vefası, ümmetinin Mustafa'sı,

Aşıkların safası sen oldun Yâ Resûlullah.


Secde etmez alnımız, dünyaya verdik gönlümüz,

Ne olacak halimiz medetsin Yâ Resûlullah.


Terk etme sünnetini, bulasın gel himmetini,

Her zaman ümmetini düşünür Yâ Resûlullah.


Aşkın ile yanayım, pervane gibi döneyim,

Şefaatini bulayım ne olur Yâ Resûlullah.


Aşık Niyazi ağyar kalmaz gönle girince yâr,

Canım içre tahtı var sultanım Yâ Resûlullah.


Aşık Niyazi Hazretleri bu şiirinde Peygamberimiz Hz. Muhammed'e övgüler, hitaplar ve niyazlarda bulunmaktadır. Bu şiirdeki hissiyati anlayabilmemiz için Peygamberimizin malı olan ve çok az kişiye açıkladığı bilgilere aşina olmamız gerekir. Bu bilgiler de Hakikat - Tevhit - İlm-i Ledün adlarıyla anılan ilimde mevcuttur.

Bu ilme göre, kâinat yaratılmadan önce Allah vardı ve onunla beraber hiçbir şey yoktu. Bir anlamda Allah kendisinin nasıl olduğunu bilmiyordu ve gizli hazine halinden saçılıp ortaya çıkmak için bir aşk, bir istek duydu. Bu aşkın sonucunda ilk değişim gerçekleşti ve Allah'ı tümüyle idrak edebilen bir bilinç, bir hal, bir ruh, bir nur, bir idrak meydana geldi.Allah bu muhteşem nurun, muhteşem idrakin adına Muhammed adını verdi. Bu isim övülmüş, methedilen anlamını taşır. Kendisini eksiksiz gösterebilen bu aynaya aşık oldu ve onun aşkına, tüm isim ve sıfatlarına (özelliklerine) ayrı ayrı ruhlar haline gelmelerini emretti. Ardından da bu ruhları, bu isim ve sıfatları, gelişmeleri için, yine bu isim ve sıfatlarla yarattığı kâinatta esfel-i safilin (en düşük seviye) olarak nitelendirdiği dünyaya, yani madde âlemine gönderdi.

Allah'ın tüm özellikleri, sıfatları, isimleri Hz. Muhammed'de vardı, fakat ondan meydana gelen ruhlarda sadece bazı özellikleri bulunmaktaydı, yani tüm ruhların asıl vatanı Hz.Muhammed'in nuru ve ruhudur. Bütün idrakler, bilinçler o nurun alt kademelerinden oluşur ve ana merkezden uzaklaştıkça gerçeklere ters düşen idrakler meydana gelir ve aslını inkâr eden idraklere kadar iner. Bir başka gerçek daha vardır ki kişi ister inkâr etsin, ister tasdik Muhammed'in idrakinin idaresi altındadır, mevcudiyeti ona bağlı, eylemleri ister istemez onun istekleri doğrultusundadır. İşte Aşık Niyazi Hazretleri bu gerçekleri idrak etmiş ve Resulûllaha "Canı cananın eşi" diye hitap etmiştir, yani "canan"olan Allah ile Muhammed'in "can"ı arasında bir fark yoktur, eşitidir, eşidir. Merkezdeki nur ve ruhtur. Dikkat ederseniz bütün bu açıklamalar kâinat yaratılmadan önceye aittir. Peygamberimiz de bu konudaki hadislerde

"Âdem su ile çamur arasında iken benim ruhum yaratılmıştı."(Arabî, Seceret-ül Kevn, s.73)

"Ben Allah’tan, müminler de benden."(Keşfu’l Hafâ,1/205)buyurmuştur.

Bütün bu bilgiler bize Peygamberimizin dünyaya gelişi ve gidişi ile sınırlı olmayan bir "Muhammed" anlayışı getirmektedir: Hepimizin ana kaynağı Hz.Muhammed'dir. Yolun sonu O'dur. Tüm çareler ondan gelir.

Şiirdeki "Dertliler derman buldu"ifadesindeki "dert"u anlama gelir: Bu gerçeği öğrenince insan, anayurdu olan Muhammed'i özler, o idrake geri dönmeye çaba harcar. Bunun devası ise O'nun bizi sevmesiyle mümkündür. O bizi severse, her yerde O'nun nurundan başka gözümüze bir şey görünmez olur. O zaman da şiirdeki "Kurtardın başımızı"fadesi ortaya çıkar, çünkü yanılgımızı, yanlış idrakimizi düzeltebilmişizdir. Eğer sadık olursak bu çabamızla "safa"olan gerçeğe varırız.

İnsan olması gerekeni öğrenir ve kendi halinin bu gerekene uymadığını görürse hayıflanır. O zaman şiirdeki gibi

"Secde etmez alnımız , dünyaya verdik gönlümüz"

"Ne olacak halimiz [...]"

der. Bu secdeden maksat da yanlız yere secde değil, gönlün, varlığın, idrakin O'na secde etmesi, yani varlığını vermesi demektir.

Varlığını terk etmek, Peygamberimizin Hakikat anlamındaki sünnetidir,çünkü bütün nimetler önüne serilmiş, o bunların hiçbirine rağbet etmemiştir. Terk ettiği bu varlıkla, maddi kıymetleri bilfiil terketmeyi kasdetmiyorum, aksine bu maddi kıymetleri gerektiği gibi kullanırken bunlara ait her türlü gönül bağının terk edilmesini kastediyorum. Hz.Muhammed bu dünyadaki maddi ve manevi hiçbir değeri ezeldeki idrakine tercih etmemek suretiyle o idrake geri dönebilmiştir.İşte biz de bu sünneti yerine getirir hiçbir hal, durum, değer, kişi, sıfat, özellik bizi oyalamazsa pervane misali hedefimize varır ve şefaate kavuşmuş oluruz.

Aşık Niyazi Hazretleri şiirinin son satırlarında

"Ağyar kalmaz gönle girince yâr

Canım içre tahtı var sultanım Yâ Resulûllah"

derken"Ağyar" ile yanlış, eksik idrakleri ve değerleri, "yâr" ile de doğru, gerçek ve son olan Resulûllahın idrakini, O'ndaki Allah bilincini kastediyor. Kendisi de bu bilince kavuşunca başka bir şey (ağyar) kalmadığını bu idrake ve zevke kavuştuğunu ifade ediyor. Gönlümdeki nur, canımdaki idrak Muhammed'in idrakidir demek istiyor.


3


ARAYAN NERDE BULUR GÜZEL ALLAH'IM SENİ?


Hem birsin, hem de varsın, yere göğe sığmazsın.

Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni?

Ne yurdun mekânın var, doğurmazsın doğmazsın.

Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni?


Saldın dertlere bizi, gözlerden nihan oldun.

Bu dert ile mi acep derdine çare buldun?

Bir müminin kalbine bilmem ki nasıl doldun.

Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni?


Nuh'un gemisinde mi söyle mekânın nerde?

Tur-i Sina dağını etme bizlere perde.

Hasretinle aşıkı düşürdün türlü derde.

Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni?


Kimi zülfün telinde, kimi tenhada arar,

Kimi düşmüş yollara gelip geçene sorar,

Kimi pervane gibi şûlede kılmış karar.

Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni?


Aşkın ile yanayım aşıka yoldaş olup,

Vuslatına ereyim sırrına sırdaş olup,

Beni ağyare dost et, âleme kardeş olup,

Arayan nerde bulur güzel Allah'ım Seni?


Ulvi gibi rahmeti gani sultan bulanlar,

Tevhit ile bu aşkın deryasına dalanlar,

Aşık Niyazi gibi Dost ile bir olanlar,

Can ile tende bulur güzel Allah'ım Seni.


Allah'ın var ve bir olduğu ve bir mekânı bulunmadığı, doğmadığı ve doğurmadığı İhlas Suresinde bildirilmiştir. Allah'ın Zatının düşünülmemesi de verilen bilgiler arasındadır. Buna rağmen bir başka ifade de Peygamberimizin Miraca çıktığı zaman Allah ile karşılıklı olduğu ve ümmetinin halinin ne olacağı sorulduğunda Allah'ın "Ümmetinin Miracı namaz olsun"diye cevap verdiği de bilinenler arasındadır. Bunun dışında gerek Yunus Emre, gerek Mevlâna, Abdülkadir Geylâni, Hallac-ı Mansur gibi geçmişteki veliler Aşık Niyazi'nin bu şiirinde ifade ettiği gibi Allah'a bu dünyada varma isteklerini ve tatbikatlarını dile getirmişlerdir.

İlk dörtlükte Allah'a varmak isteyen, fakat bunun nasıl olduğunu bilmeyen bir ifade tarzı görülmektedir. Bu arayış içine düşen kişi artık bir dert sahibi olmuştur. Eğer bu derdi olmasa tabii ki derman da söz konusu olamaz. Bu dert öyle bir derttir ki bizi tamamen kaplamadan çare oluşamaz. Bu derdin oluşmasına neden olan olay ise ezelde gerçekleşmiştir.

Bizler Allah'ın ve Muhammed'in varlığına gark olmuşken böyle bir derdimiz yoktu, çünkü asıl vatanımızdaydık. Allah'ı ve Muhammed'i tasdik eder durumdaydık, yani varlığımızın bize ait olmadığını, Allah'a ait olduğunu biliyorduk. Tasdik etmek sureti ile secde ediyorduk. Bize Allah tarafından "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" (Elestü-bi Rabbi-küm) diye sorulduğu zaman "Evet"(Beliğ) diyenlerdendik. Bir takım ruhlar ise niye dediklerini bilmeden taklidi bir tasdikte bulundular. Bir grup da vardı ki bu soru ile hiç ilgilenmediler, çünkü ana merkezden oldukça uzaktalardı. İşte bu dünyaya gelindiğinde ilk saftaki ruhlar olarak nitelendirilen ve bilerek "Evet" diyenler mutlaka bu derde düşeceklerdir.

Bu dert ise adeta bir korkudur. Bazen rüyanızda olmadık bir yerde kendinizi görürsünüz ve oradan kurtulmaya çabalarsınız, uyanınca korku da biter. İşte bu dünya da o kişiler için korkulu bir rüya gibidir. Yabancılık çeker ve asıl mekânlarına geri dönmek derdi içine düşerler. Mekân nerededir? Allah'ın mekânı olmadığına göre mekân ne demektir? Mekân madde boyutu için geçerlidir. Tabii ki Allah'ın mekânı dediğimizde mana boyutunu düşünmek zorundayız. Bir hadis-i kutside "Ben yere göğe sığmam, mümin bir kulumun kalbine sığarım" (Arabî, Mir'at'ül İrfan, s. 40) buyurulmuştur. Bu da bize gösteriyor ki insan, mana boyutunun tamamiyle ortaya çıkabildiği, ifade edilip yaşanabildiği yegâne yerdir.

İkinci dörtlükte bu hadise atıf yapılmakta ve Allah'ın nasıl olup da bir insan kalbine, gönlüne sığabildiği sorulmaktadır. Burada "bir mümin"ifadesi vardır, çünkü mümin demek herhangi bir insan demek değildir. Mümin ezeldeki idrakine geri dönmüş, yani bu âleme annemizin karnından doğduğumuz andan itibaren bize verilmiş olan kendimize ait ayrıca bir varlığımızın ve bize ait bir takım değerlerin olduğu yanılgısından kurtulmuş ve hiçbir beşeri vasfı kalmamış kişidir. Beşeri vasıflardan kastımız kendimize mal ettiğimiz, kendimize sindirdiğimiz ve onlarsız yapamadığımız her türlü değer, her türlü yargılama, her türlü alışkanlıklar, hazlar Allah'ın dışındaki herhangi başka sevgilerdir.

Üçüncü dörtlükte "Nuh"ve"Tur-i Sina"kelimeleri kullanılmış ki Hakikat İlmine göre Nuh'un gemisi ve Tur-i Sina insan bedenini ifade ederler.Eğer bu bedenin istekleri ve arzuları bizleri oyalar ve biz de bunları sonu gelmeyecek bir gerçek gibi algılarsak, arkasındaki gerçeği göremeyiz. Yani ruhumuzun özelliklerini bilemeyiz. Bu ruh bize Allah tarafından üfürülmüştür. "Ben onları topraktan yarattım ve onlara kendi ruhumdan ruh üfürdüm."(Al Secde, 9) gerçeğini algılıyamayız. Maddemiz manamıza perde olur.

Dördüncü dörtlükte "Kimi zülfün telinde, kimi tenhada arar"denilmekte. Burada "zülfün teli"(saç teli) bir sembolik ifade olarak kullanılmıştır ve madde veya çokluk âlemi anlamına gelir.

Bir kısım insanlar hem bu dünya değerlerine dalarlar, hem de Allah kavramları vardır. Kimisi inzivaya çekilir, dünyadan elini eteğini çeker, ibadetle meşgul olur ve Allah'a yaklaşmayı umar; kimisi devamlı arar ve çeşitli insanlara Allah'ın nasıl bulunacağını sorar; kimisiyse hedefini tesbit etmiştir ve oraya doğru yanmak üzere koşar ki bunlar gerçek Allah aşıklarıdır.

Beşinci dörtlükte Aşık Niyazi Allah'ı ancak aşkla bulabileceğini anlamıştır. Bir başka aşık ile arkadaş olmayı talep etmekte ve bu sayede sonuca ulaşmak ve bütün sırlara aşina olmak istemektedir. Öğrendiği bilgilerden kâinattaki bütün varlığın Allah'a ait olduğunu anlamış ama, bunu hemen tatbikata sokamadığı için bugüne kadar düşman bildiklerinde de, Allah'ın varlığını görmesi gerektiğinden "Dost et"alebinde bulunmakta ve bütün âlemle kendisini özdeş olarak görmek istemektedir.

Sonuncu dörtlükte:

"Ulvi gibi rahmeti gani sultan bulanlar,

Tevhit ile bu aşkın deryasına dalanlar,

Aşık Niyazi gibi Dost ile bir olanlar,

Can ile tende bulur güzel Allah'ım seni"

denilmekte.

Ulvî, Aşık Niyazi'nin mürşididir. Asıl lâkabı Yozgatlı Ulvî Durak Erdenilgen Hazretleridir. Bütün bu arayışın daha önce Allah'a varmış olan Ulvî Erdenilgen Hazretlerine bağlanmak suretiyle sonuçlandığını, kendisinden bir Hakikat mürşidinin mutlaka bilmesi gereken Tevhit İlmi (İlm-i Ledün) tahsil ederek bu aşka kavuştuğunu, bu aşk sayesinde tüm benliğinden ve varlığından soyunarak Allah'a vardığını ve daha kendi bedenindeyken kendi canında Allah'ı bulduğunu ifade etmektedir. Benzer ifadeler Yunus'un şiirlerinde de görülmektedir. Çoğunluğun bildiği gibi Yunus da "Ete kemiğe büründüm,Yunus diye göründüm."< demiştir. Bu iki ifade birbiri ile özdeşleşmektedir.

Bu arada bir konuya değinmeden geçmek istemiyorum. Son zamanlarda bazı kimseler "Ben Tanrıyım. Bende de Tanrının varlığı var" duygusuna kapılmakta ve alabildiğine hür olduklarını ifade etmektedirler. Böyle düşünmek onlara bir hürriyet getirmez. Önce beşeri vasıf dediğimiz ve bu dünyaya ait olan, mana âleminde hiçbir önemi olmayan takıntıların esiri olmamak gerekmektedir. Kişi bu âlemde hür olduğunu zannederken peşinde koştuğu bir ideal, bir sevgi veya bir tutkuda yoğunlaşır; imajları sadece bu dünya ile sınırlanır. Bu imajlara sıkı sıkıya bağlı olduğundan ve öldüğünde de mana âleminde bunları bulamayacağından, bir tutsak olduğunu ancak orada anlayacaktır. Dolayısıyla gerek Yunus'un, gerek Aşık Niyazi Hazretlerinin ifade ettikleri Allah'ı "Can ile tende" bulmak için bu madde âleminin bağlarını koparmak ve bu tutsaklıktan kurtulmak gerekmektedir. Bu da büyük çabalar gerektirir. Bu dünyada her şey bir çaba sonucu oluşur. Allah'a varmak ise normalin üstünde bir çaba gerektirir. Bedavadan "Ben Tanrıyım." diyenlere böylece bir uyarıda bulunmak istiyorum.


4


MİRACINDA YÂ RESÛLULLAH


Ümmetim dedin daim Hakk'a eyledin niyaz,

Diledin, ümmetinin miracı oldu namaz.

Rabb'imizin atâsı Sensin Ya Resûlullah.


Mirac-ı aşkın ile daim devreyler felek,

Bu senin devletine ermedi ins ü melek.

Makamın müntehası Sensin Ya Resûlullah.


"SÜMME DENA", seyrinin Nur-i pâki Ahmed'i,

"FETEDELLÂ" tahtının Sultanı Muhammed'i,

Cümlenin iptidası Sensin Ya Resûlullah.


Makam-ı "KABE KAVSEYN" mülkünün Mustafa'sı

"EV EDNA" devletinin Mahmut'u ba-safası,

Bu fenanın bekası Sensin Ya Resûlullah.


Aşık Niyazi daim nur- u aşkınla yanar,

Ümmetlerin her zaman şefaatini umar.

Aşıkın Maşukası Sensin Ya Resûlullah.


Bu şiirde Peygamberimizin Miraç (Allah'a yükselme, ulaşma) olayı, İlm-i Ledün terminolojisiyle açıklanmakta.

İlk bölümde Peygamberimizin Allah ile yüzyüze geldiğinde ümmetinin halini düşünerek ""Ümmetim, ümmetim" deyişi ve Allah'tan "Ümmetinin Miracı da namaz olsun"cevabını alıp dönüşünde bunu Müslümanlara müjdelemesi olayına atıf yapılmakta ve Resûlullahın Rabb'in bir ihsanı olduğu belirtilmektedir.

Burada bahsi geçen namaz, bizim bildiğimiz beş vakit namaz anlamında değildir. Ömrünün sonuna kadar kişi bu şeklî namazı kılsa da Allah'a kavuşma anlamına gelen Miraç olayını yaşayamaz. Nitekim böyle bir olayın tarihte örneği de yoktur.

Hakikat İlmi açısından namaz bir başka anlam taşır ve bu namaza "salât-ı daimun"(daimi namaz) adı verilir. Bizi Miraca götürecek namaz bu namazdır ve ömür boyu her an kılınmalıdır. Ruhun namazı olan bu daimi namaz (Tevhit makamlarının yaşanması) bir yansıma olarak şekil namazını meydana getirmiştir. Bunu iki açıdan inceleyebiliriz:

I) Herhangi bir namazın başından sonuna kadar geçirdiği safhalar, ruhun namazı olan Tevhit makamlarının karşılığı olarak meydana gelmiştir.

1.Elleri bağlamak(Kıyam)- Bütün fiiler Allah'a aittir anlamındadır (Tevhid-i Ef'al: Fiilerin birlenmesi)

2.Eğilmek (Rükû) - Bütün sıfatlar Allah'a aittir anlamındadır (Tevhid-i Sıfat: Sıfatların birlenmesi)

3. Başı yere koymak (Secde) - Bütün vücutlar Allah'a aittir anlamındadır (Tevhid-i Zat: Vücutların birlenmesi)

4. Secdeden sonra oturmak - Kendinde ve bütün kâinatta Allah'ın varlığını müşahade etmek anlamındadır( (Makam-ı Cem).

5. Tekrar secde etmek - Allah'ın varlığından ruhların, yani halkın ortaya çıkması, kulluk elbisesinin giyinilmesi ve Muhammed'in varlığı müşahade edilerek ona secde edilmesi anlamındadır (Makam-ı Hazret-ül Cem).

6. Tekrar doğrulup oturmak ve namazın tamamlanması - Muhammed'in varlığı karşısında her şeyden vaz geçmek suretiyle kişinin benliğinde Muhammed'in Allah'ı idrak ediş şeklinin belirmesi, ikiliğin ortadan kalkması ve vuslatın (Miracın) tamamlanması anlamındadır (Makam-ı Cem- ül-Cem).

7. Makam-ı Mahmud veyaEv Edna'nın şekil namazında karşılığı yoktur, çünkü bu makam yalnız Hz.Muhammed'e ait olduğundan, herkesin kılması mümkün değildir.

II)Namazın vakitler açısından Tevhit makamlarına paralelliği:

Sabah namazı: Tevhid-i Ef'al (1. KAT GÖK) anlamındadır.

Öğlen namazı: Tevhid-i Sıfat (2. KAT GÖK) anlamındadır.

İkindi namazı: Tevhid-i Zat (3. KAT GÖK) anlamındadır.

Akşam namazı: Makam-ı Cem (4. KAT GÖK)anlamındadır.

Yatsı namazı: Hazret-ül Cem (5. KAT GÖK)anlamındadır.

Vitr namazı: Cem-ül Cem (6. KAT GÖK)anlamındadır.

Teheccüt: Makam-ı Mahmud (7. KAT GÖK) anlamındadır. Bu makam sadece Peygamberimize ait olduğundan bu namaz, sadece Peygamberimize farz kılınmıştır. Peygamberimizin zamanında da Peygamberimizin müsaade ettiği kişiler kılabilirdi.

Bir kimse bir mürşit (insan-ı kâmil)ten bu ilmi öğrenip bunu nefsinde yaşama çabası verirse, her makamı bilincinde yeşertebilirse, her kademeyi geçerken mana katlarında yukarı doğru bir yolculuk başlar. Bu yolculukta önce kâinatta ve kendisindeki, içteki ve dıştaki tüm fiillerin failinin Allah olduğunu öğrenir. Burası mana âlemindeki 1. KAT GÖKanlamındadır. Bu bilgiler pratikte ona çok zorluk getirir; şartlanmaları onu zorlar, her saniye her fiilde Allah'ı görmek ve kabullenmek zorundadır, önce hatalar yapılır, sonra yavaş yavaş intibak sağlanır ve kişi bu mana katına nefsini uyarlamış ve oradaki yaşam şartlarına göre yaşar hale gelmiştir.

Sıra 2. KAT GÖK anlamında olan sıfatların birlenmesine gelince, bu sefer kişi kâinattaki tüm varlıklardan ortaya çıkan sıfatların(hayat, ilim, irade, kuvvet, görmek, işitmek, kelâm-konuşmak) Allah'a ait olduğunu bilincine yerleştirmelidir.

Bu intibak da sağlanınca 3. KAT GÖK anlamında olan Tevhid-i Zat, vücutların birlenmesi bilincine sıra gelir. Bu makamda bilinç daha kapsamlı bir şekilde GÖK anlamında olan Tevhid-i Zat, vücutların birlenmesi bilincine sıra gelir. Bu makamda bilinç daha kapsamlı bir şekilde Allah'ın tüm vücutlarda mevcut olduğunu müşahade edip bunu hazmeder ve kendini 4. KAT GÖKte buluverir. Burası kişinin kendi varlığını Allah'ın varlığında, Allah'ın varlığını da kendi varlığında gördüğü bir yerdir (Allah'ta yok olmak - FENÂ FİLLAH)

Şiirin üçüncü bölümü,

" 'Sümme dena' seyrinin Nur-i pak-i Ahmed-i,

'Fetedella' tahtının Sultan-ı Muhammedi,

Cümlenin iptidası Sensin Ya Resûlullah."

şeklinde.

Burada "Sümme dena"(yaklaştı),"Ene'l Hak","Makam-ı Cem"e tekabül eder. Hiçbir ayrı varlık görmeden yalnız Allah'ı görmek anlamına gelir. Bu makamı yaşarken Peygamberimize "Ahmed" (çok övülmeye lâyık) ismi verilir. Burası 4. KAT GÖKtür.

"Fetedella"(iyice yaklaştı) "Makam-ı Hazret-ül Cem" anlamındadır. Bu makamda kulluk elbisesi giyilir ve Allah'ın tüm sıfatları ortaya çıkar, Zatı gizlenir, fakat artık eskisi gibi bu varlıklar ayrı ayrı değil, Allah'ın varlığı içindeki bir sıralamayla görülmeye başlanır (Halk zahir Hak batın).

Buna bir misal vermek gerekirse insan vücudunda nasıl seviyeler silsilesi bulunmaktaysa Allah'ın varlığında da Allah'ı idrak açısından böyle bir silsile söz konusudur. Bu seviyelerin en üst noktasında Hz.Muhammed bulunur. Bundan sonra diğer peygamberler ve veliler sıraya girer. Ve bu sıralama, sonuçta Allah'ın vücudunda olan, fakat Allah'ın sevmediği seviyelere kadar devam eder.

Bu konuyla ilgili olarak bir hadiste "Allah'ın sevdiklerini sevin, sevmediklerini sevmeyin."Türkiye Gazetesi, Sohbet, 19.9.1993) denilmiştir. Kur'an'da da bu konuda pek çok ayet vardır. İşte bu makamda bizim de sevdiklerimiz ve sevmediklerimiz bu değerlendirme ışığında olmalıdır. Bunun sadece bilgi olarak bilinmesi bir şey ifade etmez; gönlümüz ve bilincimizin buna uyarlanmış olması gerekmektedir. Meselâ Allah'ın sevmediği bir gruba giren kişi (varlığını Allah'a vermemiş, Allah'ı inkâr eden mürşidimizin sevmediği birisi), bizim gönlümüzde en üstte, hatta ortalarda bir yerde bile yer alsa, henüz Allah bizim gönlümüzden gören ve yapan değildir. Bunun aksine eğer biz herhangi bir kişiden nefret ediyorsak, ama o kişi Allah'ın sevdiği bir kişiyse (Allah'ı, Muhammed'i ve mürşidimizi inkâr etmiyorsa) yine kişisel bir gönle sahibiz demektir. Gayret Allah'ın sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemek yönünde olmalıdır.

Bütün bunları bir formülle söylemeye çalışırsak: Bizim gönlümüzü ve bilincimizi kaplamış olan Allah'ın dışındaki her hangi bir değer, herhangi bir isim, herhangi bir kişi bizi esir eden faktörlerdir. Burada bakışımız ve bilincimiz Allah'ın kendi kendisini seviyelendiriş ve değerlendirişine göre olmalıdır. İşte bu gayret, şu hadiste belirtilen sonucu verir: "Kul nafilelerle bana yaklaşır. Öyle bir hal alır ki ben onu severim. Onu sevdiğim işbu vakitte. Onun kulağı olurum, gözü olurum ve eli olurum."(Arabî, Mir'at'ül İrfan, s.40) Nafilelerden maksat, idraksal kılınan devamlı namazdır (salat-i daîmun). Bu makamdaki namaz, Muhammed'in dışındaki tüm isimlerin ortaya çıktığı beşere duyulan sevgi, nefret ve bunlara bağlı her türlü kişisel değer ve değerlendirmelerden kurtulmaya çalışmak şeklindedir. Gönlümüzde Muhammed'den ve bu devirde onun varisi olan mürşidimizden başka sevgi kalmamalıdır. Her değer, ona feda edilmelidir (Mürşitte yok olmak - fenâ fi'ş-şeyh)

"Önce Allah'ı, sonra Muhammed'i, sonra diğerlerini seveceksiniz"hitabı bu makamda geçerlidir. Allah'ı sevmek Muhammed'i sevmekle, Muhammed'i sevmek sadece insan-ı kâmil olan mürşidi sevmekle mümkün olacaktır, çünkü bizim için halkın arasında Muhammed'in idrakine varmış tek kişi odur. Bu makamda zahir olan halka istidadına göre davranılır ve halk gönle sokulmaz, böylelikle gözümüz hiçbir değere kaymamış olur. Hakk'ı yansıtabilen Muhammed'in varisi insan-ı kâmil de yok olunur.

Mürşitte yok olmak demek, her türlü maddi ve manevi değerlerimizden onun için vaz geçebilmek demektir. Küçük bir misal verelim:

Meselâ çok adaletlisiniz ama, mürşidiniz çok adaletsiz bir davranışta bulunabilir; bu durumda onu yargılamamanız ve kabullenmeniz gerekir. Gerektiğinde siz de mürşidiniz için benzer bir davranışta bulunabilmelisiniz, çünkü ister cemâl (+), ister celâl (-) olsun Allah'ın isimlerinden birisi sizin üzerinizde vaz geçilemez bir şekilde bulunursa bu sizin perdenizdir ve bu perdeyle Muhammed'in idrakine ulaşamazsınız. Allah'a varmak pozitif isim ve sıfatlara sahip olmak değildir, iyi ahlâklılık yalnızca Cennete gitmek içindir.

5.KAT GÖK anlamında olan bu makamdayken Peygamberimize verilen isim "Muhammed"dir ve Muhammed "tekrar tekrar övülmüş"dmektir.

Şiirin dördüncü bölümündeyse "Kabe Kavseyn"den söz edilmektedir. Bu kavram "iki yay aralığı kadar bir mesafe"anlamını taşır (İki yay birleştirildiğinde bir daire oluşur. Birleştikleri nokta, mesafenin adeta bittiği bir noktadır). Peygamberimiz bu makama bir evvelki makamda ortaya çıkan tüm sıfatlardan, tüm seviyelerden, tüm renklerden, yani tüm beşeri sıfatlardan kurtularak ve "Gözü hiçbir şeye kaymadı"(Necm, 17) ayetine uygun olarak varmıştır. Bu makam"Cem-ül Cem"makamıdır. Allah'ın celâl ve cemâl, isim ve sıfatlarını kendi varlığında cem etmek anlamına gelir.Burada kulluk ortadan kalkar. Bu makamı yaşayan kişi, tüm isimlere bürünebilir. Bunlar arasında herhangi bir tercihi yoktur. Bütün isim ve sıfatlar o kişide ortaya çıkan aşkın kemâlinin hizmetindedir. Burası 6. KAT GÖK anlamındadır. Peygamberimizin buradaki ismi "Mustafa"dır ve "has ve seçilmiş" demektir.Bu makamı yaşayanlar evvel, ahir, zahir, batın (önce, sonra, görünen, görünmeyen) ne varsa hepsini kapsayan bir makama erişmiş olurlar. Bu makamda kişi Miraç olayını tamamlar ve ilk çıkış noktası olan, yani kâinat yaratılmadan önce bulunduğu bilince geri dönmüş ve Muhammed'in varlığı içindeki teklik ve birlik haline dönüşmüş olur. Artık onda Muhammed'in idraki baş göstermiş ve Allah'ın "Ümmetinin Miracı namaz olsun" sözü gerçek anlamını bulmuştur (Muhammed'de yok olmak - Fenâ fi'r-Resûl).

Bundan sonraki son nokta olan "Ev Edna","Ahadiyet- ül Cem","Makam-ı Mahmud" ismiyle anılan bir makam daha vardır ki 7.KAT GÖK anlamındadır ve yalnız Peygamberimize aittir; başka kimse oraya giremez. Her devirde yalnız bir kişi vekâleten bu yere erişir (Gavs).. Bu makamda Peygamberimize verilen isim "Mahmud"dur, methedilmeye lâyık, çok övülmüş anlamını taşır. Peygamberimizden sonra bu makamın sahibi Hz.Ali olmuştur. Bu durum Hz.Ali hakkındaki hadislerde belirtilmiştir:

"Ali dünyada, ahirette kardeşimdir." (Câmi, II, 55)

"Ali bilgimin hurcudur." (Câmi, II, 55)

"Ali bendendir, ben Ali'denim; benim eda edeceğim şeyi, ancak ben ederim, Ali eda eder." (Câmi, II, 55)

"Yâ Ali, sen Kâbe menzilindesin." (Künûz, II, 206)

"Ali bana nisbetle bedenimdeki baş gibidir." (Câmi, II, 55, 140)

"Ali'yi seven gerçekten beni sever ve Ali'ye buğzeden, gerçekten bana buğzeder." (Câmi, II, 141)

"Ali etimdir, kanımdır." (Târihu Bağdat; II, 204)


Velilerden birisi tarafından yazılmış bir şiirde

"Kabe Kavseyne gider gelir gemiler,

Ev Ednanın bahrine herkes gemi salamaz

Salınsa da bir daha geri gelemez."


ifadeleri ile 6. kat gök anlamındaki "Kabe Kavseyn"makamına kadar veliler yaklaşırlar ama, hepsi 7. kat gök anlamındaki "Ev Edna" makamına ulaşamaz denilmektedir.

İnsanın Allah'a Miracı (yükselişi) bu yoldan olduğu gibi dünyaya inişi de aynı yoldan olmuştur: Miraca çıkarken geçilen makamlar, ezelde Allah'ın varlığından madde âlemine inilirken aşağıda anlatacağımız şekilde aynı sırayla yaşanmıştır.

Kâinat yaratılmadan önce Allah vardı ve onunla birlikte hiçbir şey yoktu. Henüz Allah'ın hiçbir isim, sıfat ve fiili meydana gelmemişti. Bu hal Peygamberimizin malı olan "Makam-ı Mahmud","Ahadiyet-ül Cem","Ev Edna" ismiyle anılır. Bu makam için Kur'an'da "Yetimin malına dokunmayın" (En'am, 152) denilmiştir ve yetimle Peygamberimiz kastedilmektedir. Yetim, babası olmayan, yani kendini meydana getiren bir varlık olmayan, doğurulmamış demektir. Bu da Allah'ın hiçbir değişime uğramadan evvelki ilk hali anlamına gelir. Bundan sonraki her değişimle meydana gelen hal, birbirinden ortaya çıkmıştır. Kaba bir misalle, su değişimle buhar, başka bir değişimle buz haline gelir. İlk çıkış noktasıysa sudur.

Ezelde Allah kendi varlığını tanıma aşkı duydu ve bu aşkın sonucunda bir değişim gerçekleşti. Bu değişim sonucu meydana gelen duruma "ilk akıl" adı verilir. Bu hal, ilk hale göre bir değişim halidir ve "Cem" makamının ezeldeki karşılığıdır.

"Levh-i mahfuz"(ana program)da yazılı tüm isim ve sıfatlar, kâinatı meydana getirmek amacıyla belirli kombinasyonlarla bir araya gelmek suretiyle bir değişim geçirdiler ve ruhlar meydana geldi. Burada hiçbir ruhun özelliği ve taşıdığı isim ve sıfatlar ve yapacakları fiiller birbirinin aynı değildi. Aralarında derecelendirmeler bulunmaktaydı.Kimi ruhlarda Muhammed'in idrakine yakın idrakler, kimi ruhlardaysa Muhammed'i inkâr eden idrakler ortaya çıktı. Kimi ruhlar Allah'ın cemâl, kimi ruhlarsa celâl isimlerini ortaya çıkartmak üzere oluşmuşlardı; yani kimileri pozitif, kimileri negatifti.

Ezelde Hz.Muhammed'in idrakinden ortaya çıkan çeşitli seviyelerin görüldüğü bu hal, İlm-i Ledün'ün beşinci makamı olan Hazret-ül Cemin ezeldeki karşılığıdır. Hz.Muhammed bu makamda kendisinin idaresinde muhtelif seviyeler görmekte, adeta kendi benliğini sonsuz sayıdaki aynalardan çok farklı görüntülerle seyretmektedir.Bunların kimisini sevmiş, kimisini sevmemiştir. Bir anlamda kendi idrakine yakın olanları sevmiş, secde etmeyenleri sevmemiştir. Kendisinin her şeyden önce var olduğunu ifade etmek için de bir hadisinde şöyle demiştir: "Âdem toprakla su arasındayken benim ruhum yaratılmıştı" (Arabî, Şeceret'ül Kevn, s. 73).

Secde eden ve etmeyen ruhlar, kendilerine yüklenmiş olan "levh-i mahfuz"un levhaları, yani programlarıyla kâinata taşındılar. Ve madde âleminde vücut bulduklarında programlarını uygulamaya başladılar.Madde âleminde vücut bulmak demek, o kişinin mana âleminde sahip olduğu bilgileri unutması demektir. Dolayısıyla kendilerinin ayrı bir varlığı olduğunu zannederek (ki böyle zannetmeleri gerekmekteydi, aksi taktirde kendilerinde gizli olanı ortaya çıkartmak için harekete geçemezlerdi) kendi varlıklarının devamı için çalışmaya başladılar ama, onları çalıştıran ana programla kendileri arasındaki bağdan bîhaber habersiz hale geldiler.

Bazı seviyeler ise Allah'ı bilme kapasitesindeydi, onlar da programları gereği ve ezelde idrakleri Hz. Muhammed'in idrakine yakın olup ona secde edenlerden olduklarından, bu dünyada da bu idrake ulaşabilmek için bir geri dönüş isteği duydular ve bir evvelki bölümde anlattığım gibi Miracı tamamlayarak bu dünyada yaşarken ezeldeki idraklerine geri döndüler. Bu idrakte olanlar nebiler (peygamberler) ve velilerdir. Her biri ezeldeki haline geri dönecektir.

Ezelde yapılan bu secde, kişinin kendisine ait bir varlığının olmayıp varlığın Allah'a ait olduğu idrakine varması anlamına gelir. Bu da bu dünyadaki geri dönüş yolculuğunda ulaşılan Tevhit makamlarından altıncısı, yani "Cem-ül Cem"in ezeldeki karşılığıdır.

Miraca çıkarken "Makam-ı Cem"den itibaren maddeden, yani yokluktan, manaya, yani varlığa geçiş söz konusudur. Bâki olan bu âlem ki bu sonsuzluk âlemidir, bu noktadan itibaren başlar. Hakikate göre kişi ölmeden evvel ölmüş ve tekrar dirilmeye başlamıştır. Kendi varlığı açısından ölmüş, Allah'ın varlığıyla dirilmiştir. Miraç olgusu en kısa böyle tanımlanabilir.

"Makam-ı Cem"e ulaşılana kadar geçirilen safhada, yani ilk üç makamda madde âlemindeki yanlış idrakleri öldürme çabası vardır. Ezelde madde âlemi henüz oluşmadığından bu makamların ezelde karşılığı yoktur.

Yedinci kat gök olan "Makam-ı Mahmud","Ev Edna" makamınaysa yalnızca Hz.Muhammed geri dönebilmiştir. Bu kâinatın yaratılmasına neden olan Hz.Muhammed için Allah, "Eğer sen olmasaydın, ben âlemleri yaratmazdım"(Yazıcıoğlu, s.239) demiştir. Buysa, sende ortaya çıkan bütün sıfat ve isimlerin sonsuz değişimlere imkân bulabilmesi için, bu âlemleri yarattım demektir. Burada "Muhammed",Allah'ın bütün hazinelerinin (nefsinin) aşikâr olabileceği kendi halinin ismidir. Esasen Allah'ın varlığıyla Muhammed'in varlığı arasında hiçbir fark yoktur. Allah'ın kendine olan aşkından başka bir şey de yoktur. Ne kadar çokluk görülürse görülsün aslında bir "teklik" söz konusudur. Bu kadar tafsilât madde âlemine mana âlemini anlatabilmek içindir.

Yunus da bu konuda şunları söylemiştir:

"Ezelden benim fikrim "Ene'l Hak" idi zikrim

Henüz dahi doğmadan ol Mansûr-i Bağdadî."(s.137)


"Henüz yer gök yok idi cümle lûgat mefsuhtu,

Aşık maşuk taptuktu ol bî-nişan cihâne."(s.127)

Aşık Niyazi Hazretleri de ezeldeki idrakine geri dönenlerdendir. Ve bu geri dönüşün ancak Muhammed'e olan aşkı ile gerçekleşeceğini, her aşıkın da varacağı yerin, yani maşukunun Resûlullah olduğunu şiirinin son bölümünde ifade etmiştir.


5


Uyan gaflet uykusundan, boşa gönlün aldatma sen,

Aç gözünü, verme fırsat, deli nefsin oynatma sen.


Has bahçede açan güller, hazan vakti gelir bir gün,

Ağlar isen şimdi ağla, ahir ömrün ağlatma sen.


Düşman olma dostun ile, düşmanını dost eyle sen.

Nefsin ile ahbap olup, fitne ficur kaynatma sen.


Ne sandındı bu dünyayı, gelen bir gün gider elbet,

Helâlini haram edip aşına ağu katma sen.


Aşık Niyazi dön yâre, gönül verme sen ağyare,

Dünya ile bir olup da kendini ateşe atma sen.

Bu şiirin açıklamasına bir hadisle başlamak istiyorum: "İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanacaklardır"(Türkiye Gazetesi, Sohbet, 13.10.1993, s.13). Acaba insanlar hangi anlamda uykudadırlar? Bu sorunun cevabını vermek için, bir evvelki şiirde de tafsilâtıyla açıkladığımız gibi, ruhlar ezelde Allah'ın varlığı içinde yer aldıklarını ve Allah'ın tüm isim ve sıfatlarını ortaya çıkartmak için ana varlığın değişimlerinden meydana geldiklerini biliyorlardı ama, bu âleme gelince, yani madde boyutuna inince bu gerçeği unuttular ve kendi varlıkları var sanıp onun menfaatine işler yapmaya başladılar. Madde boyutunda ne ile meşgul iseler ona uygun imajlar geliştirdiler. Öylesine bağlandılar ki öldüklerinde, yani madde bedenlerini terkettiklerinde bu bağlandıklarını, şartlanmalarını, alışkanlıklarını bulamayınca büyük bir sıkıntı içine düştüler. Geçici (fani) olan bu âlemin değerlerine bağlanmanın acısına katlandılar ve bu ıstırap onları yaktı, yani cenennemleri oldu ama, tekrar dünyaya gelseler gene aynı türden bağlantılar içine gireceklerdir, çünkü ezeldeki programları böyledir. Aslına bakarsanız "ölmek" madde olarak değil de mana olarak olabilirse ki bu imkân ezelde gerçeği bulma programı ile madde âlemine gelenler için söz konusudur, o zaman uyanmak mümkün olur, çünkü Isra Suresinin 72. Ayetinde "Bu âlemde kör olan, ahirette de kördür " buyurulmuştur.

Konuya başka bir açıdan açıklık getirirsek, Hakikat İlmi de belirli kişilere hitap etmektedir. Bu şiirdeki hitaplar da, madde boyutunda mana açısından ölebilme imkânına sahip olanlar için, yani Hakikati, gerçeği kavrayıp ona göre bir idrak düzeyine, bir gönül seviyesine gelebilmek için uğraşanlar, başka bir deyişle amaç ve programları sadece bu olanlara yapılmıştır.

Bu hitaplar cennet için uğraşanlara değildir, çünkü "nefs" kavramı şeriat ölçülerine göre başka, Hakikat ölçülerine göre başkadır.

Şiirin ilk iki kıtasına göz atacak olursak: Eğer bu dünyada yaşarken yanlış bilinç düzeyini, yani varlığının Allah'tan ayrı olduğu fikrini ve buna bağlı kendi nefsinin menfaatine yönelik (ister şeriatça kabul gören olsun, ister olmasın) hareketlerini sürdürürsen bedenen ölünce ağlarsın ama, şimdiden bu gerçeği fark edip de hayatını ona göre yaşarsan masın) hareketlerini sürdürürsen bedenen ölünce ağlarsın ama, şimdiden bu gerçeği fark edip de hayatını ona göre yaşarsan uykudan bir kere uyandığın için bedensel ölüm senin için bir yenilik getirmeyecek, ister bedenli, ister bedensiz gerçeğe göre, yani Allah'ın varlığından başka bir varlık olmadığı idraki içinde bulunacak, aslına geri dönmüş (rücu etmiş) olacaksın denmek istenmektedir.

Hakikat İlmine göre"nefs", insanın varlığının Allah'ın dışında bir iradesi olan ikinci bir varlık gibi algılanmasıdır ki buna "şirk" veya"Allah'a eş koşma"denir. O kişi ister Cenneti hak edecek kadar pozitif (cemâl) sıfatlarla, isterse Cehennemi hak edecek kadar negatif (celâl) sıfatlarla donanmış olsun sonuç değişmez.

Şeriat İlmine göreyse "nefs", varlığın dünyaya meyletmesidir. Hakikatte varlık Allah'ın, Şeriatteyse varlık kulundur ama, bu varlık Allah'ın emirlerine uygun davranışlar içinde bulunmalı ve dünyaya bağlanmamalı ve cemâl sıfatlarla (adalet, merhamet, hilmiyet...) donanmalıdır ki Cennete girilebilsin.

"Aç gözünü verme fırsat deli nefsin oynatma sen" mısrasında, eğer Allah'ın dışında bir varlık görüyorsan, yani nefs (birim, benlik) duygusu hakimse buna engel olmak için çabala bu duyguya fırsat tanıma denilmektedir.

"Düşman olma dostun ile, düşmanını dost eyle sen

Nefsin ile ahbap olup fitne fücur kaynatma sen"

mısralarıyla ise şunlar denilmek istenmektedir:

İlm-i Ledün'ün ilk makamlarını öğrenen kişinin her zerrede, her vücutta Allah'ın varlığını müşahade etmesi gerekir. Dolayısıyla hiç kimse için düşman kavramı asla olmamalı, her birim Allah'ın göründüğü bir ayna olarak kabul edilmelidir. Bunu başarabilen kişi, eskiden düşman dediği kişilerin de Allah'ın aynası olduğunu bilip bilinç ve idrakine bunu sindirebilirse düşmanı, dostu haline gelir.

Bu bilince hiç de kolay gelinemez; onun için "nefsin ile ahbap olma" diyerek, daha önceki bilincine göre davranışlar sergileme, çünkü bu eski bilincin seni "fitne fücur" (ayırıcı, ara bozucu) haline getirir; Allah'ı gören bilinçle senin arandaki bağlantıyı bozar, seni Allah'tan ayırır, ikazı yapılmaktadır.

Dördüncü kıtadaki "Helâlini haram edip aşına ağu katma sen" mısrasındaki "helâl" ve "haram" kavramları Hakikate göre anlaşılmalıdır.

Kişi kendine ait ayrı ve bağımsız bir varlığı olduğu bilinci içinde bulunursa Allah'ın malını çalmış bir hırsız gibi olur ve bu bilinç ona haramdır. Bu haramı helâle dönüştürmek için varlığı sahibine iade etmek, yani bilincimizi "Varlık tektir ve Allah'ındır. Kişiye özgü bir varlık yoktur" seviyesine getirmek gerekir. Aksi halde bedensel ölüm gelip çattığında bu haram bilinç ve buna yönelik bağlantılar, bize zehir gibi acı verecektir.

Aşık Niyazi kendisine ikazlarda bulunarak şiirini tamamlamakta. "Yâre dön", yani her yerde Allah'ı gör, ayrı bir benlik olduğun duygusuna, yani "ağyar" e sırtını dön, seni ayrı ayrı varlıklar varmış görüntüsü (dünya) aldatmasın ve bu ayrı ayrı varlıkların bir tekine bile ayrı bir özellik verirsen yanarsın diyor.


6


BİAT


Gönül gayri attı beni,

Bir Ulvi'ye sattı beni,

Ben Hazine arar iken,

Hazinedar etti beni.


Zikri verdi tevhit ile,

Olmaz imiş bunda hile,

Aşk bahsinde attım gele,

Ulvi anda üttü beni.


Niyazi der Hakk'ı bildim,

Ben Ulvi'nin kulu oldum,

Aşk şarabın gayri buldum,

Mevlâ bunda tuttu beni.


Aşık Niyazi Hazretleri, bu şiirinde tasavvufta çok önemli bir yer tutan, fakat gerek Hakikati bilenlerin, gerek geçmiş evliyaların ve mutasavvıfların fikirlerini benimseyenlerin gerektiği önemi vermedikleri mürit-mürşit ilişkisine değinmiştir.

Ne yazık ki mürşit kavramı günümüz insanı tarafından ancak eski devirlerde olabilirliği kabul edilen ve bu kabulde de hakkı olan önemi yeterince kavranamayan bir olgudur. Meselâ insanlar Yunus Emre'yi göklere çıkartırlar ve Yunus'un adeta kendi başına Allah'ın katında bir seviyeye ulaştığını, bir Hak aşığı olduğunu ve maalesef yanlış bir değerlendirmeyle de sosyal açıdan herkesin eşit haklara sahip olması gerektiğini savunan bir filozof gibi değerlendirirler. Oysa onu bu seviyelere getirenin Taptuk Emre olduğunu göz ardı etmekle kalmayıp mutlaka Yunus'un Taptuk Emre'den daha üstün olduğu fikrinde de birleşmişlerdir. İşte kavranamayan ve göz ardı edilen en önemli hata buradadır. Bu hatayı bir de bu devirde Yunus gibi kişilerin olmadığı düşüncesiyle de pekiştirirler. Halbuki Yunus'un divanını incelediğimizde, Aşık Niyazi'nin mürşidine hitaplarına eş değerde olan bir çok mısraının olduğu görülür. Bunlara bir kaç örnek verelim:

"Ey hocam ben seni seveli gözüme cihan görünmez

Ben sana aşık olalı ne cihan bu can görünmez.


Yandırdı beni celâlin can müştak ister cemâlin,

Daim karşımda hayalin, gözüme Rıdvân görünmez.

Şol gözüm sana düş oldu, bu hasta gönlüm hoş oldu,

Gayriden elim boş oldu, iss ü ziyan görünmez."(Divan, s. 301)


"Gel ey kardaş Hakk'ı bulayım dersen,

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

Resûlun cemâlin göreyim dersen,

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz." (Divan, s. 300)


" Taptuk'un tapısına,

Kul olduk kapısına.

Yunus miskin çiğ idin,

Piştik elhamdülilâh" (Divan, s. 10)


"Aşık oldum erene ermek ile,

Hakk'ı buldum ben anı bulmak ile,

Bir gül idim erenler kıldı nazar,

Deniz oldum dört yana ırmak ile." (Divan, s. 123)


Eğer Taptuk, Yunus'un vardığı seviyelere daha önceden varmamış olsaydı, Yunus'un da varmasına imkân yoktu. Aradaki tek fark Yunus'un söz söyleme sanatına sahip oluşuydu. Yunus, Taptuk Emre'nin hazinesini en güzel kelimelerle ifade etmiş, ama vardığı gerçekler asla Taptuk'un vardıklarından daha fazlası olmamıştır. Taptuk ve Yunus arasındaki bu ilişki Mevlâna ve Şems arasında da mevcuttur. Bu ikilide de Şems'teki gerçekler edebi bir kişilik projeksiyonu ile Mevlâna'dan tüm dünyaya yayılmıştır. Hem Yunus'un, hem de Mevlâna'nın söz söyleme sanatı dışında gerçeklere varma açısından Taptuk ve Şems'ten hiçbir farkları yoktur.

Şiire dönecek olursak Aşık Niyazi de mürşidi olan insan-ı kâmil Yozgatlı Ulvi Durak Erdenilgen Hazretlerine bir gönül dürtüsü ile varlığını sattığını ve bunun karşılığında herhangi bir kıymete ulaşmayı ümit ederken tüm hazinenin idaresini elde etmiş olduğunu ifade etmektedir. Burada hazine Allah'ın hazinesidir, yani Allah'a ait sırlar, gerçeklerdir. İnsan bir mürşide bağlanıp Hakikat tahsiline başladığı zaman, Allah'ı kendisinin dışında ve nerede olduğu belli olmayan bir mekânda bulacağını zanneder. Oysa yapılan yolculuk, kişinin kendi varlığını, yani nefsini oluşturan tüm yanlış değer ve idrakleri ortadan kaldırmasıyla yine kendi varlığında Allah'ın varlığını bulması şeklindedir. Bütün mesele, bu varlığın ortadan kalkma işleminin kendi kendine değil, daha evvel varlığında Allah'ı bulmuş birisinin operasyonları sayesinde gerçekleşeceğinin kabullenilmesidir. Bu operasyonların yapılabilmesi için, kişinin o ana kadar bildiği ne varsa unutması gerekir, çünkü gidilecek yol, mana boyutundadır ve burada madde boyutunun kuralları geçerliliğini yitirir. Buna bir misal verelim:

Şehir hayatında bir takım kanunlara uyarak yaşamak zorundasınız. Bu kanunların hiç bilinmediği hak ve hukukun bizim anladığımız anlamda olmadığı ilkel insanların yaşadığı bir ortama, meselâ bir Afrika ormanına gittiğimizi düşünelim. Burada herhangi bir saldırıya uğradığımız zaman, saldıran kişiye "Sen bana saldıramazsın. Bu kanunun şu maddesine göre yasaktır" dememiz hiçbir mana ifade etmez. Orada geçerli olanın hukuk değil de kaba kuvvet olduğunu fark edemezsek yaşamımızı kaybetmemiz söz konusudur. İşte burada eski yaşama ait bilgilerin faydası yoktur.

İşte burada eski yaşama ait bilgilerin faydası yoktur.

Başka bir gezegene gidecek olursak ve nasıl oranın yaşam şartlarına uymamız gerekirse, yani dünyada bildiklerimiz orada nasıl hükümsüz kalırsa bir mürşide bağlandığımızda da ister dini, ister dünyevi olsun her türlü değer yargımızı bir tarafa bırakmamız gerekir. İşte işin püf noktası da burada yatar. Buysa bir mürşide, kul olmak ona daha önce bilinen her şeyi satmaktır. Bu satış "Allah almak ve Allah satmak" şeklinde ifade edilebilir.

Kendimizi hedef almış bir hayat yaşarken, yani realitede kendi varlığımızı Allah'a şirk koşarken söz konusu hedefi satarak gerçek Allah bilincine ulaşırız. Bu satış da hiçbir zaman bir anda olmaz. Uzun mücadeleler veririz. Baştan satmaya kararlı olmamız gerekir.

İşte bu kararlılıkla Aşık Niyazi de mürşidine bağlandığında ilk öğrendiği şey, her zerreden zikredenin Allah olduğu bilgisidir. Daha sonra Tevhit İlminin yokluk (fenâ fillâh) makamlarını sırasıyla öğrenmiş, bu bilgilere göre hayatını yaşamaya çalışırken kendisinde aşk belirmiş, aşk ile yapılan her gayrette Efendisi Ulvi onu kendisine biraz daha yaklaştırmıştır. Bu yaklaşma sonucunda Aşık Niyazi, Ulvi Efendinin sevgi ve muhabbeti ve aşk alanı içine girdiğinden Aşk şarabını bulduğunu ve bu şarabın kaynağının kulu olmak suretiyle Hakk'a kavuştuğunu ve artık geri dönüşün olmadığını ifade etmektedir.


7


Aşk oduna yandı gönlüm,

Zikri zevki aldı gönlüm,

Yana yana bu aşk ile,

Aşkı derde saldı gönlüm


Ne sen varsın, ne ben varım,

Tevhit ile buldum yarim,

Dindi gayri ah ü zarım,

Derdin deva oldu gönlüm.


Zikri beyan etti Ulvi,

Hakk'ı ayan etti Ulvi,

Canı Canan etti Ulvi,

Hakk'ı tende buldu gönlüm.


Niyazi der iki gözüm,

Ben Ulvi'den buldum özüm,

Zikir dürür özüm, sözüm,

Bu aşk ile doldu gönlüm.


"Aşk"kelimesi her zaman "dert" kelimesiyle birlikte anılır. Aşık hep çoşkulu ama, dertlidir. Her olgu, mutlaka kendisinin opozitini çeker. Aşk da kaçınılmaz olarak beraberinde derdi getirir.

Ezelden, ilk aşk olgusundan hareket edelim: Aşk, Allah'ın kendi kendisini Muhammed aynasında görmesiyle başlamış, tüm isim ve sıfatlarını Muhammed ile, yani Muhammed adını aldığı hali ile idrak etmiş ve bu güzellik karşısında yeni bir istek duyarak ruhları meydana getirmiş, muhtelif isim ve sıfatlarla donanmış ruhlara "kendilerindeki özellikleri ortaya koyma"startı vererek madde boyutuna intikallerini sağlamıştır. İnsan bu âleme geldiğinde programını uygulamak için bir arzu, bir meyil, bir aşk duyar. Örneğin bir kişi "adalet"ismini ortaya çıkartacaksa bunun aksi ile karşılaşmalıdır ki böyle bir kavramı oluşabilsin. Kişi "adalet aşkı" için adaletsizliklere maruz kalır, yani aşk ile dert biraraya gelmek zorundadır. O kişinin programını uygulayabilmesi için, ömür boyu karşılaştığı olaylar birer senaryodur. Asıl amaç, o adaletin yaşanmasıdır.

Bir örnek daha verelim "sabır"isiminin ortaya çıkması için, kişi uğraştığı konuda kolaylıklar yerine zorluklarla karşılaşmalıdır ki sabır ismi ortaya çıkabilsin. Bu misalleri arttırmak mümkündür. Alimin ortaya çıkması için de cehaletle karşılaşması gerekmektedir.

Olaya kuşbakışı baktığımızda her isim, kendisini ortaya çıkartabilmek, ne olduğunu anlayabilmek için, kendisinin bulunmadığı bir ortama muhtaçtır.

Allah, ilk değişim isteği olan aşkı duyduğunda da kendisini, yani var olanı görebilmek için yokluğa muhtaçtı. Bu yokluk ruhların kendilerine ait varlıkları varmış yanılgısı olarak ortaya çıktı.Buna benlik veya nefs ismi verilir. Bu yanılgı meydana gelmemiş, kişinin benlik duygusu gelişmemiş olsaydı, Allah isim ve sıfatlarını seyretme imkânına sahip olamazdı.Allah tüm isim ve sıfatlarını bu seyre bırakırken bazı ruhları da kendine, yani Zatını idrak etmek için ayırdı; öyle diledi öyle oldu. Bu ruhlar peygamber ve evliyalardır. Bu ruhların dışındaki hiçbir ruh gerçeği farkedemez, çünkü böyle olması gerekmektedir.

İnsan-ı kâmil (gerçek insan) olarak adlandırılan veliler Allah'ın herhangi bir ismine değil, Zatına aşıktır, yani gerçek var olanla, yüzyüze gelmek, gerçeği yaşamak istemekte, yani bâki, devamlı olana, Allah'a gark olmak istemektedirler. Bu aşkın neticeye ulaşması için Allah'ın onlarda herhangi bir ismini görememesi gerekir. İster Cennete gitmeye yarayan cemâl isimler, ister Cehennemi ifade eden celâl isimler olsun herhangi bir ismin belirginliği, orada ayrı bir "ben",ayrı bir "nefs" yanılgısının, bir yokluğun bulunduğu anlamına gelir ki yokluğun olduğu yerde varlık olan Allah’ın Zatı bulunamaz, çünküAllah'ın hiçbir isim ve sıfatı, Zatını kapsayamaz.Diğer bir deyişle Zat, tüm isimleri kapsayan, hiçbir ismin, sıfatın belirgin olmadığı haldir ki bu hale, Allah adı verilir.

Varlık, yani Allah aşk ve sevdasına düşen "ben","nefs" sahibi kişinin derdi de kendini yokluk olarak gösterir. Onun derdi, aslında yok olanı (benlik-nefs) varmış gibi algılamak ve benliğini oluşturan isim ve sıfatlardan kurtulamamaktır.Allah'a varmak isteyen kişi, ancak yok olandan kurtularak var olan Allah'ın Zatına gark olur, yani kavuşur.

Şiire baktığımızda Aşık Niyazi, bu aşka düşmüş ve "benliğini"bu ateşte yakmaya başlamıştır. Mürşidinden aldığı İlm-i Ledün ile kendine ve kâinata ait ayrı bir benlik, varlık olmadığını tüm aynalardan Allah'ın göründüğünü öğrenmiş, "Sen ben diye bir şey yok", ikimiz de aynı varlığın görüntüleriyiz diyor. Bu idrak da onun ıstırabına ilaç oluyor.

Allah'ın Zatına erişmiş olan mürşidi Ulvi, kendi erdiği gerçekleri bir bir Aşık Niyazi'ye aktarınca Aşık Niyazi'nin nefsi ortadan kalkıp onu yokluğa mahkum eden ne varsa yok olunca, teninde, vücudunda Allah'ın Zatını buluyor ve Allah'ın ezelden ebede devam eden kendi kendisine duyduğu aşka kavuşuyor; aşk, aşık, maşuk bir oluyor.


8


Gelin dostlar zikredelim,

Allah diyen mahrum olmaz,

Zikrimizi fikredelim,

Cahil olan Hakk'ı bilmez.


Zikredelim dost adını,

Bulalım dilde tadını,

Hak'tan alan muradını,

Gayriden hiç murad almaz.


Zikr ile gir aşk yoluna

Varlığın senden alına,

Yapışırsan Pir eline,

İnsanlığın zeval bulmaz.


Aşık Niyazi'nin yolu,

Zikr-i daim söyler dili,

Bülbül gibi gonca gülü,

Zikredenler yolda kalmaz.


Aşık Niyazi Hazretleri kendisi gibi Allah'a ulaşmak isteyen dostlarını Allah'ı zikre ve fikre davet ediyor ve "Cahil olan Hakk'ı bilmez" ibaresini kullanıyor.

Allah'ı zikretmek hepimizin bildiği bir konudur ama, Allah'ın nasıl fikredilip nasıl düşünüleceği konusu, Hakikat İlmini bilmeyenlerce anlaşılamaz. Hatta öyle ki yalnız Allah'ın düşünülmesi gereken namaz sırasında bile, çeşitli düşüncelerin akıla geldiği söylenir. İlm-i Ledünü öğrenen kişiyse her zerrede, her fiilde, her sıfatta, her vücutta Allah'ın var olduğunu öğrenmiş ve bugüne kadar Allah'ı bilinmeyen bir yerde tasavvur ederken kendisinde ve kâinatta var olduğunu görmüş, bu yeni duruma hemen intibak edememiştir. O ana kadarki şartlanmalarını ortadan kaldırmak için her anında bu yeni bilgiyi düşünmesi, davranış, tepki ve değerlendirmelerinin bu yaklaşımda olup olmadığını kontrol etmesi gerekmiştir. İşte bu işlem, Allah'ı fikretmektir.

Dörtlükte bahsedilen "cahil" kavramıysa bizim bildiğimiz tahsili olmayan kişi anlamında değil, Hakikat İlmine vakıf olmayan, bu gerçeğin cahili olan anlamınadır. Bir profesör bile Allah gerçeğini bilmediği, hayalindeki Allah'a taptığı için cahildir.

Bu zikir ve fikir netice verince kişi tüm kâinatta Allah'ın Cemalini görmeye başlar ve bu vahdet, teklik duygusu ona bir zevk verir, artık dille söylerken Allah derken söyleyenin de muhatabının da Allah olduğunu bilir ve bundan büyük bir zevk ve haz duyar. Artık o kişinin amacı, sadece bu hazları yaşamak ve daha yoğun bir şekilde Allah'ta yok olmaktır. Bu çalışmanın dışındaki hiçbir şey onu ilgilendirmez, hiçbir konu ona zevk vermez. Bundan böyle aşk yolu kendisine açılmış, gönlünde çırpınışlar artmıştır.

Bütün bu gelişmelerin olabilmesi için kişinin daha önce bu yolları katedip Allah'ın varlığına varmış, bu âlemdeyken sonsuzluk âlemine intikal etmiş bir pîre, bir mürşide ihtiyacı vardır. İşte o pîr, kişiyi yok olup gitmekten kurtarır. İnsan olmanın icabı olan idraklere getirir, varlığının ona değil, Allah'a ait olduğunu bildirir ve ona kendi aşkından bir kıvılcım atıp "Bununla yak zanlarını, perdelerini, benliğini" der. O kıvılcım olmasa o ne aşık olabilir, ne de maşuk. Elbette kişinin de alev alacak bir istidadı olması gerekir.

Aşık Niyazi de Pîrinden bu kıvılcımı almış ve bülbülün gül için şarkılar söylemesi gibi, kendi varlığında gizli olan Allah'ın varlığının ortaya çıkması için devamlı Allah'la meşgul olmuş, ona giden yolda bülbülün gülün dikenine razı oluşu ve her şeye rağmen ona olan aşkını ifade etmesi gibi, bu gayretini, yani zikrini ve fikrini sürdürmüş ve gül bu feryatlar karşısında açılmış ve netice hasıl olmuştur. Bizler de bülbül gibi aşık olursak Allah'ın Zatı da benliğimizde bir gül gibi açılır,ortaya çıkar ve ancak o zaman feryadımız son bulur.


9


Ben nerdeyim, sen nerdesin?

Ne göktesin, ne yerdesin.

Cümle âlem arar seni,

Kendi, kendine perdesin


Allah'ı arayan insanlar, Allah'ı nerede, nasıl, hangi imaj ile düşünürlerse düşünsünler bu yanlıştır, çünkü Allah gerçeği Hakikat İlmi bilinmeden anlaşılamaz. Bunu bilenler de çoğunluk tarafından evliya (insan-ı kâmil) diye anılan kişilerdir. Onlar da bir evvelki evliyadan bu gerçeği öğrenmişlerdir.

Bu gerçek, kâinatta görünen, görünmeyen her boyutta (madde, mana) yalnızca Allah'ın var olduğu ve Allah'tan başka, Allah'ın dışında Allah'tan ayrı hiçbir varlığın bulunmadığıdır, yani Allah vardır ve onunla hiçbir şey yoktur. Ne var ki Allah'ın varlığı, aynı maddenin katı, sıvı ve gaz halleri gibi ayrı ayrı görünümler sergiler.

Tüm kâinat Allah'ın Zatının çeşitli isimleriyle ortaya çıkışı demektir. Allah'ın doksan dokuz isminin her biri farklı özellikler gösterdiğinden kâinatta da ayrı ayrı varlıklar varmış gibi bir görüntü verir. Bu yüzden kâinatta tek düzelik değil, çeşitlilik vardır. Bu çeşitlemelerin her birisi tek başına Allah değildir ama, Allah'tan da ayrı değillerdir. Allah adeta çeşitli aynaların her birinden farklı görünmektedir.

Meselâ insanlar arasındaki farklılıklar, insanlarla diğer yaratıklar (melek, cin, hayvan, bitki) arasındaki farklılıklar Allah'ın kendi kendisine perde olmasıdır. Diğer bir anlatımla Allah'ın Zatının tekliği Allah'ın isim ve sıfatlarının çokluğuyla perdelenmiştir. Daha doğrusu bu isim ve sıfatlar kendilerine ait ayrı ve bağımsız bir varlıkları var zannında olduklarından gerçek perdelenmiştir. Bu durumda Allah'ı bulmak demek, bu gerçeği anlayarak idrak düzeyini bu gerçeğe uyarlamak, bir anlamda bu gerçeği şahsımızda hayata geçirmek demektir. Bu gerçeğe erişen kişi, kendisinin de Allah'ın bazı isim ve sıfatlarının ortaya çıktığı bir mahal olduğunu öğrenince varlığının Allah'ın dışında değil, Allah'a ait olduğunu anlar. Allah'ın varlığından başka varlık olmadığı idrakine ulaşarak Aşık Niyazi gibi bu dizeleri söyler:


"Ben demişim, sen demişsin yok bizde,

Ben yapmışım, sen yapmışsın Hak bizde."


10


Sular akar dağdan, taştan,

Çağlar Allah Allah deyu.

Yüreğini âşık baştan,

Dağlar Allah Allah deyu .


Seher vakti gelir dile,

Aşık olan gonca güle,

Şol kemeri ince bele,

Dağlar Allah Allah deyu.


Giydin atlas fidan boylum,

Kölen olam sultan soylum,

Boyun bükmüş oylum oylum,

Ağlar Allah Allah deyu.


Melâmiyim der Niyazi,

Hak'tan alır her avazı,

Gece, gündüz bir niyazı,

Söyler Allah Allah deyu.


Aşık Niyazi bu şiirinde aslına koşan ve bir an önce ona kavuşmak isteyen duygular içindedir.

Bilindiği gibi suyun hikâyesi denizden başlayıp denizde biter. Önce denizden buharlaşıp bulut olur, sonra yağmur olup dünyaya iner ve tekrar denize doğru akmaya başlar ve bu akış denize varana kadar çok coşkulu ve gürültülüdür. Denize varınca bu çoşku biter, sessizlik hakim olur, hedefe varılmıştır.

Tasuvvufta "deniz" Allah'ın Zatını ifade eden bir rumuz, bir benzetmedir. Bizlerse O'na kavuşmak isteyen ırmaklar misaliyizdir. Ancak her anımızda denizi özler, denizi konuşur, denizi zikredersek O'na kavuşabiliriz. Başka ilgilerle oyalanırsak, meselâ bir göl bizi oyalarsa denize giden yolu kaybedebiliriz. Onun için her an bu çoşkuyu ve isteği tazeleriz ki başka faktörler bizi etkilemesin. Ama denize varınca bu çoşku, bu istek de biter, artık deniz ile ırmak vuslattadır.

İkinci dörtlükte sözü edilen "seher vakti" kişisel bir seher vaktidir. Allah arayıcısının gerçeği görmeye başlaması ve karanlıktan aydınlığa çıkış noktasıdır. Aydınlığı sağlayan ise güneş, yani Allah'ın Zatına ermiş mürşittir ve gerçeklerin gözler önüne serilmesiyle ona bir "kemer"bağlamıştır. Bu, aşk kemeridir ve kişi bağlandığı bu kemerle Allah'ın Zatının ifadesi olan "gül"e doğru meyletmiştir.

Üçüncü dörtlükte Aşık Niyazi Hazretleri, mürşidi Ulvi Efendi Hazretlerini kastederek O'nun gerçek boyutunu kavradığını, kâinattaki en üstün makam ve mertebeleri mürşidinde gördüğünü, bu makamın ve mertebenin sahibinin kulu ve kölesi olmak için boynunu büktüğünü, onun emir ve hizmetine girdiğini ve ancak Efendisinin gönlüne girmekle sonuca, yani Allah'a varabileceğini ifade ediyor. Bu durumda artık güneş tamamen ortaya çıkmış ve gökyüzü adeta güneşin "atlas" elbisesi gibi görünmüştür. "Atlas"elbise, mürşitte bulunan Uluhiyet, Rahmaniyet, Vahtaniyet gibi ilâhi isimleri ve Zatı simgeler.

Dördüncü dörtlükte Aşık Niyazi melâmi olduğunu söylüyor. Melâmilik pek çok kişinin zannettiği gibi bir Tarikat değil, Hakikat yoludur. Peygamberimizden itibaren devam edegelmiş, o günden beri de üç kez yenilenmiştir. Son yüzyılın yenileyicisi, pîri ise Muhammed Nurül Arabî'dir. İlm-i Ledünü en pratik yoldan aktarmanın kurallarını getirmiştir. Hazret-i Pîr'e göre artık keramet devri kapanmış, ilim devri başlamıştır. Kendisi o güne kadar yapılan fazla zikir ve ibadetleri de kaldırmıştır.

Kelime anlamıyla "melâmet" kendisini yoketmek, aşağılamak anlamına gelir ki bu ilmin tahsili de zaten kişinin kendine ait olan varlığını Allah'ın varlığında yok etmesi ve Allah'la var olması neticesini getirir, yoksa az yemek, az içmek, az giyinmek ve inzivaya çekilmek anlamına gelmez. Kişi gece gündüz putlarını kırmak, perdelerini yırtmak için çalışır.


11


Bineriz aşk atına, Kaf Dağını aşarız.

Zikir kırbacımızdır, Hu dedikçe koşarız.


Biz fena-i tam ile çıkarız dost katına,

Öyle bir katreyiz ki, umman olur taşarız.

Dost ile bir oluruz yedi umman içinde,

Biz vahdetiz, kesretle dalga dalga çoşarız.


Nefsini bilmeyen âdem hayvandan da edâldir,

Hayvan kalıp insanı bulmayana şaşarız.


Aşık Niyazi içti dost elinden Kevser'i,

Ölenler hayvan olur, biz ölmeyiz yaşarız.


Aşk atının bir adı daRef Ref'tir. Hz.Muhammed Miraca çıkarken bir yere kadar Cebrail ile beraber yol alır. Burada Cebrail durur ve oradan öteye geçemeyeceğini, geçmeye kalkarsa yanacağını söyler. Hz.Muhammed o noktadan sonra yoluna Ref Ref adlı bir at ile devam eder. Allah'ın huzuruna yalnız olarak çıkar.

Hakikat İlmine göre Cebrail, Hz.Muhammed'in aklının (Akl-ı Kül) suret almış şeklidir. Akıl yaratılmıştır. Bir anlamda aşk halinde ortada henüz akıl yoktur, dolayısıyla Hz.Muhammed'in yolculuğunun son kısmını aşk ile yapması gerekmiştir.

Şiirde buna işaret edilerek "aşk atı" deyimi kullanılmıştır. "Kaf Dağı" ise kimsenin ulaşamadığı ve gidenin dönmediği bir mertebeye işaret eder ki ancak "Hu"(O) ile ifade edilen bu mertebe, yalnız Peygamberimiz ile onun varislerinin erebildiği "Makam-ı Mahmud"dur. Henüz Allah'ın isimlerinin ortaya çıkmadığı, yani bütün bu isimleri içinde toplayan Allah isminin ortaya çıkmadığı gizli hazine halini ifade eder, diğer bir deyimle "Hu"makamıdır.

Şiirde bu makam, yani ulaşılan bu hal için "fena-i tam" (tam yokluk) ibaresi kullanılmış. Dost katına çıkmak, ancak tam bir yoklukla mümkündür, bu tam yokluğu sağlayan da aşktır. Aşk öyle bir şeydir ki her şeyi içine alır ve bu aldıklarını tekrar dışarıya başka bir biçimde verir, aynı bir vakum sistemi gibidir. Nitekim "Öyle bir katreyiz ki umman olur taşarız" mısraıyla bu durum kastedilmekte. "Katre"bizim varlığımızı ifade ettiğine göre, bunu yok etme durumunda umman olduğumuz meydana çıkar, biz de taşarız. Bizi herkes bir katre gibi görür ama, bizim idrakimiz öyle bir idraktir ki tüm teklik, tüm vahdet halindeyizdir, yani vahdet bizi içine çekmiş durumdadır ve çokluk (kesret) olarak ortaya çıkarız. Ne varsa hepsinde biz varız. Bütün çokluk, bu vahdet (teklik) bilincinin yansımaları olarak ortaya çıkar, oradakiler, buradakiler, şuradakiler hepsi biziz denilmekte.

Burada deniz ile dalgayı nasıl öz olarak birbirinden ayıramazsak, denizin "Tüm dalgalar benden çıkar, sonunda yine bana döner, yani benim çoşmamın, aşkımın sonucu oluşur" demesiyle aynı manaya gelen bir ifade ortaya çıkar.


"Nefsini bilmeyen adem, hayvandan da edaldir,

Hayvan kalıp insanı bulmayana şaşarız."

beyitinde "Bir kimse ki nefsini bildi, gerçekten Rabb'ini bilen o oldu." (Arabî, Mir'at'ül, İrfan, s.48) hadisini akla getiriyor. Allah bir başka hadiste "Ey Âdemoğlu, seni Kendim için, eşyayı da senin için yarattım. Kendim için yarattığım şeyi, senin için yarattığım şey uğruna helâk etme!" (Arabî, Nurlar Hazinesi, s.124) buyuruyor. O halde Rabb'imizi bilmekle insan vasfına ulaşacağız, Rabb'imizi bilmenin yolu da kendi nefsimizin mahiyetini anlamak ve idrak, yani bilmek ve yaşantımızı buna göre ayarlamaktır. Yaşamımız boyu bunu beceremez, bu değişimi gerçekleştiremezsek hayvandan aşağı sayılırız. Hayvan nefsini bilemez, kapasitesi müsait değildir. İnsan görünümünde olup kapasitemiz varken bunu kullanamazsak kendimize insan vasfını vermemiz doğru olmaz. Nefsimizin mahiyeti ise varlığımızın bir ana varlığın dönüşümlerinden meydana gelen bir ruh olduğu ve bu ruhun Allah'tan ayrı ve onun dışında bir varlığının bulunmadığıdır. Eğer bu bilgiye göre yaşamaya çalışırsak ve başarırsak Rabb'imize arif olur Rabb'imizi biliriz.

Aşık Niyazi kendi nefsinde Rabb'ini bulmuş, insanlığa ermiş bir kişi olarak, kendini bilme yolunda hiçbir gayreti olmayan yemek, içmek, seks, sığınma gibi hayvansal fonksiyonların dışında bir fonksiyon ifa etmeyen kişilere hayretle bakmaktadır.

Son satırlarda cennette olduğu vadedilen Kevser (ölümsüzlük) şarabını bir ölümsüzün elinden (Mürşidi Ulvi Hazretleri kastediliyor) içtiğini ve ölümsüzlüğe ulaştığını ifade etmektedir.

Burada Kevser şarabı, Hakikati (İlm-i Ledün) anlatan bilgiler anlamındadır ki kişi bu bilgilerle nefsinin yokluğunu anlar, aynı zamanda varlığının Allah'tan başka ve ayrı olmadığını da görerek ölümsüz olan Rabb'ine erişmiş olur.

Rabb'ine erişmenin, onu bilmenin gerçek anlamda olabilmesi için kişinin hiçbir beşeri vasfının kalmaması, yani nefsinin isim ve sıfatlar âlemi ile idrak seviyesinde bir bağlantısının kalmamış olması gerekir. Diğer bir deyişle gönülde hiçbir isim ve sıfatın, yani bu isim ve sıfatların ortaya çıktığı kişi, değer ve yargılamaların yer almaması gerekir. Bir anlamda nefsini bilmek, önce bizi bağlayan şeylerin neler olduğunu tespit, sonra da onlarla mücadele edip onları gönül yurdundan bir bir atarak toplu iğne başı kadar bile bize ait bir şey bırakmamak, sonunda da Rab ile aynı olmaktır.


12


Her fiilin faili olur ise Hak,

Şöyle böyle demenin manası nedir?

Madem kul fiiline olurmuş durak,

Suda giden samanın mânâsı nedir?


Her sıfatın mevsufu değil mi Mevlâ?

Mecnun gibi sana da görünsün Leylâ.

Geçmezsen bu candan, görsen de illâ

Kokmuş leşi yemenin mânâsı nedir?


Her yerde hâzır nâzır, mevcut olan Hak,

Der: Kendime insanı eyledim burak.

Bilirsin, bir kâmile olunca çırak,

Gemideki dümenin mânâsı nedir?


Bak, Aşık Niyazi'nin dili tutuldu,

Hem üç mangıra Yusuf gibi satıldı,

Erenler aşk yoluna böyle katıldı,

Perde olan dumanın mânâsı nedir?


Bu şiirde İlm-i Ledünün makamlarına atıflar vardır. İlm-i Ledün iki bölümden oluşur.

İlk bölüm Yokluk Makamları (fenâ fillâh):

1. Tevhid-i Ef'al (fiillerin birlenmesi)

2. Tevhid i Sıfat (sıfatların birlenmesi)

3. Tevhid-i Zat (vücutların birlenmesi)


İkinci bölüm Varlık Makamları (bekâ billâh)

4. Makam-ı Cem

5. Makam-ı Hazret-ül Cem

6. Makam-ı Cem-ül Cem

7. Makam-ı Ahadiyet-ül Cem (Makam-ı Mahmud )


İlk makamda, o güne kadar kâinatta her fiilin ayrı ayrı varlıklar tarafından işlendiğini düşünüp beğendiklerimiz ve beğenmediklerimiz gibi ayırımlar yaparken öğreniriz ki tüm fiillerin faili Allah'tır. Şimdi bu bilgi tatbikata konulmalı ve meydana gelen her olayın, insanların işlediği her fiilin Allah tarafından işlendiği hazmedilmeli, davranışlar bu çerçevede olmalıdır. Artık eskisi gibi bu fiilleri yargılayamayız, kaygılanamayız ve ortaya çıkış yerlerini Allah'ın fiillerini yansıtan birer ayna olarak görmeliyiz. Bu olayları samanın sudaki hareketi gibi müşahade etmeliyiz. Nasıl saman altından süratle akan su olmadığı zaman hareket edemezse hiçbir zerre de Allah'ın yapmadığı bir işlevi ortaya çıkartamaz. Samanın gittiğini söylemek hata olur. Su akmazsa samanın gitme kabiliyeti yoktur. Saman bize suyun aktığını gösteren bir aynadır. Bizim bakışımız suya olmalıdır; samana ayrı bir varlık veremeyiz. Bu görüş önce bilgimizde, sonra bilincimizde, daha sonra da gönlümüzde yerleşir ve bundan bir zevk alırız ki bu "Allah"ı müşahade etmenin çoşkusudur.

İkinci makamda, kâinattaki tüm sıfatların malikinin ve sıfatlarla ortaya çıkanın Allah olduğunu öğreniriz. İçimizdeki ve dışımızdaki her zerreden gören, işiten, konuşan, ilim, hayat, kuvvet, irade (istek) sahibi olan Allah'tır. Bu makamda bizim zannettiğimiz varlığımızın bir kısmı daha Allah'a ait olur (zaten öyledir de biz yanlış bilmekteydik). Canımız, yani nefsimiz, yani yanlış zanlarımız ölmeye mahkumdur. Bundan böyle eski idraklerimizle hareket edecek olursak kokmuş bir leş yemiş, yani geçersiz olanla oyalanıp kendimize zarar vermiş oluruz. Devamlı Allah'ı müşahade etmeye çalışır, Mecnun misali bir aşka düşersek bu yeni bilgi nefsimize, idrakimize yerleşir ve Leylâ'nın Mecnun'a yüz gösterdiği gibi Allah da bize Yüz göstermiş olur.

Üçüncü makamda tüm vücutlarda mevcut olanın Allah olduğunu öğrenince varlığımız tamamen yok olur; içimizde, dışımızda mevcut olan Allah'tır. Artık yokluğumuz tamamlanmış ve üç aşamada öğrendiklerimiz birleşmiştir; "Allah'ın hakkı üçtür" deyişi de buradan gelir. Her vücutta Allah kaptandır, gemi vücuttur, geminin dümeni sıfatlardır, geminin yol alışıysa fiillerdir. Allah'ın Zatı (kaptan), sıfatları (dümen) sayesinde bir fiil işler (yol alır).

Aşık Niyazi tüm bu makamların (aşamaların) şahsımızda yaşanır hale gelmesinin ancak bir mürşidin (gerçek insan) çırağı, yani onun hizmetkârı olmak suretiyle gerçekleşebileceğini, aksi halde kendi başımıza bu bilgileri bilsek bile hayata geçiremeyeceğimizi ifade ediyor. Kaptan olmak için bir başka kaptana ihtiyaç vardır, çünkü gemi yönetimi ancak bir başka kaptandan öğrenilir.

Son dörtlükteki anlatıma göz atarsak bu gerçekler karşısında insanın dili tutulur, çünkü kâinat Allah'ın vücudu haline gelmiş, ayrıntı yok olmuş, konuşulacak bir muhatap kalmamıştır. Zaten Allah'ın olan saltanat bizim gözümüzden de görünür olmuştur. Allah bizim gözümüzden kendini görmeye başlar, daha doğrusu Allah'ı ancak Allah görür. Teklik düşünüldüğünde gören ve görünen dahi yoktur, mevcut olan vardır, yani bâki olan, devamlı olan vardır.

Bu gerçeklere üç aşamada varılmıştır. "Üç mangıra satılmak" da bu anlamdadır. Kişi yanlış zanlarını ve benliğini üç aşamada satmıştır.

Kur'an-ı Kerim'de hikâyesi anlatılan Yusuf Peygamber kardeşleri tarafından "kuyu"ya atılır. Bir "kervan" onu kuyudan kurtarır ve köle olarak "üç mangıra satar". Maddi olarak olay böyle gerçekleşir. Hakikat İlminde her maddi olayın, bir mana boyutu vardır. İşte bu olayın manadaki karşılığı şöyledir: Kervanla anlatılan, Hakikat yolu ve mürşittir; kişinin mürşidine bağlanıp yukarıda anlattığımız aşamaları geçirmesi Allah'a satılması, daha gerçekçi bir ifadeyle kendine ait zannettiği varlığının Allah'a ait olduğunun idrak ve zevkine kavuşmasıdır.


13


Biz Hakikat yolunda Şeriatsız gitmeyiz.

Hakikat elde diye, Şeriat terk etmeyiz.

 

Hem Şeriat aynadır, Hak'tır görünen bize,

Hakikat aynasını ters çevirip tutmayız.


Bildiğimiz Şeriat, Hakikatındır ancak,

Hak ile Hak olanı biz yabana atmayız.


Hakikatimiz de bir, Şeriatımız da bir,

Bir Şeriat içine bir Şeriat katmayız.


Secdeye secde katmak Şeriat ise ey dost,

Böyle Şeriat ile biz gönül avutmayız.


Kendi benliği ile şol Şeriat güdenin

Hakikat ehli isek Şeriatın yutmayız.


Aşık Niyazi, Habibin yoluna kurban olsun,

O'nun yolundan ayrı bir Şeriat gütmeyiz.


Peygamberimiz bizlere dört ilimle gelmiştir, ama bunlardan yalnızca Şeriat kurallarını herkese ilân etmiş, diğer üçü Tarikat, Marifet ve Hakikatı ise yalnız talep eden ve anlayabilenlere aktarmıştır.

Müslümanların hepsi Şeriat kurallarını bilmek ve tatbik etmekle yükümlüdür ama, Tarikat, Marifet ve Hakikat İlimleri sadece isteyenler tarafından öğrenilir. Hakikatin dışındaki tüm bilgiler, insanların Cennet için seviye kazanmalarını sağlar. Oysa Hakikat, yalnız Allah'a ulaşmak isteyenlere yol gösterir ve bunu sağlar. Sayısal olarak son derece az olan bu Allah gerçeğine varanlar, piramitin tepesinde az bir yer işgal ederler. Piramidin tabanına doğru kişi adedi artar; bu geniş alan Tarikat ve Şeriatı bilenlere aittir.

Herkesin ermiş, evliya diye bildiği kişiler (Yunus, Mevlâna, Abdülkadir Geylâni, Hacı Bektaş-ı Veli, Muhiddin Arabî, Seyit Muhammed Nur ...) sayılı adette olan Hakikat ehli kişilerdir. Onları sayısı milyonları aşan diğer Müslümanlardan ayıran faktör, Hakikat İlmini biliyor ve yaşıyor olmalarıdır. Yeri gelmişken bu gibi evliyaların eskiden mevcut olup zamanımızda artık bulunmadığı gibi büyük bir yanlış fikre karşı çıkmak istiyorum. Her devirde kaç adet idiyseler bu devirde de aynı adette bu ilmi bilen ve yaşayan vardır ve bu zorunludur. Eski devirlerden tek fark Hakikatin artık dergâh usulü değil, normal yaşam şekli içinde öğrenildiğidir. Dolayısıyla Hakikati bilenler belli bir kisvede bulunmadığından fark edilememektedirler.

Hakikat İlmi, yani Allah gerçeği Şeriat kuralları ortaya çıkmadan önce de mevcuttu ama, dünyaya inip gerçeği unutan ruhların büyük bir kısmına bunu anlatabilmek imkânsız olduğundan, hiç değilse bir Allah tarafından yaratıldıklarını bilmelerini, ona şükretmelerini, iplerin kendi ellerinde değil, Allah'ın elinde olduğunu unutmamalarını, kendi varlıklarını putlaştırmamalarını temin etmek üzere insanlara gelen emir ve isteklere Şeriat kuralları diyoruz.

Bir takdir-i ilâhi, diğer bir deyişle otomatik bir yansıma olarak her Şeriat kuralı, Hakikat İlmindeki bir mana boyutunun karşılığı olarak konulmuştur.

Meselâ, namaz kılmanın şekli ve gün içindeki adetleri Hakikat İlminde yaşanan idraksal değişimleri ifade eder. Orucun otuz, ramazan bayramının üç gün oluşu, Yokluk Makamlarına, kurban bayramı ve hacdaki yükümlülükler Varlık Makamlarına tekabül eder. Bu makamlar mana boyutunda yaşandığından otomatikman şekle dönüşmüştür. Kâinatın meydana çıkışı ve değişimi de manadan maddeye otomatik olarak yansır, çünkü manada olmayan hiçbir şey maddeye yansıyamaz, yani maddede oluşamaz.

Bu gerçekleri bilen Hakikat ehli Şeriatın nedenlerini bilir ama, yalnız Şeriatı bilen Şeriat ehli ezbere ve taklidi olarak bunları tatbik eder. Gerçekleri bu kişilere anlatmak da mümkün değildir. Ya böyle bir gerçeği reddederler, ya da "Bizim aklımız ermez." deyip geçerler.

Bütün evliya Hakikati bilir yaşar ama, bunu başkalarına anlatamamanın sıkıntısını duyar. Evliyanın zaman zaman Şeriat kurallarına aykırı halleri ve lafları olur, o zaman büyük hücumlara uğrarlar. Hemen bu duruma Yunus Emre'den bir örnek verelim. Bakın Yunus ne diyor:


"Orucuna inanma namazına dayanma,

Aşık ondan münezzeh nâz u niyaz içinde.


Oruç namaz gusl ü hac hicaptır aşıklara,

Aşık bundan münezzeh hâsıl heves içinde."

(Divan, s. 127)

Bu dizeler tepki uyandırmış olmalı ki divanında şu tarz dizelere de rastlıyoruz:


"Bana namaz kılmaz diyen, ben kılarım namazımı,

Kılar isem kılmaz isem ol Hak bilir namazımı.


Dosttan artık kimse bilmez kâfir Müslüman kimdürür,

Ben kılarım namazımı Hak geçirirse nazımı."

(Divan, s. 132)

Bu dizelerde "Hak bilir namazımı" derken Yunus, mana boyutunda verdiği çabaları, yani devamlı namazı Hakikat namazını kastediyor. İşte Hakikat yolcusu bunu anlatamamanın sıkıntısını yaşar.

Aşık Niyazi Hazretleri şiirinde, Hakikati yaşadığı halde farz olan Şeriat kurallarını da yerine getirdiğini ifade ediyor. Üçüncü Devre Melâmilerinin pîri Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, Hakikat eğitimi alan kişilerin yalnızca Şeriatın beş şartını yerine getirmelerini, fakat gün içinde kılınamayan ve aynı gün kaza edilemeyen namazların sonraki günlerde kaza edilmesine gerek olmadığını bildirmiştir.

Bundan yüz sene evvel memleketin Şeriatla yönetildiği bir ortamda "aynı gün kılınamayan ve kaza edilemeyen namazın başka gün kaza edilmemesi" kuralını koyabilmiştir. Mutlaka tepkiler almış olmalıdır. Hakikati bilmeyen bir kişi, beş vakit namazın dışında kendiliğinden ilâve namazlar kıldığı taktirde bu durum ona zarar vermez ama, Hakikati yaşayan kişinin böyle bir ihtiyaç duyması Hakikati tam anlayamadığını gösterir. Onun için


"Secdeye secde katmak Şeriat ise ey dost,

Böyle Şeriat ile biz gönül avutmayız.


Kendi benliği ile şol Şeriat güdenin,

Hakikat ehli isek Şeriatın yutmayız.


Aşık Niyazi Habibin yoluna kurban olsun,

Onun yolundan ayrı bir Şeriat gütmeyiz."


dizeleriyle Aşık Niyazi Hazretleri, Hakikati bilen kişinin şeklî ibadetleri kendisinin ayrılmaz bir parçası gibi ele almasının Hakikati yaşamasına mani teşkil eden benlik duygusuna yol açtığını belirtmektedir.


 

14


Gir, hasretinle yanan kalbime ey sevgili,

Vuslatınla canıma can olursun Efendim.

Pervane gibi, sönen kalbime ey sevgili,

Hem şûle-i aşkınla râm olursun Efendim.


Canımı feda bulur, dost olan gönlümüze,

Gel, dosta mesken diye kast olan gönlümüze,

Dilersen lûtfedersin mest olan gönlümüze,

Hem sâki, hem bade, câm olursun Efendim.


Aşık Niyazi sensiz nideyim, nolayım ben,

Derdime şifa acep kendimde bulayım ben,.

Lûtfeyle gel sevgili kurbanın olayım ben,

Ol zaman Sen canımda cem olursun Efendim.


Tasavvufta en önemli yeri işgal eden mürit-mürşit, aşık-maşuk, efendi-kul ilişkisi bu dizelerde dile getirilmiştir.

Aşık Niyazi Hazretleri, Efendisi Ulvi Erdenilgen Hazretlerine bir aşığın sevgilisine duyduğu duygularla hitap ediyor.

Allah'a aşık olan bir kişinin, söz konusu mürşidi bile olsa insan suretinde görünen birisine böyle yanıp yakılması ne derece doğru ve haklı görülebilir? Görünen şartlar veya Şeriat ölçüleri ile bunu açıklamak mümkün müdür? Tabii ki kesinlikle hayır! Bu duruma iki açıdan bakılabilir: Ya Aşık Niyazi şaşırmıştır, ya da bizim anlamadığımız bir şeyler yaşamaktadır. Birinci ihtimali saf dışı bırakmak için düşünelim: Yunus'un ve Mevlâna'nın Efendileri için söyledikleri benzeri sözleri, dizeleri hatta Mevlâna ve Şems'in cinsel sapmalar yaşadıkları gibi şaçma sapan iftiralara maruz kaldıklarını biliyoruz. Mevlâna'nın "Divan-ı Kebir"inde Efendisi Şems için şu sözleri söylediğini görüyoruz:

"Tebriz'li Hak Şems'ine hizmet etmedikçe, o devlete ermedikçe ne o ay görünebilir, ne o deniz." (Divan-ı Kebir, s.125)

"Ey, Şemseddin, senin güzel gözlerin için, canım pusudadır. Geceleri uykum huzurum gitti, fakat karar ve istirahat günü geliyor." (Divan-ı Kebir, s.16)

"Ey, Şemseddin can da sensin, canın canı da sensin, sevgili de sen. Aşkın cana da, sana gidecek yolu gösterir, gönle de." (Divan-ı Kebir, s.117)


Yunus ise Efendisi Taptuk Emre'ye şöyle sesleniyor:

"Sen Yunus'un Miracısın,

Hem can içinde cânısın.

Bir can verip efendime,

Bin can olurum kime ne." (Divan, s. 115)

Bu Allah aşıklarının şaşırmadığını biliyoruz. O zaman ikinci ihtimal üzerinde durup açıklamasını yapalım.

Daha önce de belirttiğimiz gibi İlm-i Ledünü öğrenip yaşayıp tamamlayanlar, miraçlarını da tamamlamış Allah'a vuslat etmiş kişilerdir. "Allah'a vuslat" kavramı zihinlerde hep hayali, hep aslına uygun olmayan ölçülerde düşünülür. Oysa Allah'a varış, idrak ve gönülde gerçekleşir. İnsan, çıkış noktası olan Muhammed'in ruhuna (ruh-u azam) dönüş yapabildiği taktirde ki bu dönüş idrak, bilinç, gönül düzeyinde olabilir, vuslat tamamlanır. Biraz daha açmaya çalışırsak, Allah gizli bir hazine halindeyken Muhammed adını verdiği haline gelebilmek için bir değişim gösterdi ve bu hal çok hoşuna gitti. O haline, yani Muhammed'e "Habibim", sevgilim diye hitap etti ve Muhammed'in değişiminden ruhlar meydana geldi, ruhların saçılışından kâinat meydana geldi ve insanlar da mana âlemindeki idraklerini kaybettiler.

İçlerinden bazıları tekrar o gerçek idraklere, yani Muhammed'in varlığı içindeki idraklere İlm-i Ledün aracılığıyla varırlar, daha doğrusu bu idrake bir önceki zamanda varmış bir mürşit sayesinde erişirler. Bilginin somut hale gelmesini mürşit sağlar. Bu birleşmenin gerçekleşmesi demek, şu hadisin gerçekleşmesi demektir:

"Ben yere göğe sığmam, ancak bir mümin kulumun kalbine sığarım." (Yazıcıoğlu, s.14)

İşte bu mümin kul, tüm eksik ve yanlış idrak, şartlanma ve perdelerden kurtulup Muhammed'in idrakine ulaşmış kişidir, yoksa herhangi bir beşer değildir.

Aşık olan beşer ne ister? İşte bu idrake ulaşmayı, bu idrake, bu hale aşık olmayı.

Aşıkın maşuk haline dönüşmesi onun suretinde bir değişiklik yaratır mı? Hayır, yaratmaz.

Mürşit veya efendi özlenen ve varılmak istenen gönül ve idrake sahip olan yerdir, yani sevgilidir, yani Muhammed'in idrakidir, onun için mürşide "Efendim" diye hitap edilerek gerçek ifade edilir. Evet, bir insan-ı kâmil olan mürşit, güneş; mürit olan aşık ise onun yörüngesinde dönen ona tâbî olan yıldız gibidir ve yıldızın hareketlerinde güneşe tabi oluşu gibi, o da efendisine tabidir. Bu ikili ilişki, gönül seviyesinde gerçekleştiği taktirde aşk ortaya çıkar ve aşık olunan, efendinin gönlüdür.

Zaten bir talip efendiye teslim olduğunda ister istemez onun gönlünün çekim alanı içine girmiş olur ki bu gönül Allah'ın gönlüdür. Mevlâna şöyle bir ifade ile bunu açıklamakta:


"Kâbe, Kâbe olalı Allah bir kere bile oraya gitmedi,

Benim gönlümden ise bir an bile çıkmadı."


Kâbe'nin bulunduğu bölgede farklı bir manyetik alanın mevcudiyeti, hacca gidenlerin bu sebeple günahlarından arındıkları bazı araştırmacılar tarafından ortaya konulmuştur.


Burada akla şöyle bir soru gelir:

· Peki devamlı orada yaşayanlar, ister Allah'a inansın, ister inanmasın bu manyetik alan sebebiyle günahsız mıdırlar?

· Puta tapanlar da Kâbe'yi ziyaret etmekteydiler, onlar da mı arındılar?

Tabii ki hayır. Demek ki o manyetik alandan istifade etmek için Kâbe'ye Allah'ın evi olarak secde etmek ve bu inançla orada bulunmak gerekmektedir. Bu inanç olursa devre tamamlanır ve o manyetik alan kişiyi etkileyerek günahlarından arındırabilir.

Madde âlemindeki bu gerçek, mana âleminde de aynen geçerlidir. İnsan-ı kâmilin gönlü gerçekte Allah'ın evidir; orada aşk alanı mevcuttur. Onunla maddi olarak yan yana gelmek, onun alanına dahil olmayı ve ondan yararlanmayı sağlamaz. Faydayı sağlayan, ona olan teslimiyet, bağlılık, inanç ve hizmettir. Ve insan-ı kâmile gelen Allah arayıcısının yararlanması, mürşidinin Allah'a vuslat etmiş olduğuna inancı ve ona olan teslimiyeti ölçüsünde olur. Mürşidi sadece bir şeyler bilen bir alim gibi görürsek veya onu yargılaryıcı gözlerle incelemeye alırsak fayda yerine zarar hasıl olur.

Bu açıklamalardan sonra şiire bir kez daha göz atacak olursak; Aşık Niyazi'nin kendi gönlünü pervane gibi yakması eski idrak ve aşklarını yok etmesi gerekiyor. Bunu yaparsa o zaman Efendisinin gönlü kendisinde görünmeye başlayacaktır. Bu yok oluş efendinin mana şarabıyla mümkün olabilir. Aslında mürşit hem şaraptır, hem şarabı sunan, hem de o şarabı muhafaza eden, yani hem o idrak, hem o idraki sunan, hem de o idrakin barındığı mekândır.

Aşık Niyazi İlm-i Ledünün tüm bilgilerini bildiği halde, bunu yaşayabilmek, hayata geçirebilmek için, yani gönlünde Efendisinin gönlünü bulabilmek için Efendisine kurban olması gerektiğini ve bunun da ancak Efendisinin lûtuflarıyla olabileceğini ifade edip ona yalvarıyor.


15


Gel ey sâki, sun badeyi mest olan canımıza,

Bu yolda feda kıldık biz canı cananımıza.


Bî-nişan olduksa eğer vaslınla ey sevgili,

Bu âlemde bir noksanlık gelmez hiç şanımıza.


Pervane gibi yanarız, bilmem ki neden acep,

Pis giren temiz çıkar şu bizim külhanımıza.


Zikrinle daim gönlümüz çırpınıp durmaktadır,

İçi, dışı pâk bir saray lâzım Sultanımıza.


Adını değil, lezzetin duysaydı bu şarabın,

Zahit ömrünü verirdi bizim bir anımıza.

Bu yolda İsmail gibi baş ve candan geçmeyen,

Elbet de paha biçemez bir damla kanımıza.


Aşık Niyazi'ye sakın ayrılıktan bahsetme,

Yâr mecliste iken ağyar gelmez hiç yanımıza.


Bu şiirde "saki", Aşık Niyazi'nin Efendisi Ulvi Hazretleri, "bade" onun sohbet ve muhabbetidir. Bir aşık ancak efendisinin sevgisi, muhabbeti sayesinde mest olabilir. Bu sevgi ve muhabbet ise kendiliğinden ortaya çıkmaz. Ancak aşık canını efendiye feda etmeye başlarsa otomatik olarak efendinin gönlünden kendisine sevgi, mana akışları başlar ve aşık bu etkiyle kendinden geçer ve bu dünyaya, madde boyutuna ait tüm değerlerden kopar, beşeri vasıflardan sıyrılır; bu sıyrılış aşığı maşuktan ayrı kılan bütün engelleri bütün nefsani değerleri, nişanları sıfıra indirinceye kadar sürer ve aşık "bî-nişan", yani nişansız, vasıfsız hale gelir.

Bu aşama hiç de kolay değildir, feda edilmekte zorlanılan, vazgeçilemeyen şahsi kaygılarımız, başka varlıklara duyduğumuz sevgiler, en önemlisi hep akıl ve mantık ile karar verilen konulardaki terketme zorlukları bizi zorlar durur. Her zaman aklımızı bir yana bırakamayız.

Bu konuda bir örnek verelim:

"Bir gün Hz.Muhammed 'Sadaka veriniz!' buyurdular. Hz.Ömer ile Hz.Ebû Bekir sadaka olarak bir takım mallar getirdiler. Peygamberimiz sordular 'Yâ Ömer, evdekiler için ne bıraktın?' Hz.Ömer 'Malımın yarısını buraya getirdim ve diğer yarısını evdekilere bıraktım.' cevabını verirken Hz.Ebû Bekir odaya girdi, o da malını getirmişti. Ona da aynı soruyu sordular, Hz.Ebû Bekir 'Evdekileri Allah ve Resûlune emânet ettim. Dolayısıyla malımın hepsini getirdim.' dediler. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz Hz.Ebû Bekir'e 'Ömer ile aranızdaki fark cevaplarınızın arasındaki fark gibidir.' buyurdular." (Türkiye Gazetesi, "Hikmetler", 30.8.1992, s.13)

Yapılan hareketlere göz atacak olursak, Hz. Ebû Bekir tam teslimiyet göstermiştir. "Sıddık" lâkabı da kendisine bu yüzden verilmiştir; tam sadakat anlamındadır. Aklını dinlememiş, aşka uyup kendisinin ve evdekilerin menfaatlerini Efendisi Hz.Muhammed'e feda etmiştir. Önemli olan Hz.Muhammed'in ona duyacağı sevgiyle ona biraz daha yaklaşmaktır. Bu fedayı engelleyen hiçbir faktör, aşk konusunda mazeret sayılamaz. İşte Hz.Ebû Bekir bu hareketiyle nişanlarının birinden daha kurtulmuştur.

Benzer bir hareket Mevlâna'nın Şems için tüm talebelerini yüzüstü bırakmış olmasıdır. Bu harekette de efendi için başkalarının düşeceği durum önemsenmemiş ve feda edilmiştir.

Eğer aşık olan kişi, bu mekanizmayı, yani yapılan her fedanın otomatik bir yükseliş temin ettiğini keşfeder de hep bu kritere göre davranırsa dış görünüşte maddi ve manevi kayıp içinde gibi görünse de efendinin gönlüne çıkan merdivenleri hızla tırmanır, vardığı yerde bakar ki pervane gibi yok olmuş ve "O" olmuş.

Bu aşktan, bu zevkten ve gönül şarabından haberi olmayan bir Şeriat ehli, sadece şekilcilikle uğraşan kişi, sadece kadehe bakacağına içindekinin tadını alabilse, amacın bu olduğunu anlar ve ömrünü verirdi ama, ilâhi kanun icabı herkesin bu duyguları ve etkileri hissetmesi mümkün değildir.

Bakın Yunus ne diyor:


"Karga ile bülbülü bir kafese koysalar,

Birbiri sohbetinden daim melûl değil mi?


Öyle kim karga ister bülbülden ayrılmağa

Bülbülün de gönlünde maksûdu şu değil mi?"

(Divan, s.161)


İsmail Peygamberin babası İbrahim tarafından Allah'ın emriyle Kurban edilmesi ve son anda koçun inip İsmail Peygamberin kurtulması olayı Kuran-ı Kerim'de anlatılır. İsmail'in kendiğilinden buna razı oluşu ve babasını teselli edişi de söz konusudur.

Bir aşık da mürşidinin gönlünü kavrayıp onun emri olmadan kendiliğinden fedalarını gerçekleştirirse, amaca çok daha çabuk varır. Keşifle yapılan işlerin kişiye sağladığı idrakler artık onun malı haline gelir. Taklidî değil, hakiki bir feda gerçekleşir. Aşık şunu iyi bilmelidir ki maşuk devamlı feda, devamlı yokluk, devamlı hizmet bekler.

Bu gerçeği bilmeyenler efendinin ne anlama geldiğini anlayamayanlar, hayali Allah'larıyla oturup kalkanlar, ona gereken değerini veremezler; zaten bu değeri ölçecek kapasiteden yoksundurlar. Bu onların bilmedikleri bir âlemin titreşimleridir.

Aşık Niyazi son olarak efendisi ile beraberken hiçbir nefsani duygu veya dünya meşgalesi, yani "ağyar" gönlüme tesir etmez, yanıma yanaşamaz, "O"nun yanında her şey gönlümden silinir gider diyor.


16


Bu âlem meyhanedir zevk ile tad alana,

Canımız feda olsun dilde hem-yâd olana.


Nûş eyle gel şarabı, sen de canan elinden,

Sunarlar bu kadehi ezelden şâd olana.


Gel canımın canı gel, vaslınla imdad eyle,

Canımız kurban olsun bize imdad olana.


Hem canımız, varımız, hem şöhret- i şanımız,

Verilsin nişanımız cümleye ad olana.


Aşık Niyazi her an yâr ile sohbettedir

Gelir elbette canan, böyle feryad olana.

Tüm yaratılış, tüm kâinat Allah'ın isim ve sıfatlarının sonsuz sayıdaki aynalarda her an değişikliğe uğrayarak sonsuz sayıda kombinasyonlar meydana getirmesi anlamını taşır ki bu bir anlamda Muhammed'in her devirde değişen elbiseleriyle sonsuz aynalarda görünüşü anlamına gelir.

Giydiğimiz elbiseler, nasıl bizim kişiliğimizde bir değişim yaratamazsa söz konusu değişimler de Muhammed'de bir değişim yaratmaz, sadece Muhammed her devirde farklı görünümler sergiler. Örneğin varisleri ve kardeşleri olan Hz.Ali, Hz.Mevlâna, Seyyit Muhammed Nur Hazretleri veya Aşık Niyazi Hazretlerindeki görünümü farklı farklıdır. Aslında bu farklılık yalnız ve yalnız değişmez gerçeği ortaya koyuş biçimlerindedir, yoksa hepsinin idrakı Hz.Muhammed'in idrakidir.

Bu idrak bazı devirlerde açık, bazılarındaysa kapalı olarak kendini gösterir. Örneğin Hallac-ı Mansur ve Şems-i Tebrizî gerçekleri açma eğilimi gösterirken, Efendim Aşık Niyazi Hazretleri gerçekleri tam gösterme eğiliminde değildi. Müritleri içinden çok az kişiye ima ederek onların gerçeği anlamasını bekler, anlamayan müritlerinin ve dış çevrenin yola taş atmaması için gayret gösterirdi.

Bu kâinat da ancak bu gözle izlenir ve her elbise altındaki "dilde hem-yad olan", yani birlikte anılan Allah ve Muhammed görülürse bize zevk verir. Bu zevke varabilmek ise Kevser adlı şarabı içmekle gerçekleşir. Kevser de her meyhanede bulunmaz. O, sahibi Hz. Muhammed olan bir havuzdur. Bu devirde Muhammed hangi elbiseyle bize Kevser sunacaksa oraya koşup bize imdat, bize çare olmasını dilemeli, karşılığında canımızı takdim etmeliyiz.

Bu konudaki sözlerimizin dayanağı Ebû Hüreyre'den nakledilen şu hadistir:

"Hz.Muhammed Mustafa:

- Kardeşlerimi severim buyurdu. Ashab-ı Kiram:

- Ey Allah'ın Resûlü biz senin kardeşlerin değil miyiz? dediler.

Resûlullah:

- Sizler ashabımsınız, kardeşlerim benden sonra gelirler. Ben havzımla (havuz) onların feratıyım (Bir yere evvelâ gidip lâzım olan şeyleri hazırlayan)" (Sivasî, s.560).

Hz. Muhammed'in kardeşleri, ancak Aşık Niyazi misali tüm "nişan"larını, tüm varlıklarını (elbiselerini) asıl sahibine, tüm âleme hükmünü geçiren peygamberlerin öncesi, kâinatın sonrası, ilk idrak, ilk akıl, ruh-u azam Hz.Muhammed'e verenlerdir. Eğer siz de tüm varlık ve elbiselerinizi Muhammed'e verirseniz Muhammed sizden aldığı elbiselerle sizde hükmetmeye başlayacaktır.

 

17

Şol gören ağlar sanır, mest-i figan olmuşam,

Yüreğin dağlar sanır, ciğer-i can olmuşam.


Fakiri gören kimse zavallı der haline,

Halbuki ben bu halle cümle cihan olmuşam.


Kim dinler benim sözüm bu fani harabede,

Hem kumandan, hem sultan, hanlara han olmuşam.


Aldanma gel dünyanın türlü türlü rengine,

Bu âlemde seninle ben imtihan olmuşam.


Sen bilmezsin ey aşık, bu hall-i muammayı,

Ben Aşık Niyazi'yim, dost-u nihân olmuşam.

Hakikat yolcuları, aşıklar, insan-ı kâmiller, dünyayı amaç edinmiş kişiler, özellikle yakın aile efradı ve akrabaları tarafından anlaşılamadıkları gibi lüzumsuz gayretler içinde boş yere oyalandıkları, bir mürşide bağlanmakla da kişiliklerini kaybetmiş oldukları, sonuçta zavallı bir duruma düştükleri suçlamalarıyla karşı karşıya kalırlar. Güya yakınları onların menfaatini düşünerek bir mürşide bağlandıktan sonra onlarda gördükleri değişiklikleri eksi bir durum olarak değerlendirirler. Onlara zavallı derler. Bunun en önemli nedeni artık onlardan eski yakınlığı görmedikleri ve eskiden paylaşılan şeyleri artık paylaşmadıkları içindir kuşkusuz, çünkü Hakikat yolcusu dünya değiştirmiş, ölçüleri görüşleri, kıstas ve kriterleri, zevkleri değişmiştir. Dolayısıyla eskiden dünya değerlerine önem verirken artık vermez olmuştur. Onun dünyası mana dünyasıdır, Allah'tır. Bunun dışındaki hiçbir değer, onu kendine çekemez ama, kendi halini duygu ve zevklerini kendisine eleştiri getirenlere anlatamaz, çünkü onlar için Allah yukarılarda, ulaşılması imkânsız bir yerdedir, dolayısıyla bilinen dinsel kuralların sözümona bilinmesi ve yapılabilirse yapılması yeterlidir.

· Evinde ibadet et, ne gereği var birisinin emrine girmeye.

· Artık eskisi gibi bizi arayıp sormuyorsun.

· Eskiden ortak zevklerimiz vardı, aynı duyguları paylaşırdık, oysa şimdi sen adeta başka bir dünyadasın.

· Dünya batsa umurunda değil.

gibi, şablon cümlelerle aşığı maşuktan ayırmak, kendi dünyalarına geri götürmek amacını güderler.

Bu hareketleri,

· Firavun'un Hz.Musa'ya

· Nemrut'un Hz.İbrahim'e

· Romalının Hz.İsa'ya

· Kureyşlinin Hz.Muhammed'e

yaptıklarıyla eş değerdedir. Aşığa eziyet vermektedirler. Bir anlamda bu eziyetler, tenkitler ve safdışı bırakmaya çalışmalar aşkın miyar taşıdır. Eğer aşık gerçek aşıksa gözü hiçbir şey görmez ve yoluna devam eder, aksi halde bu ejderhalardan korkup kaçar. Allah kimseyi bu hale düşürmesin.

Konuya ilişkin Ali İmran Suresinin 146. Ayetinde şöyle denilmekte:

"Nice peygamber, beraberinde kendisini Rabb'e adayan birçok kişi bulunduğu halde savaşmıştır. Onlar, Allah yolunda kendilerine gelip çatan zorluklar yüzünden gevşememiş, zayıflık göstermemiş, susup pusmamışlardır. Allah sabredenleri sever."

Aynı surenin 28. Ayetindeyse:

"Müminler müminleri bırakıp da küfre sapanları gönül dostu edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah'la ilişiği kesilir. Ancak bir sakınma ile onlardan korunmanız müstesna. Allah sizi kendisinden sakınmaya çağırır. Ve dönüş yalnız Allah'adır."

Mevlâna'nın Şems'e olan yakınlığı etrafı tarafından nasıl tenkit gördüyse bugün de aynı sahneler aşıklarla çevreleri arasında yaşanmaktadır. Bir kara mizah örneği olarak da bugün bir aşığa ayakbağı olmaya çalışanların büyük çoğunluğu, tenkit ettikleri benzer davranışları sergilemiş olan Mevlâna'yı bağırlarına basar, onu onaylarlar. Öyleyse soruyorum,

"Mevlâna'yı ne hakla bağrınıza basıp onun büyüklüğünü ne hakla onaylıyorsunuz?"

Mevlâna sizin nefret ettiğiniz şeyleri yapmıştı, o zaman yaşasaydınız onu da Şems'ten ayırmak isteyecektiniz. Davanızda kararlı iseniz ne Yunus'u, ne de Mevlâna'yı ağzınıza bile almayınız, çünkü her ikisi de bir mürşide kul olmuşlardı.


İşte Mevlâna'nın Efendisine bir hitabı:

"Cânım Efendim can istedi ya, işte ben şu da can. Zaten sana teslim edilmeyen canı at tâ cehennemin dibine" "Divan-ı Kebir, s.333)

Aşık Niyazi de bu aşamaları geçirmiş olmalı ki bu dizeleri yazmıştır. Yunus kimseyi dinlemeyip Taptuk'a, Mevlâna kimseyi dinlemeyip Şems'e, Aşık Niyazi kimseyi dinlemeyip Ulvi'ye kul oldular ve neticede mana katlarını öyle bir çıktılar ki aşık iken maşuk haline gelip tüm kâinatta saltanat sahibi oldular. Onların saltanatını da ancak onların sarayına giren aşıklar görebildi, çünkü padişahlar nasıl sarayda gizlenirse Allah da onların gönüllerinde saklandı, oradan hükmetti.

Halk Padişahı tanımadığı için, tebdil-i kıyafetle onu tanımayıp rağbet etmediler. O kıyafette Padişah "Ben Padişahım" deyince "Vay sen bu halinle nasıl koskoca padişah olduğunu söylersin?" diye sordular, ona hakaretler yağdırdılar. Padişah ise onları bir işaretiyle ortadan kaldırabilecekken tebdil-i kıyafet olduğu için canlarını bağışladı ama, sarayındayken inkâr edilseydi kellelerini vurdurturdu. Onun için sarayın içine girenlere çok dikkatli olmalarını tavsiye ediyorum. Padişahla yüzyüze olmak, her an uyanıklık gerektirir.


18

 

Seni seven bir can Veçhin görmez mi hiç cihan içre.

Visaline eren canlar nasıl olmaz canan içre.


Pervane gibi yandıkça âteş-i şem'ine canan,

Bigâne kalırsam aşkım olmaz mı hiç nihân içre.


Senden gayri bir yâr sevmez, kim içerse bu Kevser'den.

Ol sevdaya düşen aşık nasıl olmaz güman içre


Bu sevdaya girdin ise türlü derde giriftar ol.

Ne olduğun bilmez isen olur halin duman içre.


Aşık Niyazi'ye Maşuk olursa hep cümle âlem,

Ol âlemde bir katre su nasıl olmaz umman içre.


"Allah'ı sevmek", "Allah aşkı" herkesin duyduğu bildiği kavramlardır ama, seven ve aşık olanların sayısı çok azdır. Herkes uzakta bir yerlerde olan tanımadığımız, var olup olmadığından emin olmadığımız, başımız sıkışınca sığınma ihtiyacından hatırladığımız, niceliği ve niteliği belirsiz bir Allah'ı sevdiğini ifade eder ama, Allah karşılarına gelip onlara meselâ,

· mesleklerini terketmelerini,

· paralarını denize atmalarını,

· anne, baba veya eşten hatıra kalmış bir eşyayı çöp tenekesine göndermelerini,

· çok sevdikleri bir arkadaşlarını terketmelerini

istese, acaba Allah'a sevgileri bu veya benzeri davranışları göz kırpmadan yapmalarını sağlayacak mıdır? Hiç sanmıyorum. Allah'a şu sorular yöneltilebilir:

· İşimi çok seviyorum, ayrıca para kazanmadan nasıl yaşarım?

· Annemin hatırasına saygısızlık olmaz mı?

· Arkadaşımın bana ihtiyacı var, insafsızlık olmaz mı?

Adeta bu sorularla Allah'a akıl verirler veya Allah'ın onlardan böyle şeyler istememesi gerektiğini düşünürler. Bu abartılı misallerimize bakınca, Allah ile karşılaşmadan, gerçekten O'nu mu, yoksa kendi dünyamızdaki değerleri mi daha çok sevdiğimizi anlayamayız. Allah sizden ne isterse hemen, ne isterse düşünerek, ne isterse hiç yapamayacağınızı tarafsızca düşününüz. Vereceğiniz cevaplar size gerçeği gösterecektir. Allah ile karşılaşmadan gerçeği, yani onu gerçekten seviyor muyuz, ne kadar seviyoruz, sorularının cevabını bilemeyiz. İşte hakikatin bu âlemdeyken anlaşılması, kişinin Hakikat İlmine vakıf ve bunu başkalarına aktarmaya yetkili bir kişi ile karşılaşmasına bağlıdır.

Hakikat İlmi bize der ki "Sen Allah'ı bu âlemden ayrı zannediyordun, oysa tüm âlemlerin hepsi Allah'ın Zatı ile doludur. Her zerrede Allah mevcuttur, yani Allah'ın olmadığı bir yer yoktur. O halde sen de yoksun, ben de yokum; yalnız Allah var. Benden farklı, senden farklı ortaya çıkışına bakma; bu durum elektiriğin yeşil ve mavi lambalardan ortaya çıkışı gibidir. Bundan böyle kimi, neyi görürsen Allah'ı müşahade edeceksin. İtiraz ettiğinde Allah'a itiraz etmiş, kabul ettiğinde Allah'ı kabul etmiş, onu tanımış olacaksın."

· Bu bilgileri edinen kişi, sokakta tüm parasını isteyen birisine "Allah istiyor" diye vermelidir. İtiraz ederse orada Allah'ı tanıyamamış olur.

· Bu bilgileri edinen kişi, birisi ona hakaret ederse "Allah kelâmı" deyip sesini çıkartmamalıdır.

· Birisi onun hatıra diye sakladığı şeyi ister veya kazayla kırarsa reaksiyon göstermemelidir, çünkü "Her fiilin faili Allah'tır"; "Konuşan, kıran, isteyen Allah'tır."

Bu büyük savaşı ancak Allah'ı seven ve ona varmak isteyen kişi başarıyla sürdürür. Eğer kendini daha çok seviyorsa bu mücadelede başarılı olamaz. Bu sevginin derecesi, pervanenin elinde olmadan ateşe doğru koşması gibi olursa netice alınabilir, aksi halde Allah'a kayıtsız kalınırsa aşk ve sevgimiz kaybolur. Mücadeleyi sürdürürsek, yani benlik duygumuzu Allah'ın varlığını görebilmek için yok eder, nefsimize ait olan maddi ve manevi değerlerden vazgeçersek canana, yani Allah'a kavuşuruz. Hiçbir şeyin varlığı veya yokluğu bizim için fark etmez. Her şeyimiz olsa da içinde biz bulunmayız.

Bu sevgi ve aşk bize öyle bir zevk verir, öyle duygular yükler ki bu âlemde Allah'tan başkasını göremediğimiz için, başka birisine duyulan kişisel bir sevgi de kalmaz.

Bu hale gelen kişi, başka hiçbir ilgi ile tatmin olmadığını görür ve Allah'ı bulduğuna hiçbir şüphesi kalmaz, sevdası onu tüm şüphelerden, yani doğru mu, yanlış mı şüphelerinden arındırır.

Kişi sevdayı sürdürür ve mürşidinin gönlünde yer almaya başlarsa, aşığı maşuktan ayıran her türlü engel ortadan kalkar. Feda edemediğimiz yönlerimiz ve varlığımızdan oluşan engelin ortadan kalkması için, meydana gelen olay ve sıkıntılara katlanmak gerekmektedir. Eğer tahammül göstermezsek benliğimizde Allah'ı bulamayız ve emeklerimiz duman gibi boşa gider. Sonuna kadar "Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu deveyi güdeceksin. Bu diyardan gitmek yok" der ve sonucu alırsak bizim "katre" olan varlığımız da "umman"ı ifade eder hale gelir. Katremizde ummana, yani benliğimizde Allah'a kavuşuruz.


19


Her yüzde parlar ilâhi Cemâlinin nuru.

Göremezler Seni, çünkü mücellâ değilsin.


Her güzelde gördüm senin bin türlü nişanın.

Aldatmak mı kasdin beni, Sen billâ değilsin.


Âlem-i cihan hicran-ı aşkınla yanıyor,

Gerçi Mecnun'un çok amma, Sen Leylâ değilsin.


Aşık Niyazi kanmadı âb-ı hayatına

Dilersen ihsan edersin, çünkü lâ değilsin.

Bu şiiri açıklamadan önce bir çelişkiye açıklama getirmek istiyorum. Baştan beri bazı şiirlerde kâinatta Allah'ı görmekten, bazı şiirlerde mürşit (insan-ı kâmil)'in gönlüne girmek ve başka değerleri ona feda etmek gerektiğinden bahsettik. Bu bir çelişki gibi görünebilir ama, değildir. Daha önce de İlm-i Ledünün,

1. Yokluk (Lâ ilâhe illallah)

2. Varlık (Muhammedün Resûlullah)

Makamlarından oluştuğunu belirtmiştik. Bu yolda ilk adımlar Yokluk Makamları ile atılır ve tüm kâinatta Allah'ın görülmesi söz konusudur. Burada Muhammed, inanan, inanmayan gibi kavramlar yoktur. Son adımlar ise Varlık Makamları ile atılır, bu makamlarda Allah'ın isim ve sıfatları ortaya çıkar. Halk görünür artık gözümüze, Hz.Muhammed ve Hz.Muhammed'e yakın kişiler görünür, yani Allah'ın varlığı içindeki seviyeler ortaya çıkar, iman eden ve etmeyen, iyi ve kötü vardır.

Aşık Niyazi Hazretleri de bazı şiirlerini Yokluk Makamlarının duygu ve idrakiyle, bazılarınıysa Varlık Makamlarının duygu ve idrakiyle yazmıştır.

Örneğin, bir evvelki şiir yokluk makamlarına göre yazılmışken, bu şiir varlık makamlarının idrakinin ifadesidir. Aşık Niyazi, yeni yeni Allah'ın Zatını değil, sıfatlarını ve isimlerini ifade eden halkı görmeye başlamış ve bakmış ki hiçbir kişi Allah'ın Zatını ifade etmiyor, her biri ayrı ayrı isimlerle perdelenmiş ve gerçeği ifade edemiyorlar. Allah'ın Zatının oradan görülebilmesi için o isim ve sıfatlardan kurtulmaları gerekir ki "mücella", yani parlak ve net gösteren bir ayna haline gelebilsinler.

Allah beşerde Zatını gösteremez, her birinde bir ismi, bir "nişan"ı vardır ama, bu nişanlar aslı ifade etmezler. Bütün âlem bu asıldan uzakta olduğu için bir geri dönüş isteği duyar ama, bu istek Allah'ın bir isminden diğer bir ismine duyduğu aşk şeklinde ortaya çıkar. Gerçek Leylâ, gerçek Allah onlara yüz göstermez. Leylâ zannederek başka değerlerle ilgilenirler. Aşık Niyazi bu gerçeği görür.

· Peki Allah'ın Zatı nereye gizlenmiştir?

· Mücella (ayna) nerededir?

Soruları sorulduğunda bugün Hz.Muhammed'in makamını idrak etmiş, en azından, ona yakın idraklere gelmiş olan gerçek insanların Allah'ın Zatını ifade eden ve hiçbir ismin, hiçbir değerin esiri olmayan gönüllerinin Allah'ın evi olduğu gerçeğine varılmış olacaktır. Tüm âlemler, bu gönlün, bu idrakin değişiminden, sıfatlara ve isimlere bürünerek asıldan uzaklaşmasından meydana gelmiştir.

O zaman bu gönül "âb-ı hayat"tır. Niyazımız o gönülden olursa gerçekleşir, çünkü o gönül "lâ" (yok) değil, yani yok olacak bir isim ve sıfat değil, yok olmayacak olan Zattır. Yalnız Zatın, yani varlığın bize doğru akması bizim "lâ" (yok) olmamız kadardır. Ne kadar yok olursak, o kadar var oluruz. Ne kadar isim ve sıfat boşarsak, o kadar Zatla dolarız.


20


-Mevlevî canlarından neyzen başı

Muhterem Halil Can dostumuza-


Beyhude değil, dönmekte kastimiz var bizim.

Biz kemteriz, Hünkâr diye üstümüz var bizim.


Şûle-i aşk etrafında pervane döneriz,

Bugün semaya serilmiş postumuz var bizim.


Aşık Niyazi aşk ile bildi yokluğunu,

Baki kalan bu âlemde Dostumuz var bizim.


Bu şiir Mevlâna'nın şekil kazandırmış olduğu sema etme olgusundan bahsettiği için, Mevlevî bir dosta hediye edilmiştir.

"Sema" bir dönme hareketidir ve aşkla kendinden geçişi ifade eder. Bir elin yukarıda, bir elin aşağıda olması mana olarak üstte, yukarıda, manevi gökte olan Allah idrakini bu dünyadayken yaşamayı simgeler.

Sema törenindeki aşamalara bakarsak aşıklar, yani dönenler önce bir post üstünde ayakta duran mürşitlerinin önünde eğilirler ve dönmeye başlarlar. Mürşitleri siyah giyimlidir, kendileri beyaz giyerler, iç kısımlarından siyah görünür. Bu dönme esnasında siyah giyimli bir başka kişi yürüyerek sema yapanların arasında dolaşır ve onları kontrol eder.

Bu hareketlerin her birinin bir anlamı vardır. Mürşit gerçek insandır ve Hakikati öğretmeye ve yaşatmaya yetkili kişidir. Bu yetki ona yetki sahibi bir başka mürşit tarafından verilmiştir. İşte "post" bu yetkiyi, bu mertebeyi temsil eder.

Dönenler, Hakikat yoluna baş koymak isteyenler, mürşitlerine biat edenlerdir. Ona teslim olurlar ve ondan aldıkları aşk ile dönmeye, yani tüm kâinatta Allah'ı görmeye başlarlar.

Dönmenin kelime anlamı da zaten gelinen yere geri dönmektir, yani "Allah'tan geldik, Allah'a döneceğiz." sözünü fiilen yaşamaktır. Dönmek Allah'a geri dönmenin simgesiyken olduğu yerde dönmek, insanın Allah'a ancak kendi benliğinde geri dönebileceği anlamını taşır.

Dönenler, maddi bir mesafe katetmeden mana katlarını aşarak varlıklarında, idraklerinde, gönüllerinde Allah'a varırlar. "Siyah" bu bilinci ifade eder. Onun için bu bilincin, bu idrakin, bu mertebenin sahibi olan mürşit siyah giyer.

Arada dolaşan siyahlı ikinci kişiyse mürşidin aynası, onun mertebe ve makamını en iyi anlayan ve onun gönlüne uygun davranışlar ortaya koyan mürşide en yakın kişiyi simgeler.

Mevlâna'nın aynası önce Kuyumcu Selâhattin, onun vefatından sonra Hüsamettin Çelebi'dir. Mevlâna'nın postuna ölümünden sonra Hüsamettin Çelebi oturmuştur.

Bu ayna görevi gören kişiler mürşidin maşası gibi olurlar. Onun gönlüne göre davranır ve diğer aşıklara ikazlarda bulunurlar. Kendileri farklı davranırlar, çünkü onlar aşamaları tamamlamışlardır. Maksat hasıl olmuş, artık dönmeyip dönenleri denetler olmuşlardır. Nasıl davranılırsa neticeye varılacağını göstermektedirler.

Melâmilikte şeklî dönme adeti yoktur. Şiirdeyse Aşık Niyazi "döneriz" diyor. Demek ki bu dönüş manevi bir dönüştür ve şeklî sema bir simgeden ibarettir. Bir anlamda şeklî ibadetlerin simge oluşu, tüm ibadetlerin kişinin mana âleminde değişim yaratmak için olması gibidir.

Aşık Niyazi Hazretleri, bu dönüşü tamamladığını aşk ile geri dönüş yaparak, kendi varlığının olmadığını idrak ve bilinç düzeyinde anlamış ve "bâki" (devamlı) olan gönül göğündeki posta kurulmuş, kendi varlığında "Dost"a, Allah'a kavuşmuştur. Aşık Niyazi Hazretleri "Aranılan Sevgili" isimli kitabında semayı bakın nasıl anlatıyor:

"Sema, Hakk'ın varlığı karşısında yokluğumuzu idrak ederek, fâniyi bâkiye verip mekân âleminden, mekânsızlık âlemine yükselmektir.

Sema, beşeriyet libasından soyunup tenleri nura çevirmek, arzın dar ve süflî düşüncelerinden sıyrılıp yedi kat göklerin ûlviyyetine huruç etmektir.

Sema, "ölmeden evvel ölmek" ve Hak ile dirilmek, nokta-i sırr-ı vahdet, Kenz-i Ahmed, Nur-i Muhammed, Kelâm-ı Hak ve rumuz-u Kur'an'dır.

Sema, yokluk âleminden varlık âlemine geçiş, benliği terk edip Hakk'ı seçiş, âlem-i Nasuddan âlem-i Melekûta, âlem-i Melekûttan âlem-i Ceberrûta, âlem-i Ceberrûttan âlem-i Lâhûta yükseliştir.

Sema, Besmeleyi sırr-ı Hakikat, Fatihayı kenz-i sırat, "Sümme dena fetedellâ fe kâne kabe kavseyn ev edna" sırrına vasıl olup gökler âlemini yer yüzünde seyrediştir.

Sema, aşıkın maşuka teslimiyeti, pervaneler gibi şule-i aşkta yanışı, Hak nuruna boyanış, sırr-ı Miraç, nefsin yakasından tutup ruhun arkasından götürüş, halktan Hakk'a, Hak'tan halka sefer edip Dost'a, yine Dost ile vuslat imkânını bahşeden sırr-ı Tevhit ve Nur-u Muhammed'dir." (s. 40)


 

21


Dost bağının güllerini

Dermek ne güzel, ne güzel.

Hak Resûl'un yollarını

Sormak ne güzel, ne güzel.


Terk edip dünya malını

Dosta arz eyle halini,

Gece gündüz Cemalini,

Görmek ne güzel, ne güzel.


Benlik dağlarını geçip

Hakk'a giden yolu seçip

Kevser şarabından içip

Kanmak ne güzel, ne güzel.


Yakar seni dostun nârı,

Eritir sendeki varı,

Mecnun gibi nazlı yâri,

Bulmak ne güzel, ne güzel.


Gözü yaşlı yola düşüp

Yüce yüce dağlar aşıp

Sonunda sana kavuşup

Gülmek ne güzel, ne güzel.


Bilenlere yolu sorup

Ferhad gibi dağlar yarıp

Dost hasretinden sararıp

Solmak ne güzel, ne güzel.



Gel can arayan canına

Gidelim dostlar yanına,

Bir el tutup divanına,

Varmak ne güzel, ne güzel.


Aşk sohbeti kurulunca,

Hak divana durulunca,

Cevapları sorulunca,

Vermek ne güzel, ne güzel.


Pir aşkına ikrar verip

Bir kez Cemâlini görüp

Eşiğine yüzler sürüp

Kalmak ne güzel, ne güzel.


Aman vermez kastimize,

Türab olduk üstümüze,

Beliğ diye Dostumuza,

Gelmek ne güzel, ne güzel.


Hayr ile yorar düşünü,

Kurtarır dertli başını,

Ağlar iken göz yaşını,

Silmek ne güzel, ne güzel.


Aşık Niyazi kulundan,

Bizi ayırma yolundan,

Muradımı Dost elinden,

Almak ne güzel, ne güzel.

Tasavvufta "gül" Allah'ın Zatını simgeler. "Dost" ise Allah'ın Zatının ortaya çıkış mahalli olan Hz.Muhammed'dir. Bir gülde pekçok yaprak içiçe sarılmış şekildedir. Gonca halinde iken bu yaprakları birbirinden ayırmaya imkân yoktur. Dıştan baktığımızda gonca da gül saklıdır, ama henüz gülün nasıl olacağı belli değildir.

Hz.Muhammed "Allahu Teâla'nın ilk yarattığı benim nurumdur" (Yazıcıoğlu, s.239) buyuruyor. Yani Allah tohum halindeyken gonca haline intikal etti ve bu goncaya olan aşkından, yani kendi kendisine duyduğu sevgiden bu âlemi yarattı. Bunu da şöyle ifade etti: "Yâ Muhammed eğer sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım." (Yazıcıoğlu, s.239) Hz.Muhammed gülün yapraklarını bir bir açtı. Tohum hali ile de merkezde yer aldı. Onun için Hakikat yolcuları, bu kâinat Muhammed'in detaylarından (tafsilatından) ibarettir derler. Gül misaline dönersek yaprakların herbiri tek başına gül değildir ama, gülün detayıdır. Detaylara bakarsak gülü farkedemeyiz, gülü ancak tüme bakarsak görebiliriz.

Uzay bilginleri de evrenin bir gül görünümünde kat kat olduğunu ve devamlı genişlediğini, galaksilerin birbirinden uzaklaştığını ifade ediyorlar (gül gibi açılıyor). Ayrıca eğer bir gün bu genişleme son bulup toplanma haline geçecek olursa (kıyamet) görünümün aynen kırmızı bir gül gibi olacağını belirtiyorlar. Nitekim Rahman Suresi'nin 37. Ayetinde kıyametle ilgili olarak,

"Gök yarılıp ateşten bir gül gibi eridiği zaman "

denilmekte.

Baştan beri söylediğimiz gibi, manada yaşananlar ve manada gerçekleşenler bir simge oluşturur ve bu simgeler madde boyutuna intikal ederler. Gül çiçeği de bu gerçeğin bir simgesidir. Düşünecek olursanız, çok üzüldüğünüz zaman "Başımdan kaynar sular döküldü", çok sevindiğiniz zaman "Havalara uçtum" gibi gözle görülür bir simge kullanırsınız ki duygularınızı daha açık anlatabilesiniz, yoksa ne kaynar su vardır, ne de uçma eylemi. İşte bu hislerin madde boyutuna yansıması bu simgelerin yaratılmasını sağlar. Hareket önce manada oluşur ve ancak bir şekle bürünürse ifade edilebilir. Madde boyutu mananın ifade edilebilmesi için oluşmuştur. Ezelde ilk önce manada ruhsal seviyeler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle daha sonra bir yansıma olarak maddede yedi kat gök ve yedi kat yer oluşmak zorunda kalmıştır. Ruhsal seviyelerin çokluğu bu kâinatta, yani madde âleminde simge teşkil etmek üzere çeşitli seviyeler meydana getirmiştir, diğer bir deyişle asılda ne varsa, hayalde de o olmuş, hayalde ne varsa ortaya da o çıkmıştır, yani madde boyutuna intikal etmiştir ve halen de etmektedir.

Aşık Niyazi Hazretleri bu şiirinde tümüyle bu simgeleri kullanmıştır ki aslı anlatabilsin. "Benlik dağını geçmek", "Kevser şarabını içmek"le mümkündür. Kevser şarabı Hz.Muhammed'in havuzundan, yani onun makamından gelir. Onun muhabbeti, onun ortaya çıkma, bilinme hayalidir, yani goncanın güle dönüşme isteğidir. Bir Hadis-i Kutside "Ben âlemleri bilinmek için yarattım" (Arabî, Özün Özü, s.15) buyrulmuştur. Bu bilinme gülün yaprağının değil, gülün tamamının bilinmesi arzusudur, Bu bilinme arzusu Kevserle simgelenir. Allah'ı bilen kişilerde aşk olarak ortaya çıkar; buna Kevser derler (aşk).

Bu aşktan ve arzudan bize bir damla bile verilirse bizde de kendimizi bilme arzu ve aşkı doğar ve mürşit kadehleri doldurdukça bu sarhoşluk artar, yani gerçekleri bize anlatmaya başlayınca benliğimizde var olanın Allah olduğunu anlayarak büyük bir engeli aşarız, yani benlik dağını deleriz. Dağı delmek bizi yeni bir yol başına getirir. Varlığımızın Allah'a ait olduğunu idrak ederiz ama, Allah'ta olan yolculuk çok daha zordur. Bir sürü engel (dağ) aşmamız icabeder. Bu dağlar, bu engeller, bu perdeler pîrin, yani mürşidimizin gönlü, yani mana alanı içinde karşımıza çıkar. Bu alan öyle bir alandır ki tüm perdelerimiz, tüm putlarımız bu alan sayesinde belirginleşir. Tam bir dağı geçtik derken bir dağ daha olduğunu görürüz. Bu alan içinde kalabilmek için de çok gayret etmek gerekir. Eşiğine baş koymak, her halimizi ona endekslemek zorundayızdır. Mürşide endeksli bir hayat yaşarsak bizi tüm dağlardan aşırtır ve tüm dünya değerleri gözümüze görünmez olur. Bu alanın güçlü enerjisi (aşk enerjisi) kişiyi lazer ışınına maruz kalmış gibi yok eder. Mecnun'un Leylâ'yı kendisinde buluşu gibi Allah'ı kendimizde buluruz. Bu buluşma gerçekleşinceye, biz tamamen yok oluncaya kadar bize fırsat vermez ve bizi sıkıştırır. Her şeye rağmen ayaklarına baş koymaya devam eder, her an "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" sorusuna "Evet" diyebilirsek, yani her hali, her isteği, her eylemini (her türlü çelişkiye rağmen) kabul eder "Evet hangi elbiseyle olursan ol seni tanıyor ve kabul ediyorum." diyebilirsek Aşık Niyazi gibi muradımıza varabiliriz.


22

 

Fenâ-fillâh oldun ise, bekâ-billâh buldun ise,

Her zerrede Mecnun gibi dost cemâlin gördün ise,

Bire, iki nasıl dersin, doğru ikrar verdin ise.

Vuslat-ı yâr edemezsin, dostu ağyâr bildin ise.


Melâmidir mesleğimiz, Pîrimiz Muhammed Nur'dur,

Görünen Hakk'ın ef'ali, sıfatı, hem Zat'ı birdir.

Tevhit ile sırr-ı aşkın deryasına dalan erdir.

Her zerreyi görürsün dost, bu deryaya daldın ise.


Dostla düşman ayırmakta sarfetmişsin epey gayret,

Tevhit boyun eğmez sana, sen harından nuru seyret.

Hak veririm haline, gelmez bana asla hayret.

Cemde ikrar, farkta inkâr arasında kaldın ise.

Aşık Niyazi gel gayri düşmanların oldu hep dost,

Giy Melâmet hırkasın, ne saltanat iste, ne post,

İç Kevser'i kana kana, bir gün elbet olursun mest,

Bu feryadın nedir söyle, dosttan haber aldın ise.


Hakikat İlmi iki bölümdür:

1. Fenâ fillâh (yokluk)

2. Bekâ billâh (varlık)

Yokluk makamlarında "Lâ ilâhe illallah", varlık makamlarındaysa "Muhammedün Resûlullah" yaşanır. Yokluk makamları, bize tüm varlığın yokluğunu Allah'ın her vücutta fiilleriyle ve sıfatlarıyla mevcut olduğunu öğretir. Bu makamlar ile dünyamız yıkılır, kıyamet başlar, bildiğimiz her şey hükmünü kaybeder bir bakıma güneş, doğu yerine batıdan doğar, yani herşey tersine döner. Ayrı ayrı değerlendirdiğimiz sevdiklerimiz-sevmediklerimiz, yakınlarımız-yabancılar, doğrular-yanlışlar kaybolur, çünkü hepsinde var olan Allah'tır. Bu bilgiyi aldıktan sonra biri iki göremeyiz, yani ben ve sen, iyi ve kötü diye ayıramayız. Artık yalnız Allah vardır bizim gözümüzde.

Meselâ televizyon veya gazete haberlerindeki korkunç olaylarda, yalnız Allah gözlemlenmeli, fiillerin cinsine bakılmamalıdır. Eğer Allah'ı bir türlü göremediğimiz bir olay, bir kişi varsa o bize perde teşkil eder. O haliyle Allah kabullenilmemiş olur ve vuslat gerçekleşmez, diğer bir deyişle bilgi idrake dönüşmemiş ve hayata geçirilmemiş olur.

Daha önce düşman bildiğimiz bir kişi veya çocuğumuz için duyduğumuz endişeler bilincimizde öyle köklüdür ki zorlanırız ama, "Tevhit" gerçeği bize "boyun eğmez", biz Tevhide boyun eğip bu konularda mücadele etmeliyiz, sonuçta oralarda da Allah'ı görmeyi başarmalıyız. Sonuçta öyle bir hal peydah olur ki kendi varlığımızda da Allah'ın var olduğunu idrak ederiz. İşte bu idrak bizim ortadan kalktığımıza işarettir. Nereye bakarsak Allah'ı görürüz. Artık şu ayet nefsimizde gerçekleşmiştir:

"Nereye bakarsanız bakın Allah'ın Veçhini (Yüzünü) görürsünüz." (Bakara, 115)

Bu andan sonra biz ölmeden evvel ölme ve Allah'ın varlığıyla var olma makamına geçeriz. Hallac-ı Mansur'un "Ene'l Hak" dediği makam burasıdır Cem (birleme) Makamıdır. Burada Muhammed'in adı henüz geçmez. Fark Makamı ise bundan sonra başlar. Allah'ın tüm sıfat ve isimlerinden oluşan halk ortaya çıkar ve Allah'ın Zatı gizlenir, artık halka göre davranırız. Bu makam bizim için kıyametin kopuşundan sonra herkesin mezarından doğrulması, Cennetlik ve Cehennemliklerin, veli ve peygamberlerin ve Hz.Muhammed'in makamının ve gerçeğinin ortaya çıktığı bir yerdir. Kâinat önce bizim bilincimizde yok olmuş, ölmüş(kıyamet), bir anlamda Allah'ın varlığına gark olmuş, sonra da dirilmiştir.

Artık Allah'ın kişileri hangi sıra ve seviyede tuttuğu açık seçik meydana çıkmıştır. Ezeldeki sıralama gözümüze görünmektedir. Bu durumda nasıl bir tutum içinde olacağımızı şaşırırız. Daha önce Allah'ı gördüğümüz halde bu sefer kullar aracılığıyla Allah'ı bilebiliriz. Bu çelişkiyi şiirdeki


"Hak veririm haline, gelmez bana asla hayret,

Cemde ikrar, farkta inkâr arasında kaldın ise."


dizeleri dile getirmekte.

Bu makamda Allah, Hz.Muhammed'i ve onun nurundan derece derece aşağı doğru ruhları meydana getirmiştir. Seyredilen manzara budur.

Nasıl Hz.Muhammed ne herhangi bir ismi ve sıfatı tercih etmiş, ne de itip reddetmemişse bizim de öyle olmamız icap eder ki Muhammed'in idraki bizde de görünmeye başlasın. Bu makam için "Halka hizmet Hakk'a hizmettir" ifadesi kullanılır. Neden? Çünkü Allah'ın görünmesi kullar ile olmaktadır.

· Acaba biz halkın hangi seviyesine hizmet etmeliyiz?

· Acaba hangi suret bize Allah'ın aynası oluyor?

Bu ayna tektir. O da Hz.Muhammed'dir ve devrimizde onun idrakini taşıyan, yani diğer halk gibi bir takım isim ve sıfatları giymiş olan değil, tüm isim ve sıfatları nefsinde cem etmiş Cem-ül Cem Makamına ulaşmış, hiçbir rengin olmadığı, ama tüm renklerin kendisinden çıktığı insan-ı kâmildir.

Şiirde sözü edilen Pîr Muhammed Nur (Seyyid Muhammed Nurül Arabî), günümüzden yaklaşık yüz yıl önce vefat etmiş olan bir büyük insan-ı kâmildir. Kendisine rüyasında Hz.Muhammed tarafından yedinci makam olan "Ahadiyet-ül Cem" makamı (en üst birleme, kendisinden öncesi olmayan makam) telkin edilerek "Gavs" (Hz.Muhammed'in her devirdeki vekili) mertebesi verilmiştir ve Tevhit İlminin öğretiliş biçimleri belirtilmiştir. Bu büyük Pîr Üçüncü Devre Melâmiliği kurmuş ve son yüzyılın "müceddid-i din"i (dinin yenileyicisi) olarak kabul edilmiştir.

Aşık Niyazi isim ve sıfatların hepsini melâmetle, yani yok oluşla boşamış, hiçbir beşerî saltanat onu ilgilendirmez olmuştur. Kendi varlığında Muhammed'in idrakini sezmeye başlamış ve mest olmuştur.



23


Gel ey gönül, gel ey gönül,

Derde şifa ol ey gönül,

Gece gündüz eyle figan,

Cana Cânân bul ey gönül.


Aşık olan nare düşer,

Zavallı biçare düşer,

Yolu bir gün yâre düşer,

Dosta giden şol ey gönül.


Aşık çeker dost cefasın,

Sürer anda hem safasın,

Sabreyle gel gör vefasın,

İkrarında kal ey gönül.


On sekiz bin âleme dol,

Buldun ise âsan bir yol,

Bu cihanda bir katre ol,

Gel ummana dal ey gönül.


Aşık Niyazi vefasın,

Buldu gönül Mustafa'sın,

Sürer gayri yâr safasın,

Bunu böyle bil ey gönül.

Bu şiirde "gönül" ile bir söyleşi vardır. Hepimizin bildiği, kullandığı gönül kavramı acaba nedir? Nasıl açıklanabilir? Meselâ aklın hüküm geçiremediği, duyguların hakim olduğu bir mekândır diyebilir miyiz? Evet, bu cevap doğru olabilir, ancak mekân tabiri yanlış olabilir, çünkü vücutta bir organa bağlı bir kavram değildir gönül. Düşünce beyinde üretilir, duygular ise gönülde. Gönül, aşk ve sevgi olgusunun üretilip algılandığı ve aklın hüküm geçiremediği bir ülkedir diyebiliriz.

Bazen bakarsınız meslek sahibi bir kişi, çok iyi para kazandığı mesleğini bırakıp resim yapmaya başlar. Bunun nedeni, gönül bu yöne doğru bir titreşime geçmiştir. Aklın verdiği öğütler artık hükümsüzdür. Bu titreşim, öylesine şiddetlidir ki akla hakim olur ve gönlün istediğinin dışında bir yönelişi akıl gerçekleştiremez.

Gönül, insanda hiçbir şeyin kendini yönetemediği, onun tüm sistem ve olguları yönettiği ruh anlamını taşır. Eğer ruh olmasa ne akıl olur, ne düşünce, ne de maddi organlar çalışabilir. Ruhun amacı, gönül vericisiyle akıl yansıtıcısına, oradan düşünce ve davranış ekranına yansımaktır. Eğer bu üçlü sistemden biri aksarsa amaç ortaya konulamaz.

Her ruh dünyaya farklı amaçla geldiğinden gönlün istekleri de farklı olur ve bu istekler gerçekleşmediği sürece gönül ıstırap içindedir. Onun için herkes kendi Cennetindedir, yani kimi gönül aktan hoşlanır, kara onun Cehennemi olur, kimi gönül de karadan hoşlanır, bu sefer de onun Cehennemi ak olur.

Amacı Allah'a varmak olan bir gönül de bunu akıl ile yansıtamadığından ıstıraba düşer ve bu istek ve amaç onu ateş gibi yakar, derken bir gün Allah'a varmış, yani canan olmuş kişiyle (mürşitle) karşılaşır, onun gönül yayınlarını aklı ile okuyamaz, algılayamaz. Titreşimler o güne kadar alışılanlara benzemez. Akıl taramaya başlar; o güne kadar Allah'la ilgili ne biliyorsa bilsin bu yeni bilgiler kendininkine uymaz. Tek şaşırmayan gönüldür, gelen titreşimler onu harekete geçirir, heyecanlandırır, ıstırabına bir çare bulunduğunu hisseder ama, akıl engelinden dolayı algılama tam değildir. Parazitler vardır. Akıl ise telâşa düşmüştür. Varlığı tehlikededir. Gönül sonuçta aklı hakimiyetine alır ve onu devre dışı bırakır. Bir anlamda mürşitten gelen yayınlar direkt gönle yapıldığından akıl devre dışı kalmıştır. İşte mürşide teslim olmak, aklın devre dışı kalmasıyla mümkün olur, aksi halde akıl gelen yayınları deşifre edemeyecek ve gönüller arası iletişim kesilecektir.


· Akıl ona kimsenin emrine girmemesini söyler.

· Akıl ona düzenini bozma der.

· Akıl ona bu adamın Allah'a vardığı nerden belli der.

· Akıl ona bugün için senin başka işlerin var ikazını yapar.


Gönül gerçekten aradığını bulduysa şaşırmaz ve aklı susturur, yani onunla bağını keser. Adeta akıl gönül için şeytandır, ona yolunu şaşırtmak ister. Kişi Allah'ı şiddetle arıyorsa akla kanmaz ama, ondan vazgeçinceye kadar veya vazgeçmeye çalışırken çok sıkıntılar çeker. Zira o güne kadar sistem böyle yürümüştür, şimdi ise aklın ölmesi gerekmektedir. Bu bazen kolay, bazen çok zordur. Kişi ahtinde vefa etmez, sabretmez, akıl ile aşk arasındaki preslere katlanamazsa sonuç alamaz. Akıl yeniden hortlayıverir. Sebat olursa sonuçta safa sürülür. Artık cüzî akıl (kişisel ve kısıtlı akıl) ölmüş, Küllî Akla (Muhammed'in Allah'ı idrak eden aklına) varılmıştır.

Efendim Aşık Niyazi Hazretleri şöyle derdi "Mürşidinize ölünün ölü yıkayıcısına teslim olduğu gibi teslim olunuz."

Denizde çırpınırsanız batarsınız, karada yaptığınız hareketler de denizde geçerli değildir ama, sırtüstü yatar denize teslim olursanız deniz sizi kaldırır. İşte bizim de mürşidimize bu anlamda teslim olmamız netice sağlar. Mürşide bağlanmak ona kendi iradesini, yani aklını teslim etmek her babayiğidin harcı değildir, nadir kişiler bunu başarabilir. Her ne kadar tüm yapılan hizmetler, çekilen kahırlar insanın kendi menfaati içinse de bunlar çekilirken sonuç belirsizdir. Oysa mürşitlerin gönül akımları onları öyle bir hazza sürükler ki işte bu haz ve zevk beşerin algılayamadığı bir seviyenin, bir idrakin sonucudur. Bu idrak Hz.Muhammed'in idrakidir. İşte amaç bu idrake ulaşmaktır. Bu idrake ulaşıldığında ise artık gönül Muhammed'in gönlü, aklı ise Muhammed'in aklı olur.

Bu sonuca erdiğimizde tüm kâinat, on sekiz bin âlem avucumuzdadır, hepsi bizde toplanmıştır. On sekiz bin âlemle şunlar kastedilir:

· Akl-ı Kül

· Nefs-i Kül

· Arş

· Kürsi

· Yedi kat gök

· Dört unsur (hava, toprak, şu, ateş)

· Üç mevalid (maden, bitki, hayvan)

On sekiz bin âlem Hz.Muhammed'in Nurunun kâdeme kâdeme değişimlerinden meydana gelmiştir.

Aşık Niyazi de ortaya çıktığı membaa geri dönmüş ve on sekiz bin âlemin kendinden başka bir şey olmadığını anlamış, dert bitmiş, safa başlamıştır.


24


GEL DOSTA DOSTA

Gönül muradını bulayım dersen,

Hem gamsız, kedersiz olayım dersen,

Sonsuz bir âleme dolayım dersen,

Tevhit kapısından gel dosta dosta.


Bülbül gibi sen de öteyim dersen,

Deveni kervana katayım dersen,

Malın yağma edip satayım dersen,

Tevhit kapısından gel dosta dosta.


Nerde Cennetteki sarayım dersen,

Yedi güzelleri göreyim dersen,

Hayran hayran bakıp durayım dersen,

Tevhit kapısından gel dosta dosta.


Aşık Niyazi'yi bulayım dersen,

Soyunup da üryan kalayım dersen,

Hem can ile canan olayım dersen,

Tevhit kapısından gel dosta dosta.


Bu dünyada her ferdin gönül muradı elbetteki farklı farklıdır. Allah ile ilgili olan istekler de farklı farklıdır. Bunları bir kaç başlık altında toplayabiliriz:

· Bu dünyada işleri iyi gitsin diye dua edenler.

· Allah'tan korkanlar ve Cehenneme girmemek, Cennete ulaşmak için ibadet edenler ve yasaklara uyanlar.

· Cennet ve Cehennem hesabı olmadan yalnız Allah'ın rızası için ibadet edip kurallara uyanlar.

· İç dünyalarını iyice temizlemek, böylece dünya bağımlılığından kurtularak seviyelerini arttırmak için zikir yapanlar, gece namazlarını kılanlar (tarikat çalışması).

Bu yukarıda gruplandırdığımız insanların Cennete varmaları mümkündür ama, Allah'ın cemâlini görmeleri mümkün değildir.

Allah'ın Cemâline varmak, onun Yüzünü görmek acaba ne demektir ve bu nasıl mümkün olabilir? Gören var mıdır?

Bu soruları cevaplamaya çalışalım: Bakara Suresinin 115. Ayetinde

"Nereye dönerseniz dönün Allah'ın Veçhi (Yüzü) oradadır."

buyurulmuştur. Bir hadisteyse

"Bir kimse nefsini bildi Rabb'ini bilen o oldu." (Arabî, Mir'at ül-İrfan, s.48)

denilmiştir. Allah'ı görmek kafa gözüyle mümkün olmaz gözün görebildiği kayıtlıdır; Allah ise gözün kısıtlı olanaklarıyla görülemez. Allah ancak idraksal olarak bilinir ve gönül gözüyle görülür, yani hissedilir.

"Bana Allah'ı gösterebilir misin?" sorusuna

"Sen bana Allah'ın olmadığı bir yer göster ki ben de sana Allah'ı gösterebileyim" diye cevap verilebilir.

Evet, Allah'ı görebilmek, Allah'ın olmadığı bir yer bulunmadığından mümkün değildir. Tüm bu anlattıklarımız, birbiriyle çelişir ifadeler gibi görünüyor, oysa değildir. İşte tüm bu çelişkileri ortadan kaldıran bir Hakikat İlmi bir Hakikat Yolu vardır ki Allah'ın cemâlinin nasıl görüldüğünü bize yaşantı yoluyla anlatır. Allah'ın Cemâlini görmek, tüm kâinatta sizin ve sizin dışınızda tüm varlıkların, Allah'ın varlığına ayna olmak açısından var olduklarını, ayrı ayrı varlıklar olmadıklarını öğrenmek ve bu bilgiyi idraksal bir değişim haline getirmenizle mümkün olur.

Bir misal verelim: Size doğumunuzdan itibaren elmanın siyah olduğu telkin edilmiş olsa ve bir gün gerçeği size söyleseler "Elma kırmızıdır" deseler, siz o bilgiyi alır almaz "Elma kırmızıdır" demeye başlayabilir misiniz? Şartlanmalarınız, yanlış zannınız öbür türlüdür. "Getir şu siyah elmaları da yiyelim." demeye şartlanmışsınızdır ama, gayret ederseniz yanlışı düzeltecek ve bir gün hiç düşünmeden "Şu kırmızı elmalardan getir" diyeceksiniz. Artık siyah elma kavramınız yok olmuştur. Değişen nedir? Yalnızca yanlış olan bilgi ve idraktir, elmada değişen bir şey yoktur; elma zaten ezel ebed kırmızıydı, siz yanlış biliyordunuz.

Allah'ı bilme ve görme de buna benzer. Hakikat İlmi size sizin varlığınızda var olanın Allah'ın varlığı olduğunu söyler. Sizin bu bilgiyi alınca birden bire hemen bunu yaşamanız mümkün müdür? Hayır. İşte bu bilgiler size şaşırmamanız için, yavaş yavaş geçirilen aşamalarla aktarılır. Adeta elmanın önce üçte biri, sonra üçte ikisi sonra da tamamı kırmızıdır bilgisi verilir.

Makamsal olarak önce "Her fiilin faili Allah'tır", sonra "Her sıfatla sıfatlanmış olan Allah'tır", daha sonra da "Her vücutta mevcut olan Allah'tır" bilgileri gündeme gelir. İşte o zaman "Nereye dönerseniz dönün Allah'ın Veçhi oradadır" (Bakara,115) ayeti idrakimizde yaşanmaya başlar ve nefsimizde var olanın Allah olduğunu anlayınca "Nefsini bilen Rabb'ini bilir" (Arabî, Mir'at'ül İrfan, s.48) hadisi gerçekleşir. Burada ortaya çıkan idrak Allah'ın gözü, görünen de Allah'tır. "Allah'ı ancak Allah görür" gerçeği ortaya çıkmıştır.

Bu nedenle "Allah'ın Cemâlini görmek", gerçeği idrak etmek ve bu gerçek haline dönüşmek demektir. Ortada bir yok oluş vardır ama, bu sadece idraksaldır, yoksa beden yerindedir, bir zaafa uğramamıştır. Ama beden olması o kişinin bedenle kayıtlı olması anlamında değildir, çünkü idraksal olarak kayıtsız olan Allah'a varılmıştır.

Şiirde "Tevhit kapısından dosta gel" ile Tevhit, Hakikat İlmi öğretmeye yetkili bir mürşit bulmalısın. Aman dikkat et ki mürşit yetkili olsun, yoksa yolun sarpa sarabilir. "Bülbül gibi ötmek", "deveyi kervana katmak", "malını yağma etmek" suretiyle sonuç alabilirsin. Bülbül nasıl dikenlerine rağmen gülün peşini bırakmazsa, sen de azimli olmalısın. Varlığını (deveni) mürşidine teslim etmelisin. Onun talimatlarına şeklen ve gönlen uymalısın. Malını yağma et, yani maddi manevi tüm değerlerinin senin için önemi kalmadığını ispat et. Varlık Allah'ındır. Benim dediğin her şey, yapamam dediğin her fiil, seni yarı yolda bırakır denilmek istenmektedir.

Aşık Niyazi Hazretleri bu tavsiyeleri kendi nefsinde gerçekleştirmiş, "yedi güzeller"e, yani Tevhidin son mertebesine ulaşmış, Yediler tabiriyle anılan yedi kişi arasına katılmıştır.

Hakikati yaşayanlar arasında bir hiyerarşi söz konusudur: 300'ler, 40'lar,7'ler gibi yukarıya doğru azalan sayıda kişiler vardır. Nasıl her şirketin bir adet genel müdürü olursa kâinatın genel müdürü de tek kişidir. O da Hz.Muhammed'dir. Her devirde onun görevini sürdüren kişiye de "Gavs" adı verilir.

Bu ana gerçekten hareketle, madde âleminde de her milletin başında en yetkili bir tek kişi bulunur, bu da otomatik bir yansımadır. Tüm sistemler, tek kişiden aşağı doğru sayıları artan idarî mekanizmalara ulaşır ama, tüm mekanizma tepedeki teke uymak zorundadır.

Mana âleminde bu ve buna yakın seviyelere ulaşmak için madde âleminin değerlerinden soyunmak, üryan (çıplak) kalmak gerekir. Hz.Muhammed'in "Fakirliğimle öğünürüm." (Geylâni, Sırr'ül Esrar, s.82) demesi bu anlamdadır. Bu fakirlik parasal bir fakirlik değil, ana, baba, evlâttan, maldan gönlün kopmuş olmasıdır. Diğer bir deyimle doğmamış ve doğurmamış olabilmek demektir.

Aşık Niyazi Hazretleri de şiirinde benim durumuma gelmek istiyorsan, kendi canında benim idrakimi istiyorsan gel, ben seni bana getiririm buyuruyor.



25


Eğer aşık isen beri gel, yanaş,

Deme gönül, deme kandedir kande.

Şu garip gönlüne bulunca bir eş,

Kendinden geçenler demdedir demde.


Zikrile gönlümüz Hakk'a duacı,

Pîrim Muhammed Nur başımın tacı,

Mürşidim Ulvi de gönül ilâcı,

Cennetin Kevser'i sendedir sende.


Ef'alimi aldın kaldım mecalsiz.

Sıfatımı, zatımı düşürdün cansız,

Seninle doldum olunca bensiz,

Göremezler seni bendedir bende.


Aşıklar cem olmuş Hakk'ın katında,

Hak zahir görünür, değil batında,

Muhammed çağrılır Ahmed adında,

Nur-u ayan olmuş, tendedir tende.


Gözümün bebeği, ağzımın dili,

Cümle eşya zahir olmuş dizili,

Şeş cihette sırr-ı tevhit yazılı,

Tende değil, bu sır candadır canda.


İçime, dışıma vurdun kalayı,

Gurbet elde idim, buldum sılayı,

Gündüzün güneşi, gecenin ayı,

Devrolur her daim andadır anda.


Yücelerde uçan gönül kuşusun,

Gündüz hayalinde gece düşüsün,

Aşık Niyazi'nin gözü yaşısın,

Sana sadık bir kul bendedir bende.

Kadınla erkek niçin hep birbirine ihtiyaç duyar, çünkü birisinde olan diğerinde yoktur. Erkek, kadın olmadan; kadın da erkek olmadan tatmine ulaşamaz. Gönüller arasında da böyle bir ihtiyaç vardır. Büyük alim Muhiddin Arabî mana âlemindeki şehvetin maddedekinden çok daha güçlü olduğunu "Füthuhat-ı Mekkiye" adlı kitabında belirtiyor (s.51).

Bir profesör veya bir öğretmen öğrencilerine kendi bilgilerini aktarmazsa kendini ortaya koyamaz. Aktarma yaparken bir haz alır. Bu hazzın tadılması için öğrenciye ihtiyacı vardır. Öğrenci de bu bilgileri alırken zevk duyar. Bu ilişkide öğretmen aktiftir, tohum atandır, öğrenciyse pasif ve tohum alan. Söz konusu kişilerin kadın veya erkek oluşunun önemi yoktur. Burada mana şehveti vardır. Her tohum mutlaka bu haz noktasında karşı tarafa atılır ve alınan haz da muhatabın istek seviyesiyle doğru orantılı olarak artar veya eksilir.

Allah gerçeğine ulaşmış olan kişilerle ona ulaşmak isteyenler arasında da böyle bir alış veriş vardır: Mürşit tohum atan, mürit de tohum alandır. Burada atılan tohum Hz.Muhammed'in ruhundan atılır ve bu da muhabbetle gerçekleşir. Yani mürşidin gönlü size meylederse bu işlem olabilir. Bu meyil, karşı tarafın meylini gerektirir ki bu da hizmetle anlaşılır. Mürit mürşidine ne derece yakın olursa aralarında gönül bağı oluşması o derece kolaylaşır. Onun için bu yola girmek isteyenlerden mürşitlerine hizmet etmeleri istenir. Bu hizmetteki ölçü, misafir-evsahibi ölçülerinde olursa gönül ilişkisi gerçekleşmez. Hizmet çok olursa mürşidin gönlü harekete geçer ve bize aktardığı muhabbetle önce bizim perdelerimiz yırtılır, sonrasında da haz başlar. Önce hazdan çok acı ve sıkıntı duyabiliriz ama, sonrasında zevk almaya ve bu zevki her zaman tatmak için canımızı zora sokan fedakârlıklar yapmaya başlarız ki efendimiz bize meyletsin ve bize o zevki tattırsın ve kendimizi tanımamızı, nelerin bize perde olduğunu, gerçek zevki önleyen faktörleri bize bir bir hissettirsin.

Bir mutasavvıfın şu sözleri anlattıklarımızı özetler mahiyettedir:


"Muhabbetten Muhammed olur hasıl

Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl?"


Muhammed'den başkasına duyulan muhabbetten asla Muhammed'in idraki elde edilemez. Bu, kişi kendi başına neden Allah'a varamaz sorusuna da bir cevaptır. Aşık Niyazi Hazretlerinin mürşidi Ulvi Hazretlerine ve Melâmilerin Pîri Muhammed Nurül Arabî Hazretlerine duyduğu sevgi ile aslında Muhammed'e sevgi ve muhabbet ve iştiyak duymaktadır ve gönlünün eşini Efendisinde bulduğunu, ondan gelecek muhabbetle Kevser Şarabını tadarak, yani Muhammed'in tohumuna ulaşarak kendinden geçmek istemektedir.

Aşık Niyazi önce fiillerin, sonra sıfatların sonra da vücudun Allah'a ait olduğunu idrak eder ve Hz. Muhammed'in Ahmet ismini aldığı Cem Makamına ulaşır. Artık onun varlığı gitmiş, Allah'ın varlığı ortaya çıkmıştır. Burası Allah'ı müşahade etme halidir. Hiçbir isim ve sıfat görünürde (zahirde) değildir; Hak (Allah'ın Zatı) görünür, halk (isim ve sıfatlar) gizlidir. Bir sonraki makamda isim ve sıfatlar ortaya çıkar, yani görünür Hak gizlenir; artık halk ile Hakk'ı görmek mümkündür. Tüm seviyeler ortadadır. En tepede Muhammed oturur, isim ve sıfatlarla kayıtlı değildir, aşağılardaysa kayıtlı olanlar vardır.

Aşık Niyazi de bakar ki kendisi de sılaya varmış, yani Muhammed tohumu gönlünde yeşermiş ve onu istila etmiştir. Hz.Muhammed'den beri gelen idrak mürşidinden kendisine atılan tohumla devrolmaktadır. Artık gözü hiçbir şey görmez, yalnız Efendisini düşünür. Ona daha nasıl feda olabileceğini düşünür. Efendisi ona yöneldikçe devir işlemi amacına ulaşacaktır.

Bu açıklamalarımız inşallah Mevlâna'nın da Şems'e nasıl iştiyakla sarıldığını, onu neden bir kadın erkek arasında söylenebilen sözlerle övdüğüne açıklık getirecektir, çünkü mana şehveti maddi şehvete benzemez; ondan kat be kat güçlüdür ve tatmini tensel değil, ruhsaldır. Ruhu övmek için kullanılan simgeler bizi yanılgıya düşürmemelidir.


26


Bu gönül defterini okuyup yazan benim,

Bir sırr-ı muammayım, bu sırrı çözen benim,

Ben mülk-ü Süleyman'ım, hem mülküme Sultanım,

Yedi iklim içinde yel olup tozan benim.


Gören ben, görünen ben her an başka biçimde,

Hem Mecnun'un gönlünde, hem Leylâ'nın saçında,

Öyle bir katreyim ki yedi umman içinde,

Dalga dalga durmadan devredip gezen benim.


Bu sırrı bilen arif, aşk ile söyler sözü,

Bu öyle bir âlem ki gayriye bakmaz gözü,

Leylâ Leylâ diyerek Mevlâ'ya döner özü,

Hem arıyım, hem petek, bal olup sızan benim.


Ne geldim, ne giderim, durmadan devrederim,

Hallac-ı Mansur gibi bu dâvayı güderim,

Seni benden sorana, Aşık Niyazi derim,

Kendi mezar taşıma bu ismi kazan benim.


Bu dizeler Tevhit İlmini bitirmiş, en son makama varmış, Miracı tamamlayıp ezeldeki haline geri dönmüş olanların söyleyebileceği sözlerdir ve bir anlamda İhlas Suresinin ifadesi sayılırlar:


"Kul hüvallahü ahad De ki: O Allah'tır,

Ahad'dır (tektir.)

allahüssamed ve herkes ona muhtaçtır,

o hiçbir şeye muhtaç

değildir (zevali yoktur,

sonu yoktur, kalıcıdır);

lem yelid ve lem yuled O ne doğmuştur,

ne doğurulmuştur.

ve lem yekün lehu Ve onun hiçbir eşiti

küfüven ahad. ve benzeri yoktur."


Bu kâinat yaratılmadan önce "Allah vardı ve onunla beraber hiçbir şey yoktu". Bu hadis-i şerifi duyan Hz.Ali "El'an (şimdi) da öyledir" (Arabî, Özün Özü, s. 23) buyurmuştur. Halbuki Hz.Ali bu sözleri ettiğinde bu kâinat vardı; Müslüman, kâfir vardı; öyleyse bu söz nasıl söylenebilmiştir. Mutlaka bir gerekçesi olmalıdır.

Açıklayalım. Bir hadis-i şerifte şöyle bildirilmiştir:

"Ben bir gizli hazineydim bilinmekliğimi istedim. Halkı da bilinmem için yarattım." (Arabî, Özün Özü, s.15)

Hz.Muhammed bu hadisi destekleyen başka hadisler de buyurmuştur:

"Ben Allah'tan, müminler de benden." (Geylânî, s. 69)

"Âdem su ile çamur arasındayken benim ruhum yaratılmıştı." (Arabî, Şeceret'ül Kevn, s. 73)


Şimdilerde revaçta olan "Big Bang" teorisine göre de tüm kâinat bir patlama sonucu meydana gelmiştir. Neyin patladığı ise bilim adamlarının meçhulüdür. Üstüne basa basa tekrarlamak isterim ki Allah kendinde olanı ortaya çıkartmıştır ve Allah'ın dışında bir olgu da yoktur.

Bir benzetmeyle nasıl vücudumuzda el, ayak, göz gibi farklı işlevler ortaya koyan organlar varsa ve nasıl beyin vasıtasıyla bunlara hükmediyorsak ve beyin nasıl hükmettiğini bilmesine rağmen el ve ayak kendi başına hareket ettiğini zannediyorsa, yani neticede idare eden ve edilen birlikte bizi ifade ediyorlarsa, aşağıdaki şemada görüldüğü gibi Allah da bir patlamayla kendi vücudundaki idare eden ve edilenleri ortaya çıkartmış ve hiyerarşik bir düzen meydana getirmiştir.


Patlayarak bu kâinatı meydana getiren pozitif ve negatif güçlerdir, yani isim ve sıfatlar.

Her an başka bir şan üzere olan Allah, bu şanını doksan dokuz isminin tümünü kapsayan Muhammed ile, yani tüm isim ve sıfatların sonsuz sayıdaki kombinasyonlarıyla devam ettirmektedir. Evvel ve sonra, görünen ve görünmeyen her şey Muhammed'dir, yani her şey Muhammed'den ortaya çıkmıştır ve çıkmaya devam edecektir. Muhammed idraki, ezelden beri madde âleminde tam manasıyla ortaya çıkma aşamalarını Hz.Âdem'den itibaren 124 peygamberle sürdürerek en son aşamasını, ezeldeki ismiyle dünyada anılan Hz.Muhammed'le bulmuştur ve bu idrak bir kere gelmiş ve bir daha geri gitmeyecektir. Önce Hz.Ali'ye devrolunmuştur. O günden bugüne bu devir işi sürmekte ve her devirde Muhammed başka isim altında tebdil-i kıyafet hükmünü sürdürmektedir.

Bakın Hz.Mevlâna bu konuda ne söylüyor: "Eğer ilim ve Hakikat şehrine girmek istiyorsan, orada Ali'yi bulacağına göre Ali sıfatlı bir ermiş mürşidin kapısına koş." (Günaydın Gazetesi, 3.12.1994, s.16)

Yukardaki şemadaki hiyerarşiye bakacak olursak şeytan-melek, mümin-kafir hepsi de Muhammed'in varlığında olan isim ve sıfatlardan ortaya çıkmıştır. Eğer şeytanı tek başına bir güç olarak düşünürsek Allah'a karşı olan bir varlığı kabullenmiş oluruz.

Madde âlemi, mana âleminin yansımasından ibarettir. Patlama, bir benzetme ile bir filmin kara noktadan perdeye yansıması gibidir. Perdedekiler, aslında mevcut değildir, mevcutmuş gibi görünürler. Bir anlamda madde âlemi ile mananın boyutsal ayrılığı ve mekânsal beraberliği söz konusudur. Madde, mana tarafından kapsanır, idare edilir. Ruh ve beden ilişkisi bunun tam bir örneğini oluşturur.

Şiire dönersek Aşık Niyazi Hazretleri de hepimizin ve her şeyin ortaya çıkmış olduğu Muhammed idrakine geri dönmüştür. Cismi burada ama, ruhu Hz.Muhammed'in ruhundadır, aynı nur içindedir. Gönlü onunla özdeşleşmiştir: Muhammed, Niyazi elbisesi ile söyler bu sözleri.

Evet, Allah kendisi için bir muammaydı, Muhammed hali ile bu muammayı çözmeye başladı, Muhammed'deki muammalar ise asla son bulmayacaktır, çünkü Allah'ın isim ve sıfatlarının kombinasyonlarına son yoktur.

Tekrar şiire geri dönersek iyi-kötü, eğri-doğru, aşık-maşuk hepsi Allah'tan, diğer bir deyişle Muhammed'den çıkmamış mıdır; o halde Muhammed bu şiirde bunu açıklıyor, bu devirde Aşık Niyazi ismiyle konuşuyor. Bütün "umman", Benim "katre"mden çıktı, katre görünümündeyim ama, umman Bende gizlidir. Hem "arı" gibi meydana getiren, meydana gelişte ara aşamalar ("petek") ve amaç olup meydana gelen ("bal") hepsi Benim. Gelişim ve gidişim yoktur, yalnız farklı biçimlerde görünürüm demek istiyor.

Bir elma ağacı meyva verir, oradaki tohum tüm ağacı kendinde saklar, toprağa düşer ve tekrar yeni bir ağaç meydana gelir, yani meyva tohumdan oluşur ama, yapraktan oluşmaz. Yaprak yok olur; elma tohum ile devreder ve hiç kaybolmaz. Muhammed bu âlemin tohumudur, gönülden gönüle ekilir; yok olan onu taşıyan cisimlerdir.

 

Bakınız Yunus Emre adı ile Muhammed nasıl sesleniyor:

"Cümle canda oynayan damarlarında kaynayan,

Külli dillerde söylenen külli dili diyen benim.


Bu çarh benim elimdedir üstüne ben oturmuşam,

Mülk benimdir hükmederim yapan benim, yıkan benim.


Ol habibi Hak Mustafa Miraca sefer kılacak,

Oldem hali fikreyledim gizli sırrı duyan benim.


Nemrud oldum İbrahim'e bağ u bostan ben eyledim,

Küfür yüzünden doğuban yine odu yakan benim.

Ol Hallac-ı Mansur ile söyler idim Ene'l Hakk'ı,

Yine onun boynuna dâr-u urganını takan benim.


Sa'd benim, said benim Yunus dahi benimledir,

İlm-i Ledündür üstâdım ol âlem-i âyan benim


Evvel adım Yunus idi şimdi İsmail oldu,

Ol dost için Arafat'ta koç-u kurban olan benim."

(Divan, s. 184)

Hz.Ali'den bir sözle konuyu noktalayalım:

"Bütün semavî kitaplardaki sırlar, Kur'an-ı Kerim'de gizlidir, Kur'an-ı Kerim'deki sırlar Fatiha'da gizlidir, Fatiha'daki sırlar Besmele'de gizlidir, Besmele'deki sırlar B harfinde gizlidir, B harfindeki sır ise altındaki noktada gizlidir; O nokta da benim" (Hz.Ali, Nokta'tül Beyan Risales, bkz. Nurül Arabî, s.156) .


 

27


BİZİZ


Hakikat ehlinin hem-şahı biziz,

Meyvemiz olmuştur, gümrahı biziz.

Cevr ü cefa gelir, zevk û safamız,

Derdi çekmeyenin eyvahı biziz.


Meyimiz Kevser'dir, sâkimiz Nuri,

Aşıkın ses veren hem-ahı biziz.


Her dilden çıkarken bin bir türlü nağmem,

Görenle görmeyen vallahi biziz.


Aşıksan Maşukun dolan peşinde,

Aldanma yalana, hem-sahi biziz.

Açtım ki yüzünü görsünler diye,

Sevenle sevilen hem dahi biziz.


Aşık Niyazi mi söyler bu sözü,

İnanmayın sakın billâhi biziz.

Her ihtisas konusunda olduğu gibi Hakikat İlmini yaşayanlar arasında da derecelendirmeler vardır. Hakikatte olan, yani mana âleminde olan bu derecelendirme, dolayısıyla madde âlemine de yansımıştır.

Günümüzde pek çok operatör bulunabilir ama, bunlar arasında ufak farklar olanlar olduğu gibi, büyük farklar olanları da vardır. Oysa hepsinin elinde aynı diploma bulunur.

Her devirde belirli adette insan-ı kâmil vardır. Meselâ Mevlâna, Yunus, Hacı Bektaş-ı Veli aynı devirlerde yaşamışlardır. Daha pek çok ismi sayılmayan kişi de vardır.

Bir mürşit pek çok mürit yetiştirebilir, pek çoğuna icazet vermiş olabilir ama, bu kişilerin arasında 0.1 kadar da olsa mutlaka bir fark vardır.

Asıl tehlikeli olan kişinin sadece bu ilmin teorisini öğrenmiş, fakat nefsinde pratiğini yaşamamış olmasıdır. Bu çok tehlikelidir; hem kendisi, hem de peşine takılanlar hüsrana uğrar.

Bu arada teşhis ettiğimiz bir konu da, Hakikati muhtelif seviyelerde yaşayan ve tek kişiye bağlı büyük grupların yerini zamanla daha küçük gruplaşmalara bırakmış olduğudur.

Eskiden bir mürşidin çok sayıda müridi bulunmaktaydı. Bunların arasındaki seviyeler çok farklı olabiliyordu, ancak bir kaç kişi gerçeğe ererken çoğunluk geride kalıyordu. İstidatlar bunu icap ettiriyordu. Zamanımızdaysa her seviye ayrı bir galaksi teşkil etmektedir, artık her insan-ı kâmil kendi seviyesine getirebileceği kişilerle birliktedir. Bir aşağı veya bir yukarı seviye ayrıca gruplaşmaktadır.

Bu gruplar arasında bir baş bulunur, bir mürşit bulunur ama, mutlaka en üstte "Gavs" adını alan insan-ı kâmil, diğerleri bilsin bilmesin onlara hükmeder.

Abdülkadir Geylânî' Hazretlerinin şu sözü meşhurdur:

"Evliyanın boynu benim ayağımın altındadır." (Türkiye Gazetesi, 23.6.1993, s.11) Bu sözün anlamı açıktır, o devirde kendi seviyesinin üstünde kişi olmadığını vurgular.

Evrenin devamlı genişlemesi, birbirine yapışık olan galaksilerin belirginleşmesi ve birbirinden kopması ve galaksilerin bünyesindeki güneş sistemlerinin arasındaki mesafelerin gittikçe artması sonucunu getirir. İşte bu maddi olay, manada yaşanan bir açılmaya, seviyeler arası özelliklerin belirginleşmesine ve olan iletişimin kopuşuna bir işaret olarak meydana gelmektedir. Daha doğrusu mana uzayındaki açılma, madde uzayda yansıma olarak ister istemez oluşmaktadır.

Adeta kâinatın tıpkı çekimi olan insan vücudu da bu sisteme göre gelişmektedir. (böbrek sistemi, karaciğer sistemi, kalp sistemi gibi). Ceninde birbirine yapışık olan organ sistemleri, gök katlarının açılışı gibi, büyüme aşamasında birbirlerinden ayrılarak özelliklerini belirginleştirmektedirler.

Otuz beş kişi kadar müridi bulunan Aşık Niyazi Hazretleri de kendi zamanının en büyük evliyasıdır. Vefatından önce yalnız bir kişiye icazet vermiştir ki o da Mehmet İlhami Doğmuş Hazretleridir. Efendisinin vefatından sonra söz konusu otuz beş kişinin on küsur kişisi kendisine biat etmiş, on küsur kişisi de mürşitlerinin icazet verdiği kişi dururken bir başka Melâmi mürşidine bağlanmıştır. Görüldüğü gibi seviyeler artık birbirinden kopmaktadır. Aslında her şey olması gerektiği gibidir. Kendi kendini aldatma her zaman olacaktır.

Aşık Niyazi Hazretleri bu şiirinde Hakikatin en tepesine vardığını, meyvasının bol bol bulunduğunu ifade ediyor.

Acaba bu en tepe noktaya varmak nasıl mümkün olabilir? Şiirdeki "Açtım ki yüzünü görsünler diye" dizesiyle bu sorunun cevabını veriyor. Yorumumuza göre bakın neler söylemek istiyor:

· Efendiye hizmet her şart ve her imkânsızlığa rağmen yapılmalıdır, hasta bile olsan, bu seni Efendine gitmekten alıkoymamalıdır.

· Parasız kalsan borç alıp yine hizmetini yapmalısın.

· Ona olan tavrın asla büyüklük hissi vermemelidir.

· Sen doğru bile düşünsen, Efendinin yanlışını doğru olarak kabullenmelisin. Hiçbir konuda kendini müdafaa etme. Şef her zaman haklıdır. Şefe akıl vermeye ve müdahale etmeye kalkışma.

· Her zaman ve her halinde Efendi sende yokluk ve fedakârlık görmelidir. Kazancın buradadır.

· Onun sevdiğini sev, sevmediğini sevme.

· O bugün ak dediğine, yarın kara diyebilir. Sen de hemen ona uymalısın.

· Efendinin ilk dediğini benimse, akılcı itirazlarda bulunma.

· O bir sıkıntı çekiyorsa sen de aynısını çek. Veysel Karani harpte Hz.Muhammed'in bir dişinin kırıldığını duyunca otuz iki dişini sökmüş. Bu sana bir şey ifade ediyor mu? Etmeli. Anlatılanlar sana hikâye gibi gelmesin, benzer bir durum, bugün de olabilir.

· Efendin açsa sen de aç ol, o toksa sen de tok ol.

· Senin açlıktan tansiyonun mu düşüyor, olsun gene o açsa sen de aç ol. Bakalım bir şey oluyor mu? Belki de olur ama, maddeni manaya satmalısın.

· Herkes bu yola girdin diye seni eleştirir, buna katlan ve aldırma.

Bu konuda Hz. Muhammed'in şöyle bir hadisi vardır:

"Bir salikin mürşidine hizmeti nafile ibadetten efdâldir-hayırlıdır" (Bağdâdi, s.36).

Örnek bir mürşit-mürit ilişkisini Eflâkî'nin aşağıdaki menkıbesinde de görmekteyiz.

"Çelebi Hüsamettin, az çok neyi varsa hepsini Ebû Bekir gibi Mevlâna Hazretlerine bağışlayıp feda etti, öyle ki hiçbir şeyi kalmadı. Hatta bu yüzden lâlâları "Hiçbir geçim vasıtası ve mülk kalmadı" diye ona târizde bulundular. O da evin eşyasını satmalarını emretti.

Bir kaç gün sonra "Artık bizden başka bir şey kalmadı" dediler. Bunun üzerine o "Âlemlerin Rabb'i olan Tanrı'ya hamd olsun Tanrı'nın elçisine zahiren uymak müesser oldu. Sizi de Tanrı'nın rızasını aramak için Mevlâna'nın aşkıyla azat ettim. Hepiniz bundan sonra işinize gidiniz" dedi.

Bundan sonra o, Mevlâna Hazretlerinin makbul talihlisi oldu. Mevlâna'ya gayb âleminden ne hasıl olduysa, Çelebi Hüsamettin Hazretlerine gönderdi ve onu müritlerinin öncüsü, Tanrı askerlerinin başbuğu yaptı ve müritlerin işlerini onun idaresine verdi." (Eflâkî, II, s. 166)

İşte mantık bu olmalıdır. Efendimin nasılsa ihtiyacı yok, bunu da kendime ayırayım, mantığı gerçek aşka göre hatadır.

Bazen efendi bir konuyu eksik veya yanlış anlatabilir. Bu bir hikmet tahtında, bir sebebe bağlı olarak meydana gelir. Bu tip hareketler, ya orada bulunan bir kişinin tepkilerini ölçmek, ya yeni bir soruya neden olmak veya ihvanlardan birinin bir perdesini ortadan kaldırmak amacıyla meydana gelmiş olabilir. Efendinin hiçbir hareketi boşuna değildir. Bir müridin efendiye yardım amacı güderek onun yanlış veya eksiğini tamamlaması son derece sakıncalıdır. Onun yanlışını düzeltmek veya yanlış anlaşılmasını önlemek gibi düşünce ve davranışlar beşeri vasıflardandır ve efendiye olan teslimiyetin istenilen kalitede ve istenilen boyutta olmadığını gösterir. Genellikle bu hataya düşülür. Ve maalesef iyi bir iş yapıldığı düşünülür. Kendilerince iyi niyet söz konusudur. Halbuki efendinin Allah'a varmış olduğu ve hiçbir hatasının olamayacağı baştan kabul edilmesi gerekirken orada bir hata görülmüş ve efendiye karşı bir varlık gösterilmiştir. Efendinin gönlü yokluk ister. Bu davranış ise bir varlık gösterisidir.

İşte Aşık Niyazi'nin bir kısım ihvanı, vakt-i zamanında böyle bir hizmet anlayışı içinde olsalardı, idrakleri yükselecek, yani Efendileri gibi düşünebilecekler ve onun Efendiliğe lâyık gördüğü büyük aşık ve büyük maşuk İlhami Doğmuş Hazretleri varken onu bırakıp başka kişilere gitmeyeceklerdi.

Hakikat yolcuları biliniz ki bu yolda yegâne fayda, hizmetten ve fedadan gelir. Hizmet ettiğiniz yer Muhammed'in evi, içindeki de Allah'tır.

"Allah'ın Cemâline celâlinden varılır." denir. Bu ne demektir?

Seni zora sokan, sana azap veren fedakârlıklar yapmalısın. Düşün ne yapmak sana zor geliyor? Her şeyi yaparım ama, şöyle bir hareketi yapamam, şu kişiyi Efendim için terk edemem diyorsan, o hareket veya kişi senin putun demektir. Senin Cemâle giden yolun o işlemi yapabilmekten geçer, çünkü onu yaparken o putunu yakarsın. Tabii bu yanmadan acı da duyarsın (celâl). Ardından ateşi sana gül bahçesine çevirirler, yani Cemâle giden yolda bir engel daha aşmış olursun.

· Mevlâna Şems için Musevî mahallesinden haram sayılan hurma şarabı alırken neler çekti haberin var mı?

· Talebelerini terkettiği için çektiği sıkıntıyı tahmin etmeye çalış.

· Oğlu Alâaddin'den çektiklerini düşün.

· Yunus'un eğrisi olmayan odunları taşırken belinin nasıl ağrıdığını da tahmin etmeye çalış.

Sen de bunları yapmalısın. Bir grup insanın yaptığı gibi, kahramanlık hikâyesi dinleyip kahraman olamazsın.

Ha gayret, eline kılıcı al da kendinle döğüşmeye hazırlan.

Tüm bu cefalar, herkese zor gelir ama, aşıklar ne için bunları çektiklerini bildiklerinden zevk ve safa içindedirler ve bu sıkıntıları göze alamayıp bir mürşide bağlanamayanlara da acırlar.

Tüm anlattıklarımız, aşığın devamlı maşuğun peşinde dolaşması anlamındadır. Bu hizmetlerden seni vazgeçirmek isteyenlere bakma, doğru yere hizmet etmektesin, yani Allah'a hizmettesin.

Tüm bu gerçekleri siz de gerçekleri anlayıp ona göre davranın diye anlattım.

Bu sözleri Aşık Niyazi söylüyor gibi görünüyor ama, aslında o biziz. Biz kim miyiz? Allah ile Muhammed.



28


Ol âşıklar elinden içtim aşkı, kana geldim,

Düştüm aşk ateşine, için için yana geldim.

El pençe divan durdum sevgilimin huzurunda,

Canlara canan olan bir yüce sultana geldim.


Cevr ü cefa ile ben zevk-i safayı buldum,

Nice yıl sabreyledim, ahd-i vefayı buldum,

Hem gönlüme nur saçan ol Mustafa'yı buldum.

Devr-i devlet erişti lûtf-u ihsana geldim.


Aşık Niyazi eyler Seni, Senden temaşa,

Vuslat-ı yare erdi, düşmez gayri telâşa,

Göster bana duracak başka bir huzur, haşa

Aklım aldın elimden deli divane geldim.


Aşk neden ıstırapla beraber anılır hiç düşündünüz mü?

Aşk, kendinde gizli olanı ortaya çıkartma isteği demektir. Mecnun'un Leylâ'ya aşık olup sonunda onu kendisinde bulması, "Leylâ benim" demesi şu anlama gelir: Mecnun kendisinde mevcut olan ama, görünmeyen bir şeyi Leylâ'da açık seçik görmüştür, yani negatif pozitife doğru çekilmiştir. Allah'ın ortaya çıkışı da aynen böyledir.

Allah'ta her şey gizlidir. Bu gizlilik aynı bir ceninde gizlenmiş olan konuşma, görme, yürüme gibi özelliklerin mevcudiyeti gibidir. Yok hükmündedir, çünkü bu yetenekler ortaya çıkmadıkça mevcut oldukları söylenemez. Meselâ ceninden ortaya çıkmış bir çocuk konuşmadıkça konuşup konuşamadığı anlaşılamaz. İşte Allah'ın yok hükmünde olan isim ve sıfatlarına duyduğu iştiyak, varlığın yokluğa olan aşkıdır. Allah, Zatî varlığıyla yok olan isim ve sıfatlarına meyletmiş, kendisinde gizli olanı açıkça görmek istemiştir. Ve görmüştür ki isim ve sıfatların tek tek varlıkları yoktur. Kendisinden bağımsız olamamaktadırlar. O zaman Allah, kendi varlığında olan isim ve sıfatlarla var olduğunu ama, isim ve sıfatların tek tek tüme, "O"na muhtaç olduklarını ispatlamış, İhlas Suresindeki "Allahüssamed" ("Her şey 'O'na muhtaçtır 'O' hiçbir şeye muhtaç değildir, zevali yoktur") ayeti gerçekleşmiştir.

Bu gerçeğin ortaya çıkışı ise isim ve sıfatlar açısından bir ıstırap getirmiştir. Zatî eğilim, isim ve sıfatlara ol emri verince herbiri kendisinde varlık hissi (nefs) duymuş ve bu ilâhi tuzağa düşerek varlık iddiasında bulunmuşlardır ve ister istemez meydana getirdikleri bu kâinat ve dünya onlara verilmiş olan kısıtlı, kayıtlı, yalnız belli şeyleri idrak anlamına gelen cüz-i akıl (bu insan dışındaki varlıklarda içgüdü olarak ifade edilir) ve kendilerindeki gizli bilgi (DNA) ile meydana gelmiştir ve gelmeye devam etmektedir.

Bu ortaya çıkışlar, pek çok sıkıntıyı gündeme getirir. Bir arı bal yapmak için ne kadar çok sıkıntı çeker, ne kadar çok çiçek dolaşır. Neticede bu işlem kendisindeki bal yapma özelliğinin ortaya çıkışı içindir, yani kendinde olana duyduğu aşktır.

İnsanlar arası aşka bir göz atalım: Genellikle çok sabırlı bir kişi sabırsız bir kişiye; çok sakin olan, telâşlı bir kişiye; çok yetenekli bir kişi de yeteneksize aşık olur, çünkü sabırlı olanın sabrını ortaya çıkarmadaki yeteneği, sabırsıza tahammül (ıstırap) ile olacaktır, yani sabır ismi kendini sabrın olmadığı bir aynada seyredecektir. Sabırlının sabrının derecesi, ancak bir sabırsızla ortaya çıkacaktır. Bu isme verilen görev, ortaya çıkması ve yaşanmasıdır.

Şiirimize dönersek: Allah'ın Zatına, yani tüm isim ve sıfatların hepsini içeren gerçek "var"a olan aşk nasıldır ve beraberinde ne tür ıstıraplar getirir?

Allah'ın "kendime ayırdım" dediği bazı ruhlar vardır ki bu ruhlardan Allah, kendi Zatını tüm olarak seyretmek istemiştir ve onları bu programla dünyaya göndermiştir. Eğer bir ruhta bu yetenek gizli olarak bulunuyorsa mutlaka bunu ortaya çıkartmak için bir karşıt güçle karşılaşmalıdır. Bu ruhtaki yetenek yok olma yeteneğidir, çünkü tek var Allah'tır ve ezelde kendisine verilmiş olan benlik (nefs) aldatmacasını yok etmelidir; işi budur, aksi halde o ruhtan Allah kendini idrak edemez. İşte bu yok olma, yani nefsin öldürülmesi, amaç için gerekli ama, ıstıraplı cefalı bir işlemdir. Sonuçta yokoluş tamamlandığında safa süren artık Allah'tır. Baştan da söylediğim gibi bu ruhta yok olma, sıfırlanma yeteneği bulunmaktaydı ve amaç gerçekleşti; 0 (sıfır)landı, yani "O" oldu. "O" oluncaya kadar hep nefsinin aksine işler yaptı, kendine kılıç salladı.

Peki aşık olan, yani kendinde yok olma yeteneği bulunan kişi, var olma yeteneği olan maşukla, yani Allah'la nasıl karşılaşır?

Bu karşılaşma ancak, daha önce sıfırlamış, "O" olmuş bir gerçek insana bağlanmakla mümkündür. Aşık Niyazi'deki aşk (yok olma yeteneği) Efendisi Ulvi Hazretleri ile karşılaşınca harekete geçer, varlık yokluğu çeker ve öğrenir ki "nefs", "ben" diye bir şey yoktur; bu onun yanılgısıdır. O güne kadar ki değerleri ölmek zorundadır. "Ben" yoksa benin sevdiği, sevmediği de olamaz; "ben" yoksa onun beklentileri de olamaz; "ben" yoksa anası, babası, çocukları da olamaz; "ben" yoksa mal mülk de olamaz.

Kendinize sorun, bakalım bunları bırakabilir misiniz? Bir an bırakırım deseniz bile ne kadar eziyetler çekeceğinizi düşünebiliyor musunuz?

Ama Aşık Niyazi tüm bu değerleri yok olma yeteneği olduğundan bırakabilmiştir. Bu bırakış gönül seviyesindedir, onlardan maddi ayrılış anlamında değildir.

Meselâ çocuğunuz hasta olduğunda üzüntü duymamak için mücadele vermenin zorluğunu tahmin edersiniz. Bu terkediş gönüldedir, fiiliyatta çocuğunuza bakar ve doktora götürürsünüz.

Bir misal daha verelim: Bu örnekte koca, karısının böyle bir yola girmesine, bir mürşide bağlanmasına engel olmaktadır. Kadın için iki şık vardır:

1. Kocasını dinleyecek ve Allah'tan vaz geçecek;

2. Allah'ı bulmak için çaresiz kocasını boşayacaktır.

Eğer birinci şık, tercih edilirse Allah'ı bulmak için bir mürşitten başka yol olmadığından ebediyen bu şans kaybedilebilir. O zaman da ikinci şıkkı uygulamak mecburiyeti ortaya çıkar ki bu durumda da çekilecek sıkıntıları anlatmaya bile gerek yoktur. Evet, Allah için hiçbir mania asla mazeret olmamalıdır.


Neredesiniz yok olanlar? Allah'a siz gerekiyorsunuz.

Aşık Niyazi Hazretleri, tüm gayretlerinin sonucunu almak için Efendisinin, Sultanının, "O"nun önünde el pençe divan durup her zora rağmen yok olmayı tamamlayıp gönlünde "O" olan Mustafa'yı, Hz.Muhammed'i, yani "O"nun idrakini bulmuştur. Artık önünde durulacak, rağbet edilip secde edilecek başka hiçbir mahal kalmadığını, her şeyin yokluğa gömüldüğünü, bunun da kişisel akıl engeli aşılarak gerçekleştiğini ifade ediyor.



29


MUHAMMED - ALİ


Muhammed bağının gülüdür Ali,

Bülbüller ötüşür, dilidir Ali.

Aşıklar yâr için düşmüş yollara,

Hakikat ehlinin yoludur Ali.


Muhammed Ali'ye canımız feda,

Bir dediler bize şah ile keda,

Ayrı görenleri sevmezmiş Hüda,

Vahdet bahçesinin gülüdür Ali.


Gel Ali'nin Ehl-i Beyti olalım,

On sekiz bin âlemlere dolalım,

Ol Şah-ı merdandan nasip alalım,

Hak şehitlerinin kanıdır Ali.


Tevhit deryasına dalanlar bilir,

Vilâyet bahrinde Ali'yi bulur,

Şahlar Şahın gören imana gelir,

Aşık Niyazi'nin canıdır Ali.


Hz.Ali bilindiği gibi Hz.Muhammed'in amcası Ebû Talib'in oğludur. Küçük yaşından itibaren Ali'yi yanına almış ve oğlu gibi büyütmüş ve kızı Hz.Fatıma ile evlendirmiştir.

Hz.Ali çocuk yaşındayken Hz.Muhammed akrabalarını imana davet etmek için topladığı bir sofra başında onlara peygamberliğini ilân eder ve "Kim bana yardım edecek, kim benim vekilim olacak?" diye sorar. Kimseden ses çıkmaz. Hz.Ali sadece 13 yaşında olmasına rağmen "Ben yardım ederim" diye atılır. Önce Hz.Muhammed ona mani olur, sonunda Ali sözünde ısrar edince elini Ali'nin ensesine koyar ve: "Bu, sizin aranızda benim vekilim, varisim ve kardeşimdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin" der. Adamlar ayağı kalkarlar ve gülerek Hz.Ali'nin babası Ebû Talib'e: "O, sana oğlunu dinlemeni ve ona itaat etmeni emrediyor" derler (Lings, s.95)

Acaba Hz.Muhammed küçücük bir çocuğu kendine yardımcı seçmekle neyi göstermek istemiş veya Ali'nin bu işi üstlenebileceğinde nasıl karar kılabilmiştir? Gözün gördüğü, Ali'nin küçük bir çocuk olduğu, gözün görmediğiyse Ali'nin "Allah'ın Aslanı" olduğudur. Hz.Muhammed Ali'nin bu özelliğini gönül gözüyle görmüştür. Hz.Ali'nin daha sonra harplerde ne kadar büyük cengâverlikler ve fedakârlıklar yaptığı herkesin malûmudur.

Şimdi size Hz.Ali'nin Hakikat yolcularından başka kimsenin bilmediği özelliklerinden bahsedelim.

Bilindiği gibi Hz.Muhammed bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

· "İlim on kısma ayrıldı. Ve bunun dokuz kısmı Hazret-i Ali'ye verilerek geri kalan bir parça diğer insanlar arasında dağıtıldı." (Türkiye Gazetesi, Hikmetler, 13. 3. 1993, s. 13)

Bu şu demektir: Hz.Ali, Hz.Muhammed'in tüm ilmine sahiptir; hiç eksiği yoktur.

Diğer hadislere bakıyoruz:

· "Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısı; şehre girmek isteyen kapıdan gelsin." (Künûz; I, 111)

· "Ali bendendir; ben de ondanım. Benim nâmıma ancak ben ve Ali öder. " (İmâm Nesâî, s. 62)

"Ali'yi seven gerçekte beni sever ve Ali'ye buğzeden, gerçekte bana buğzeder." (Câmi, II, 141)

· "Ali'nin yüzüne bakmak ibadettir." (Türkiye Gazetesi, Hikmetler, 15.3.1993, s.13)

"Ben kimin mevlâsıysam, artık Ali de onun mevlâsıdır. " (Câmi, II, 55)

"Ali, dünyada ahirette kardeşimdir." (Câmi, II, 55)

Hz.Ali'nin bazı sözlerine bakıyoruz:

· "Ben görmediğim ilaha tapmam." (Türkiye Gazetesi, Hikmetler, 17.4.1993, s. 13)

· "Bütün semavî kitaplardaki sırlar Kur'an-ı Kerim'de gizlidir, Kur'an-ı Kerim'deki sırlar Fatiha'da gizlidir, Fatiha'daki sırlar Besmele'de gizlidir, Besmele'deki sırlar B harfinde gizlidir, B harfindeki sır ise altındaki noktada gizlidir. O nokta da benim" (Noktatül Beyan Risalesi)

Nasıl oluyor da Hz.Ali tüm Kur'an'ı benliğinde topladığını ifade edebiliyor ve hangi yönden Ali ilmin kapısı olabiliyor?

Dört Halifenin her biri bir sıfatla anılır:

· Hz.Ebubekir Sıddikîyet (tam teslim olma)

· Hz.Ömer Adalet

· Hz.Osman Hilmiyyet (yumuşaklık)

· Hz.Ali İrfaniyet sahibidir, yani gerçeği tam keşfeden, sezgi yoluyla kendi kendine gerçeği bulandır. Hz.Ali Hz.Muhammed'den soyutlanarak gerçeği bulmuş değildir. Aksine Hz.Muhammed'in gönlündeki gerçekleri yine O'nun kendisine duyduğu muhabbet sayesinde keşfetmiştir. Bir başka deyişle Hz.Muhammed'in gönül enerjisinin otomatik sonucu oluşmuştur.

Yeri gelmişken bir kere daha vurgulamak istediğim bir konu var: Hakikat İlmi mutlaka bir mürşitten öğrenilirse netice verebilir ama, netice mürşidin bilgisi dolayısıyla değildir. Bilgi kitaplarda da mevcuttur ama, bu bilginin gereği olan değişimler insan-ı kâmilin gönlünün bir fonksiyonudur.

Burada bir ayete kulak verelim:


"Göklerin ve yerin çerçevesinden çıkıp gitmeğe gücünüz yetiyorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz." (Rahman, 33)

Bu ayetin bir madde âlemine göre (görünen) bir de mana âlemine göre (görünmeyen) açıklaması vardır. Madde âlemi açısından açıklaması, füzelerin uzaydaki gök katlarını aşmak için çok güçlü bir yakıta ihtayaçları olduğu şeklindedir. Hakikat İlmi, yani mana âlemi açısından açıklaması ise şöyledir: Dünyaya bağımlı olan beşerin mana uzayının katlarını aşabilmek, Allah'a doğru yol alabilmek için bir mana yakıtına (aşk) ihtiyacı vardır. Aşk yakıtı da mürşidin, yani efendinin gönlünden elde edilir. Maddi yakıt (petrol), toprak altında bin bir zorlukla elde edildiği gibi, manevi yakıt (aşk) da insan-ı kâmilin gözle görülmeyen gerçek yüzünden (gönül) ona hizmet ederek, yani zorlukla elde edilir.

İnsan-ı kâmilin gönül foksiyonlarına bir örnek verecek olursak, ekmek hamurundaki malzemeler bilgidir; bunu pişirense insan-ı kâmilin bize olan sevgisi, muhabbeti ve gönlündeki aşk alanıdır.

Diğer bir misalle. "Buz ateşe tutulursa erir" ifadesi bilgidir. Ateşse yalnız üst boyutlara intikal etmiş, Allah'ın evi olan gönülden başka yerde yoktur.

İşte Hz.Muhammed'in gönül evinde Allah'tan başkası kalmadığından onun sevgisi Allah'ın sevgisi, gazabı Allah'ın gazabıdır, fakat Hz.Muhammed bu gerçekleri kendi dilinden herkese açıklamamıştır, bunun sebebi istidatların söz konusu gerçekleri anlamaya yeterli olmayışıdır.

Önce ayırım yapmadan herkese bilinen iman şartlarını ve Şeriat kurallarını anlatmış ve çoğunluk bununla iktifa etmiştir. Onlardan bugüne kadar gelen bilgilerle yetinenler, bugün Müslümanlığın şekil tarafına ağırlık verenleri meydana getirmiştir (Şeriat).

Az sayıdaki bir grup kişiyse Muhammed'e daha derinlemesine sorular sormuş, meselâ namazın niçin beş vakit, orucun otuz gün, tavafın yedi defa olduğunu öğrenmek istemişlerdir. İşte bu talep karşısında Hz.Muhammed, onlara Hakikat İlminin mevcudiyetini bildirmiş; namaz, oruç ve haccın gerçek anlamlarının, mana âlemi değerlerinin simgeleri olduğunu, örneğin Kâbe'nin insan-ı kâmilin, yani kendisinin gönlü olduğunu, İlm-i Ledünün yedi makamını simgelediği için Kâbe'nin etrafında yedi defa dönüldüğünü açıklamıştır.

Ebû Hureyre'nin bir sözü vardır:

"Resûlullahtan iki türlü ilim öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim. İkincisini söylersem beni öldürürsünüz." (Türkiye Gazetesi, 1.11. 1993, s.13)


Hz.Ali:

"Resûlullah bana bir sır söyledi kimseye söyleyemedim, kör kuyulara anlattım" (Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri II, s.66) buyurmuştur.

İşte bu bilgileri alan Hz.Ali ve diğer eshaptan (Ebû Bekir, Ömer, Osman, Selman-ı Farisi, Ebû Hureyre vb.) bugüne intikal eden bilgiler de Hakikat bilgilerini, yani tasavvufu meydana getirmiştir.

İnsan-ı kâmil, mutasavvıf gibi kişilerin tarifi maalesef ki günümüzde "çok iyi ahlâk" sahibi olmakla yapılmaktadır, dahası iyi ahlâk ile özdeşleştirilmektedir. Bu çok yanlıştır, hem de çok yanlış. Bugün dinî hiçbir boyutu olmayan öyle ahlâklı kişiler vardır ki değme Müslümana taş çıkartabilirler. Daha çarpıcı bir itiraz ile insan-ı kâmil, "0 (sıfır) ahlâklı" olmak demektir, yani iyi ahlâk bir vasıf gerektirir meselâ merhametli, dürüst, adaletli gibi kötü ahlâk da gaddar, kibirli, nankör gibi vasıflar gerektirir.

Allah ismi, 99 ismin toplamına verilir. O halde Allah'a varmış bir gönül, Allah ismine mazhar olabilmek için bu sıfatların ne iyisine, ne de kötüsüne meyledemez, hepsi olmalıdır. Bu da sıfır ahlâklılıktır. "Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın" (Öztürk, Kendi Dilinden Hz. Muhammed, s.136) bu demektir. Allah merhametlidir, aynı zamanda gazaplıdır. Allah rahmet sahibidir, aynı zamanda intikam alıcıdır. Allah'a varmış gönül, Allah'ın hüküm sürdüğü yer demektir. İsimlerin birini fazla tercih eden bir gönül o isimle perdelidir.

Allah'a varmak isteyen kişi, iyi ahlâklı değil, sıfır ahlâklı olabilirse netice oluşur. Bu gerçek yokluk, aynı zamanda gerçek varlık demektir, çünkü Allah vardır ve onunla beraber hiçbir şey yoktur.

0 (sıfır) ahlâklı kişi Allah'ın her ismine bürünebilir, ama bir veya bir kaç isim onda hakim olursa, o kişi hâlâ perdelidir. Yokluk tam değildir. Bu gibiler mürşitlerinin her haline rıza gösteremezler. Onu kendi açılarından görmek isterler. Göremeyince inkâr ederler. "Allah yolunda bu olmaz" diye kayıt koyarlar. Oysa gerçek hiç de onların zannettiği gibi değildir.

Buna bir misal verelim: Edep perdesi olan bir kişi edepsiz bir hale giremez. Mürşidi girerse de onu yargılar. Merhamet perdeli olan da merhametsizliğe tahammül edemez. Oysa Allah için her hale girebilmek gerekir. Mürşidin her haline tahammül ve teslimiyet bizim perdelerimizi yırtmamız için gereklidir.

Âdem'in halife olarak halkedilmesi sırasında Allah tüm isimleri, tüm zıtları, yani hem rahmet, hem gazap, hem cemâl, hem celâl hepsini Âdem'e öğretti ve yalnız cemâl (pozitif) isimlerin eseri olan meleklerle yalnız celâl (negatif) isimlerin eseri şeytana "Âdem'e secde edin" buyurdu. İyi ahlâklı olan bir kişi melek olabilir ama, insan-ı kâmil olamaz. İyi ahlâk sizi cennete götürür ama, Allah gerçeğine götürmez. İyi veya kötü diye bir kavram Allah açısından yoktur. Allah olandır. İster öyle olur, ister böyle; bir kayda girmez.

Ne yazık ki bazı Hakikat yolcuları, bu gerçeği intikal edemediklerinden Cennetlik isim ve sıfatlarla perdeli kalmaktadırlar. Mürşitlerine yaptıkları yargılamalar bu cemâl isim ve sıfatlar açısından olmaktadır. Bu konuda tafsilatlı örnek ve bilgileri "Allah, Aşk ve Muhammed'in Gerçek Yüzü" adlı kitabımızda vermiştik. İlâve olarak şu örneği verelim:

Abdülkadir Geylâni Hazretleri "Risale-i Gavsiye"sinde şöyle söylüyor:

"Yâ Gavs, Cennete nazar etme ki beni vasıtasız göresin ve Cehenneme de nazar etme ki beni vasıtasız göresin.

Yâ Gavs, Cennet ehli Cennetle meşgûldür, azap ehli ateşle meşgûldür. Sense benimle meşgûl ol! (Hulûsi, s.25)

Burada Cennet cemâl isimler, Cehennem ise celâl isimler anlamındadır ve mürşitler, maalesef çoğu kişi tarafından cemâl sıfatlarla donanmış olarak görülmek istenmekte, kendileri de bu hale özenmekte, hal ehli olup makam ehli olamamaktadırlar. Bu bir kişinin operatör kılığına girip ameliyat yapmayı becerememesine eş değer bir durumdur.

Lâfı başka mecralara sürükledik ama, Hz.Ali'nin anladığı işte bu gerçeklerdir. Hz.Muhammed'in Allah'ın aynası olduğunu anlamış ve her davranışı buna göre olmuştur. Hz.Muhammed'in gönlü, ifadesini Hz.Ali'de bulmuştur. Herhangi bir hadise karşısında mutlaka Resûlulllah'ın gönlü neyi istiyorsa Hz.Ali o tavrı almıştır. Bu anlayışı ifade eden en çarpıcı örnek, Hz.Muhammed'in varislerinden olan Efendim Aşık Niyazi Hazretlerinden naklen duyduğum şu hikâyedir:

"Hz.Muhammed, bir ramazan günü Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer, Hz.Osman ve Hz.Ali ile otururlarken ortada duran karpuzu göstererek

- Yâ Ebû Bekir kes şu karpuzu da yiyelim, derler.

Hz.Ebû Bekir:

-Ya Resûlullah ramazan değil mi? Daha iftar vakti gelmedi deyince Hz.Muhammed:

- A! Unutmuşum, cevabını verirler.

İftar öncesindeki saatler içersinde muhtelif fasılalarla aynı teklifi sırayla Hz.Ömer'e, ardından Hz.Osman'a yaparlar ve her iki seferde de aynı cevabı alırlar. En sonunda yine iftardan önceki bir saatte,

- Yâ Ali kes şu karpuzu da yiyelim, deyince

Hz.Ali hemen karpuzu keser, bir dilim kendi yedikten sonra (karpuzun acı olup olmadığını kontrol etmek için) bir dilim de Hz.Muhammed'e uzatır.

Resûlullah,

- Ramazan değil mi yâ Ali, neden karpuzu kestin ve yedin? diye sorduklarında Hz.Ali:

- Orucu tut diyen de, boz diyen de sen değil misin yâ Resûlullah? der."

Görüldüğü gibi diğer halifeler de Hakikati bildikleri halde Hz.Muhammed'e akıl öğretebilmiş ama, Hz.Ali "Orucu tut diyen de, boz diyen de sen" demekle gerçek manada Hz.Muhammed'i kavramış olduğunu ispatlamıştır. İşte Hz. Ali'nin Hz.Muhammed'in gönül şehrine girmek için bir kapı teşkil eden, yani gerçeği gösteren bir davranışı.

Hz.Ali bu anlayışı nasıl kazanmıştır? Öncelikle bir yetenek söz konusudur. Kendisinde Hz.Muhammed'le aynı idraki taşıyabilecek bir kapasite mevcuttur. Bu kapasite daha önceki şiirlerde de anlattığımız gibi aşk, yani yok olma yeteneğidir. Tüm ömrü Efendisiyle ve Efendisi için geçmiştir. Onun yerine ölmek için yatağına yatmıştır. Bu harpteki ölüm ihtimaline benzemez. Tek başına ve müdafaasızdır. Bu yolda can ve başını feda ederek Hz. Muhammed'in seviyesini ortaya koymuştur. Hz.Ali Hz. Muhammed'in gönlünde yatan ama, ifade etmediği "Görmediğim bir Allah'a ibadet etmem" (Öztürk, Tasavvuf Ruhu ve Tarikatlar, s.72) sözünü söylemiştir.

Bazen Hz.Muhammed eshabına bir emir verdiğinde "Yâ Muhammed bunu sen mi söylüyorsun, yoksa Allah mı emretti?" gibi hitaplarla karşılaşmıştır. İşte böylelerinin Hz.Ali'nin kılıç darbelerine ihtiyaçları vardır. Hz.Ali'nin iki işi vardı: Hem kendi putlarını yıkmak, hem diğerlerine bu putların nasıl kırılacağının yolunu göstermek, yani onlara kılıç sallamak. Onun için "Zülfikâr" iki başlıdır.

Hz.Muhammed hakikatleri hep örtülü anlatmıştır. Apaçık söylememiştir. Hz.Ali ise O'nun gönlünün ekranı gibidir. Hz.Muhammed'i ancak Hz.Ali'nin davranışlarına bakanlar anlayabilirler, çünkü Hz.Muhammed'in manyetik alanı Hz. Ali'de deşifre olabilmekte, diğerleri bunu tam olarak algılıyamamaktadırlar. Hz.Muhammed O'nun için "Ali ile aramda fark yoktur" buyurmuştur. Her devirde bir Ali vardır. Bir devirde ismi Hallac-ı Mansur, bir devirde Şems-i Tebrizî, bir devirde Seyyit Muhammed Nur Hazretleri... olur.

Hz.Ali için Muhammed gerçeğini kendi nefsinde gerçekleştiren, fiiliyata dökebilen kişidir diyebiliriz. Hz.Muhammed ile ezelden tasarlanmış olan Allah'ın bilinmesi, idrak edilmesi olgusu sonuçlanmış ve Hz.Ali'ye devrolmuştur ve bu devir ilel ebed devam edecektir.

Aşık Niyazi de devren gelen bu gerçeği yaşamıştır ve kendisinden sonrakilere devretmiştir. Devralanlarla da el'an yaşanmaktadır.


30


Tevhit nuruna boyan,

Gafil uykudan uyan,

Gizliler olsun ayan,

Tevhide gel tevhide.


Tevhit şirkten kurtarır,

Hem canına can verir,

Cümle varlığın erir,

Tevhide gel tevhide.


Tevhit şarabın nûş et,

Derya oluben çûş et,

Gel nefsinle savaş et,

Tevhide gel tevhide.


Tevhit bahçesinde gül,

Ara sahibini bul,

Olayım dersen gönül,

Tevhide gel tevhide.


Yolumuz Hakk'a gider,

Aşıklar tevhit eder,

Gönül gayriyi nider,

Tevhide gel tevhide.


Tevhit edep yoludur,

Bülbüllerin gülüdür,

İlm-i irfan doludur,

Tevhide gel tevhide.

 

Vahdet ile girmeye,

Cemalini görmeye,

Gonca gülü dermeye,

Tevhide gel tevhide.


Aşık Niyazi bakın,

Eyler ırağı yakın,

Başına güller takın

Tevhide gel tevhide.


Tevhit, Hakikat, İlm-i Ledün eş anlamlı kavramlardır. Tevhidin kelime anlamı birleyen, toplayan her şeyi içine alandır. Bu da "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah"ın dil ile değil, görerek ve şahit olarak yaşanmasıdır. Kelime-i şahâdet getirmek dil ile olursa eksik kalır, çünkü "Şahidim ki Allah birdir, Muhammed O'nun Resûlüdür" anlamını taşır. Peki soralım:

· Şahitlik göz ile görmek değil midir?

· Görmeden yapılan şehadet yalancı şahitlik olmaz mı?

· Allah'ın BİR olduğu nasıl görülür?

İşte bu, ancak Hakikat İlmine vakıf olanlarca anlaşılabilir. Tüm varlığın Allah'ın varlığı, kâinatın Allah'ın vücudu olduğunu öğrenen kişi, kendi dahil, her şeyin yok olup Allah'ın var olduğuna şahit olur. Allah'ın Muhammed ile tüm vücuduna hükmettiğini idrak edince de şahitlik tamamlanır ve kişi Müslüman, yani emin olan, inanan olur. Laf ile söylenen her söz taklididir, tahkiki değildir. Amaç bu gerçeği yaşamaktır, söylemek değil. Bütün mesele bunu yaşamak için, bu yaşantının membaını, yani halen yaşamakta olan kişiyi bulmaktır. Tabii her membaı bulan dolduracak kabı, yani kapasitesi olmadığından yararlanamaz veya kabı ölçüsünde yararlanabilir.

Bazı insanlar vardır, arar sorar insan-ı kâmili bulurlar ama, ona bağlanmak zorlarına gider veya dediklerini hazmedemezler. Velhasıl mürşidini bulmak bir şans, ona bağlanabilme cesareti ayrı bir şanstır. Bazı bağlananlar da sebat göstermezler. Örneğin bir genç kız veya delikanlı bir mürşide bağlandıktan bir müddet sonra evlenir, eğer kocası veya karısı bu yola devam etmesini istemiyorsa mürşidini terk eder. Bu akıl alır şey midir? Bence hiç bu yola girmemek, sonradan dönmekten evlâdır, çünkü herkes bildiğiyle yargılanacaktır. Halbuki gönül, gerçeği bulunca gayrı şeyleri ne yapar? Allah'ın dışındaki eş, çocuk, arkadaş ne işe yarar? Hiçbir işe yaramazlar, hiçbir işe... Zaten onların sahibi de Allah'tır, size ait değillerdir.

Sonradan dünyevî sebeplerle mürşidini terkedenler hortlaktır. Manzaraları çok korkunç olacaktır. Herkes sohbet dinlemeye hazırdır, nefsiyle savaş etmeye gelince yan çizer, mazeretleri de hazırdır. "Eşim, çocuğum, mesuliyetlerim var, onları bırakıp da Efendiye nasıl gideyim?" derler. Bir yandan da Allah lâfını ağızlarından düşürmezler. Halbuki soruyu tersine sorsalar "Allah'a varmak için Efendiye gitmek varken başka şeylere nasıl vakit ayırabilirim?" deseler, davayı kazanacaklardır.

Neyi istiyorsanız nefsinizi ona uyarlamalısınız. Bir kişi doktor ve operatör olmak istiyorum diye dövünse ama, bunu öğrenmeye bir türlü vakit ayıramasa sonuç alabilir mi? Elbette ki hayır.

Tevhit kolay lokma değildir. Evliyanın birisi, "Tevhit demir leblebidir, kırk senedir çiğniyorum dişim geçmedi" demiş. Değil dünyanın, kâinatın en zor zanaatidir tevhidi yaşamak.

Aşık Niyazi Hazretleri de kendisinin bu demir leblebiyi öğütüp Tevhide ulaştığını, Tevhidi hazmettiğini ve onun sahibi olabildiğini ifade ediyor, "Gel, bana teslim ol ki sana ırak görünen Allah'ı yakın edeyim" diyor.

 

31

 

OL MEVLÂ'YA MEVLÂ'YA

 

Cümle varından geçip yalnız Hak ile dolan

Aşıkın yolu gider ol Mevlâ'ya Mevlâ'ya.

Pervane gibi yanıp, aşkın ile mest olan,

Yalnız fakrını sunar ol Mevlâ'ya Mevlâ'ya.


Ol dostun bahçesinden lâle, sümbül derenler,

Sohbet-i zevke dalıp hem maksuda erenler,

Kaldırıp perdeleri Cemalini görenler,

Kendinden geçer, döner ol Mevlâ'ya Mevlâ'ya.


Arifler meclisinde hülle donları biçip

Kendi varlığından hem-cümle âlemden geçip

Şol Kevser ırmağından âb-ı hayatı içip

Dest-i Haydar'dan kanar, ol Mevlâ'ya Mevlâ'ya.


Gece gündüz durmadan menziline varmaya,

Huzurunda baş koyup didarını görmeye,

Mecnun gibi çöllerde vuslatına ermeye,

Aşık Niyazi yanar ol Mevlâ'ya Mevlâ'ya.


"Cümle varından geçmek" Tevhitte ne anlama gelir? Bir insan tüm malını mülkünü terk etse veya bağışlasa dünya kurallarına göre varlığını terk etmiş olur ama, Tevhide göre, yani Allah gerçeğine varma açısından varlıktan geçmek bu değildir. Tevhide göre cümle varından geçmek, varlığın gerçek sahibini idrak etmek ve buna göre yaşamak demektir.

Aslına bakarsanız, biz bu dünyaya geldiğimiz andan itibaren Allah'ın malını çalmış hırsızlar durumundayızdır. Bir bedenimiz, bir ruhumuz, anamız, babamız, kocamız, çocuklarımız, malımız, ideallerimiz, değer yargılarımız, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, irademiz, prensiplerimiz, bağımsızlığımız gibi pek çok şeyimiz vardır. Acaba gerçekte böyle midir, yoksa biz mi öyle zannediyoruz? Maalesef ki biz öyle zannediyoruz.

Ezelde Allah'ın aşkı Muhammed'i, Muhammed'in aşkı ruhları meydana getirdi. Tüm ruhlar Allah'ın varlığının değişimlerinden meydana geldi. O halde ruh Allah'a aittir. Ruhlar da çeşitli unsurları meydana getirdi. Ve madde boyutu dolayısıyla beden meydana geldi; beden de Allah'a aittir. Eh, Allah'a ait bir ruh ve bedene sahip çıkmak hırsızlık değil midir? İşte insan tüm varlığın sahibinin Allah olduğunu öğrenirse varlığından vazgeçmek gibi bir kavrama erişir. Bu kavrama erişmek, belki kitapta okuduğumuz, belki duyduğumuz bir bilgi sayesinde oluşabilir ama, bunu nasıl gerçekleştirebileceğimiz meçhul kalır. O zaman varlığından geçmiş birisine gerek vardır ki bu gibi kişilere "gerçek insan" adı verilir. Bu kişilerin bilgileri, sohbetleri ve kitapları sayesinde bize erişebilir. Bu bilgiler bize şöyle der:

Ey varlık hırsızı, Allah'tan çaldığın ve kendine mâl ettiklerin seni o derece kavramış ki senin bunlardan kurtulman için bir ışınlanmaya tâbi olman gerekir. Bu ışınlarsa ancak bir insan-ı kâmilin gönlünden gelir. Bildiğin insanların hiçbirisinde bu ışın bulunmaz.

Evet, hastalığın teşhisi konmuş ve çaresi söylenmiştir. Peki bu insan-ı kâmil (mürşit) nerede bulunur ve bu ışın banyosunun bedeli nedir?

İnsan-ı kâmile her mekânda rastlayabilirsiniz. Deniz kenarında, evde, sokakta, bir tavsiye ile vb., yani belli bir kuruluş, dernek, tarikat dergâhına gerek yoktur, çünkü insan-ı kâmil olmak için bir kisve veya mekâna gerek yoktur. O da dış görünüş olarak sizin gibidir. Modern hatta ultra modern bile olabilir. Huyu, suyu, tavrı? Bunların da hiç önemi yoktur. Onu sizden ayıran tek faktör, idrak ve gönül seviyesidir ki o da baş gözüyle farkedilemez. Bu seviyesini ispat edecek tek şey yetki belgesine (icazet) sahip olmasıdır. İlk anda sizi yönlendirecek tek faktör budur ama, daha sonra gönüller arası köprüler kurulup ışınlanma başlayınca, artık şüphe kalmaz, çünkü senden varlığı alır, Allah'a iade eder. Bunu yapabilmek için kâmil insanın ihtiyacı olan şey, sizin ona hizmet etmeniz, ona yakın olmanız, her emrine uymanız, hiçbir halini yadırgamadan ve yargılamadan onu kabul etmenizdir. Işınların harekete geçmesi bu düğmelere basmakla mümkündür. Eskiler, bu ışına "himmet" adı verirler.

"Tasavvuf Terimleri Sözlüğü"nde Süleyman Uludağ "himmet" kavramını şöyle açıklıyor:

"Ermiş kişilerin, maksadı hasıl eden, iş bitiren ve dilediklerini yerine getiren manevi gücü. Erlerin himmeti, dağları yerinden oynatır. Pîrler, dervişlerini himmetleriyle terbiye ve idare ederler."

Mevlâna Şems'e hizmet etmese, teslim olmasa, kendine zor gelen emirlere uymasaydı Şems'in himmetinden, ışınlarından asla yararlanamaz, varlığından geçemezdi.

Yunus Taptuk'a kırk yıl odun taşımasa şu sözleri söyleyemezdi:


"Ko beni yatayım, şeyh eşiğinde

Dönmezsem şeyhimden yana döneyim

Yarın ol Hazrete nice varayım

Dönmezsem şeyhimden yana döneyim.


Benim şeyhim bir çok ulu kişidir

Üçler yediler kırklar başıdır

Oniki imamın sır yoldaşıdır

Dönmezsem şeyhimden yana döneyim.


Derviş Yunus bu cihana gelince

Arayıp derdine derman bulunca

Ko hizmet edeyim şeyhe ölünce

Dönmezsem şeyhimden yana döneyim." (s.208)


Bugünün insanının kendini aldattığı konulardan biri Yunus, Mevlâna gibi kişilerin devrimizde olmadığını söylemeleridir. Diğeriyse Yunus'u, Mevlâna'yı severler, sayarlar, ermişliklerini kabul ederler ama, onların da bir kâmil insana bağlanıp erdiklerini unutup "Ben kimsenin emrine giremem" derler. Buna klasları müsâade etmez. Böyle diyen büyük çoğunluğa rica ediyorum Mevlâna'yı, Yunus'u ağzınıza almayın lütfen. Sizin yüksek seviyeniz onlara uymaz!!!

Evet, Allah'ın malını çalan bu hırsızlar elbette bir gün yakalanacaklardır. Onları kendi haline bırakalım da hırsız olduğunu farkedip çaldıklarını sahibine ışınlamak isteyenlere dönelim.

Işınlama merkezine geldiniz ve teslim oldunuzsa ışınlarına gark olmanız ve gözünüze bu dünyaya ait hiçbir değerin görünmez olması sayesinde siz, sizde ve tüm kâinatta Allah'ın varlığını görmeye başlarsınız.

Mücadele gücüne kavuşup üzerinizde yapışık olan yanlış zanlarınızın, değer yargılarınızın, dünya değerlerine olan tutkunuzun, sevgi ve nefretinizin kabuklaşıp üzerinizden düştüğünü göreceksiniz. Bu atılan kabukların, perdelerin altından ortaya çıkan idrakın hırsızlıktan beraat etmiş bir idrak olduğunu göreceksiniz, yani tüm varlık Allah'ındır bilinci ve idraki sizde ortaya çıkmış, yani doğmuş, Allah'tan ayrı bir varlığınızın olduğu bilinci ve idraki ölmüştür. Buna "Mûtû kable en temutu" (Ölmeden evvel ölünüz) derler (Nurül Arabî, s.263).

Aşık Niyazi Hazretleri de zan ve perdelerinden bir gönül ilâcı olan "Dest-i Haydar"dan içerek kurtulmuştur. "Haydar", Hz.Ali'nin isimlerinden biridir. Cesur, kahraman anlamına gelir. Hz.Ali'nin bilinen kahramanlığı, harplerde ortaya çıkmıştır ama, en önemlisi Hz.Ali, Allah'a varlığını verme ve yokluk gösterebilme kahramanıdır. Hz.Ali sayesinde devrolan Hz.Muhammed'in makamı, bugüne kadar gelmiş ve insan-ı kâmillerin gönüllerini işgal etmiştir. İşte ışınlama işlemi o gönüllerden yapılmaktadır.



32

 

Delilsiz bu yolun sonu bulunmaz,

Sora sora yüce dağdan aşmalı,

Derdi olmayana derman bulunmaz,

Aşık olan derd-i yâre düşmeli.


Seher vakti bülbül ah ü zar eyler,

Gülzarda dolaşır, gül diye ağlar,

Aç gönül gözünü bak neler söyler,

Aşık olan seller gibi coşmalı.


Mecnun olan gezer, Leylâ'yı arar,

Ferhad Şirin için dağları yarar,

Her gelip geçene yârini sorar,

Katılıp kervana, yola düşmeli.


Aşık Niyazi'nin sözleri gerçek,

Ara muradını, gayriden el çek,

Olmayınca biçilir mi ham burçak

Aşk oduna yana yana pişmeli.


"Delil" yol gösterici, kılavuz, rehber anlamlarını taşır. Kişi ister bir yere gidecek olsun, ister bir amacı elde etmek istesin mutlaka bir bilene danışmalı; danıştığı kişi de o yere gitmiş veya o amaca ulaşmış olmalıdır.

Resim yapmak isteyeni bir ressam, manken olmak isteyeni bir manken, doktor olmak isteyeni bir doktor amaca götürür. Herkes bir şeyin peşindedir. Derdine göre bir dermanı seçmelidir. Nasıl ki ressam olmak istemeyene ressamın faydası olmazsa, Allah'ı istemeyene de bir mürşit, hiçbir şey veremez. Dert ne kadar büyük olursa derman bulmak o kadar kolay olur, çünkü ondan kurtulma isteği o kadar şiddetlidir.

Ressam örneğine dönelim, çok fazla resim isteği olmayan, daha doğrusu güzel resim konusunda müşkülpesent olmayan birisi, yaptığı resimlerden memnun kalır. Derdi çok olan, bir türlü tatmin olmayan ise hergün daha iyisini, artık daha iyisi kalmayana kadar yapmaya çalışır. En iyisini yapma konusunda öyle isteklidir ki uykusunu, rahatını, çevresini her şeyini bu amaç için feda eder. Onu başka hiçbir şey tatmin etmez. Resim yapmanın dışındaki her şey onu amacından, en güzel resimden alıkoyan faktörlerdir. Onu eğiten ressam, onu eleştirir, beğenmez. Halbuki kendisi yaptığını beğenmiştir ama, en güzelini kendisi değil, o bilmektedir. Eleştiriler onu yıldırırsa en iyi resme ulaşamaz. Eleştiriler amaca göre rahmettir ama, ressam adayına zahmet gelir.

Allah yolcusu olanlar da eğer gidilecek yol kalmayıncaya kadar bu sebatlarını sürdürürler ve hiçbir engel onları yıldırmazsa sonuca ulaşabilirler.

Aşık Niyazi'nin şiirinde "Ferhat ile Şirin" hikâyesine atıf yapılıyor Ferhat bizim Şirin ise Allah'ın varlığını simgeler.

Eğer Allah'a varma konusunda kararlıysak Şirin'e (Allah'a) giden yoldaki tüm engelleri (dağları) deleriz.

Dünyadaki tüm amaçların en üst noktasına amacın dışındaki faktörlerden tamamen soyutlanmakla varılabilir.

Bir politikacıya bakıyoruz gecesi gündüzüne karışmış toplantıdan toplantıya koşmakta. Kendi rahatı diye bir şey kalmamış. Yakınları var ama, onlarla ilgilenemiyor; nefsini bu yola feda etmiş, aksi halde neticeye ulaşamayacak.

Maalesef ki dünya amaçları için kendilerini böyle feda edenler, Allah'a varmak gibi milyon kere daha önemli bir konuda rahatlarını bozmak istemezler. Diğer işleri ve ilişkileri, aileleri, çevreleri korunmalıdır. Bu arada hobby kabilinden Allah'la ilgilenebilirler.

Pratik misaller verelim:

Evlisiniz ve çocuklarınız var, işiniz ve çevreniz sizin günlerinizi işgal etmekte, derken günün birinde için için aradığınız bir Allah yolu karşınıza çıktı. Mürşidinize inandınız ki sizi sonuca götürecek, o zaman mürşit "Her gün beni ziyaret edeceksin, artık eski arkadaşlarını bırakacaksın" diye bir talimat verse, ne yaparsınız? Yok bu iş bana zor gelir mi diyeceksiniz, yoksa aşk ve azminizi kullanıp bu zorluğa katlanacak mısınız? Katlanırsanız yol alacaksınız, katlanmazsanız "Allah'ı istiyorum" demeye de hakkınız yok. Buna niçin lüzum var diye düşünebilirsiniz ama, neden lüzum olduğunu, ancak söylenileni yapabilirseniz, anlayabilirsiniz.

Allah'a varmak gibi bir amaç karşısına çıkaracağınız her mazeret (mazeret ne olursa olsun evlilik, parasızlık, sağlık, çocuk, arkadaş, akraba) sizin yalnız Allah'ı istemediğinizi açıkça ortaya koyan kıstaslardır.

Bizim için önce Allah olmalıdır. Her fedakârlığı Allah için yapabilmeliyiz. Eğer diğer faktörler, bize engelse, bizi işgal ediyorsa ortadan kaldırılmalıdır. Bilinmelidir ki tüm gayret sizi hedefliyor. Allah'ın size ihtiyacı yoktur, sizin O'na vardır. Mürşidiniz Allah'ın eli, gözü ve dili olarak size sizin için fedakârlıklar yaptırmaktadır. Peygamberimiz zamanında harbe katılmak istemeyenlere Tevbe Suresinin 24. Ayeti inmiştir:

"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz/menfaat çevreniz, elde ettiğiniz mallar, kesadından kortuğunuz ticaret, hoşunuza giden konutlar sizin için Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihattan daha sevimli ise artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah, yoldan ayrılmış bir topluluğu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.'

Bugün ise bu ayet Hakikat yolcuları için geçerlidir.

· Mürşide hizmet için gerekiyorsa akrabalarınızı feda etmelisiniz.

· Evinizde rahatça oturmak yerine gerekiyorsa onun bir hizmetini görmelisiniz.

· Çocuklarınıza ilginiz ve mesuliyetiniz mürşidinize gitmenize engel olmamalı.

· İşinizden izin almak zorunda da kalsanız, gerekiyorsa mürşidinizle birlikte olmalısınız.

· Onun bir ihtiyacı için parasız kalmayı göze alabilmelisiniz.

· Ertesi gün işinizin başında uyuklamaya razı olup sabaha kadar onunla oturabilmelisiniz.

· Karınız veya kocanız bu yola karşıysa ve bir seçim yapmak zorunda kalırsanız Allah'ı tercih edip onları gözden çıkartmalısınız.

Binnetice kendinizi bu yola adamanız lâzım. Siz aşık, O maşuktur. Allah'a giden yol, O'nun yolu, varılacak yerdeyse O oturmaktadır. Ne kadar O'na konsantre olur, ne kadar kendinizi O'na harcarsanız, o kadar O'na yaklaşırsınız.

Herkes sizi dışlasın, Allah sizi dışlamıyorsa ne gam; kimse sizi sevmesin, Allah sizi sevmişse ne gam.

Aşık Niyazi de "Ara muradını gayriden el çek" derken, bunları kastediyor. Cefalar, sıkıntılar, yokluklar, fedalar bizi Efendinin gönlüne sokar ve biz onun ateşinde pişmeye başlarız.

Mevlâna'nın dediği gibi:

"Hamdım, piştim, yandım." (Divan-ı Kebir, s.1)

 

33


Üçler kabrine vardım,

Türbedarından sordum,

Cansız cisimler gördüm,

Bugün Sina Dağında.


Üçleri yok dediler,

Biraz sonra geldiler,

Bakıp bakıp güldüler,

Bana aşk otağında.

Üçler ile buluştum,

İlm-i Ledün konuştum,

Kevser şarabı içtim,

Bugün Cennet bağında.


Üçler yaramı sardı,

Derdime derman verdi,

Gönlüm murada erdi,

Bugün seher çağında.


Aşık Niyazi öğün,

Üçlere erdin bugün,

Yâr ile dernek düğün,

Yaptın bu genç çağında.


 

Üçler ile kastedilen Hz.Muhammed, Hz.Ali ve Hz. Ebû Bekir'dir. Her devirde onların idrakinde olan kişiler Hakikat yolcuları arasında mevcuttur.



GAVS

(Hz.Muhammed'in makamını yaşayan)

/\

SAĞ KUTUP __________________SOL KUTUP

(Hz. Ebû Bekir'in makamı) __________________(Hz.Ali'nin makamı)


"Gavs", sığınılan, iltica edilen yer anlamını taşır, yani tüm kâinatın mevcudiyeti ve devamı onunla olur, tüm kâinat Gavsa sığmış ve sığınmıştır. Buna en güzel misal, insan vücudundan verilebilir. İnsan vücudunda ruh, Gavs gibidir, beyinle ortaya çıkar. Beynimizin sağ önbölümü sağ kutup, sol önbölümü sol kutup görevini görürler. Ruh olmadan vücut olmayacağından sığınılan yer, vücudun muhtaç olduğu yer demektir. Ruhun meyline göre, beyin vücudu manen ve maddeten idare eder. Beynin detaylarına girersek, her bölümde çeşitli merkezler vardır; aralarında iş bölümü olan bu merkezler, ana merkeze bağlı olarak bölgelerini idare ederler.

İnsan kâinatın bir örneği olarak yaratılmıştır. Adeta insana bir ayna tutulmuş, kâinat görülmüştür. İnsandaki ruh, uzaydaki güneşe misaldir, şu farkla ki ruh içerden dışarı bir yayılma gösterir, güneşse dünyanın dışından etkileme yapar. Ruh olmasa bedende hayat biter; güneş olmasa dünyada hayat biter. Gavs da bu âlemin ruhudur; ayniyle Muhammed'dir. Bu gerçeği en iyi yansıtan da Hz.Ali'nin yerinde olan sol kutuptur.

Ne sağ, ne de sol kutup Gavsın meylinin dışında bir idare sergileyemezler. Onların da meyli o yönde olur. Genel politika belirlenmiştir, detaylar da buna göre ortaya çıkacaktır.

Hz.Ali, Hz.Muhammed'in gönlünün ortaya çıkışıdır, yani Hz. Muhammed'in gönlü verici görevini görür; Hz.Ali ile söze, davranışa dökülür ama, detayıyla neler olacağını Hz. Muhammed de bilmez, görür seyreder.

Yorumumuza göre Hz.Muhammed'in "Ben Rabb'imi genç bir oğlan (delikanlı) suretinde gördüm" (Gelânî, Sırr'ül Esrar, s.69) demesi bu anlamı taşır, yani Ali öylesine yok oldu ki Muhammed'in gönül akımları hiçbir kırılma, eksilme veya sapma göstermeden Ali'den davranışa dönüştü, söze dönüştü; Hz.Muhammed ortaya çıkanın kendi özünün görüntüsü olduğunu bildi, anladı, kabul etti, onun için Hz.Ali'ye "kardeşim" dedi, "Ali benden, ben ondanım", "Yerime Ali'yi bırakıyorum" buyurdu.

Hz.Ali'nin son halife oluşu bir şey ifade etmez, mana âleminin idaresi Hz.Ali'ye geçmiştir; Hz.Muhammed'in yerine Gavs olmuş ve kendinden sonra gelenlere naklolmuştur.

Bu nakloluş, Muhammed'in mana sülâlesini meydana getirmiştir. Her devirde Muhammed, yeni bir tohum atar. Bir baba kendi tohumunun nasıl bir şey meydana getirdiğini nasıl ancak çocuğunu görünce anlayabilirse, Hz.Muhammed de Ali'ye tohum atmış, Ali'ye bakmış, kendini seyretmiştir. Hz.Ebû Bekir ve diğer ashap da bu tohumdan meydana çıkmıştır ama, Hz.Muhammed kendisini en çok Ali'de beğenmiştir.

Bugün de Muhammed bir çok kişiden görünür ama, tam olarak O'nu ifade eden tek kişi vardır O da Gavstır. Her devirde Gavs gizli bir hazinedir, kendisinde neler vardır, neler yoktur ancak bir ayna ile görebilir. Her devirde Gavsın aynası sol kutuptur ve sonuçta sol kutup Gavsın yerini alır.

Bizim yorumumuza göre her devirde "Ben bir gizli hazineyim bilinmekliğimi istedim" nidası duyulmakta ve Gavs müritleri ile kendini bilmekte, yani kendi tohumunun ortaya çıkardıklarını seyretmekte ve bu çıkanlar bir yansıma sonucu kâinattaki genel tavırla kendini göstermektedir.

Aşık Niyazi Hazretleri de mürşidini ve O'nun mana kardeşlerini üçler olarak görüyor ve onlarla yaptığı görüşmelerin sohbetlerin kendisine verdiği hazzı dile getiriyor.


34


Var insan-ı kâmile yolunu âsan eder,

Seni Hakk'a halife, mazhar-ı Kur'an eder.

Aşk ile gir meydana, korkma canından sakın,

Alır benliğin senin, canını canan eder.


Gir insanın gönlüne, terk et cümle varını,

Mürşidin izin izle göresin didarını.

Tenezzül et, hem bırak namus ile ârını,

Ol dem seni Süleyman mülküne Sultan eder.

Mürşidin sözün dinle, işlerin âsan olur,

Duy Hakk'ın kelâmını, rehberin Kur'an olur.

Lokman'dan deva iste derdine derman olur,

Senin varlığın alır, derdine derman eder.


Aşık Niyazi duydu elestü hitabını,

Bir insan-ı kâmilden okudu kitabını,

Gel doldur kadehini, iç hayatın âbını,

Hem meyhane, hem sâkî, Kevser dolu câm eder.


Evet, bütün mesele bir insan-ı kâmil bulmakla başlar ama, dış yüzüne varmak bir şey ifade etmez. Onun iç yüzüne varmak gerekir. Edindiğimiz pek çok tecrübe, bize gösterdi ki mürşidin iç yüzüne varmak, çok nadir mümkün olmaktadır, çok zahmet, çok hizmet çok gayret, çok yokluk gerekir.

İnsan-ı kâmil demek Allah'ın halifesi haline gelmiş olmak anlamına gelir. Halife, haleften gelir. Halef, birinin yerine sonradan geçen, yani bir evvelkinin görevini devralan demektir.

"İnsan Allah'a halife olarak yaratıldı" demek, insan Allah'ın yerine geçti demektir, çünkü insan-ı kâmil, Allah'ın kendini bilme isteğiyle meydana gelen ilk değişimidir, yani gizli hazine, kara nokta hali, saçılarak yeni bir hale büründü ki bu halinde tüm isim ve sıfatlar ortaya çıktılar, bu hale "Nur-i Muhammedî" (Muhammed'in ruhu), insan-ı kâmil (gerçek insan) isimleri verilir.

Allah'ın gizli hazine hali selef, Muhammed (insan-ı kâmil) halef olmuştur. Halef ve selef aynıdır. Biri değişim öncesi (kör nokta), biri değişim sonrasıdır (insan-ı kâmil).

Bu ikinci aşamanın madde âleminde ortaya çıkması için âlemler, bu ana ruhtan değişime uğraya uğraya meydana geldiler. İlk olarak Muhammed'in nuru Âdem Peygamberle kendini gösterdi ama, hakkıyla, tüm fonksiyonlarıyla en üst kapasitesiyle kendini ortaya koyamadı. Daha sonra gelen 124 peygamberin her birinde bu nur kendini biraz daha fazla gösterebildi ve her peygamberin zamanında kendi seviyesine gelebilen ikinci bir kişi vardı ki peygamberler arası zamanlarda bu idrakler sürebilsin. Nihayet ezeldeki tasarım gerçekleşti, yani Muhammed'in nuru, Hz.Muhammed'in cisminde ve ruhunda kendini tüm kapasitesiyle gösterdi. Tüm âlemler, tüm peygamberler bu tasarımın gerçekleşmesi için bir geçiş dönemini ifade eder. Tasarım Hz.Muhammed'in Âdem'e intikaliyle başlar, Hz.Muhammed'in Mustafa adı ile anılan cismiyle ortaya çıkışıyla son bulur. Artık Allah selef, Hz.Muhammed haleftir, yani Allah'ın halifesi olan insan-ı kâmildir. Allah'ın amacı buydu; tasarımı buydu. İnsan-ı kâmil olarak hükmetmek istemişti, öyle de oldu.

Bu konudaki hadis ve ayetler şunlardır:

"Ben insanın sırrıyım, insan da benim sırrım." (Geylânî, s. 62)


Bu hadisin ayrıntılı açıklaması, "Allah, Aşk ve Muhammed'in Gerçek Yüzü" adlı kitabımızda yapılmıştır.


"Ey âdemoğlu seni kendim, eşyayı da senin için yarattım." (Arabî, Nurlar Hazinesi, s.124)


"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." (Gölpınarlı, s. 335)


Bir gün Hz.Muhammed Cebrail'e sorar:

- Bu ayetleri nereden alıyorsun? Cebrail:

- Bir yeşil perdenin ardından alıyorum.

Hz.Muhammed:

- Bu sefer kaldır bak bakalım ne var o perdenin arkasında?

Cebrail bir sonraki gelişinde şöyle söyler:

- Perdeyi kaldırdım, bütün ayetleri senin nuraniyetinden alıyormuşum ve cismaniyetine getiriyormuşum (Nurül Arabî, s.172).

Evet, gerçeğin ifadesi olan bu sözler, bize Allah'ın insanı niçin kendisi için yarattığını da anlatıyor. İnsanı, kendi nurumun tüm kapasitesi ortaya çıkabilsin diye yarattım, yani bu hale dönüştüm. Onunla benim aramda fark kalmayıncaya kadar dönüşümü sürdürdüm demektir. Hz.Muhammed ile bu nur tam olarak ortaya çıkmış olduğundan başka peygamber gelmeyecektir. Bu nur ve bu idrak Hz.Ali'ye devrolmuş, yani onda da görülmüş ve her devirde tam olarak bir kişide, azalan farklarla da az sayıda kişide (3'ler - Gavs, sol ve sağ kutup, 4'ler, 12'ler, 40'lar, 300'ler...) kendini gösterir.

Bu kişiler arasında her devirde Hz.İsa, Hz.Musa, Hz.İbrahim ve Hz.Nuh ... seviyeleri oluşur.

Her devirde pek çok evliya vardır. Kimi İsa meşrepli, kimi Musa meşrepli, kimi İbrahim meşreplidir. Herkesin Muhammed'in idrakine ve nuruna varmasına imkân yoktur, lüzum da yoktur.

Evet, şiirimize geri dönelim. Bir insan-ı kâmile geldik, tabii ki dış görünüşü bizden farklı değildir ama, iç görünümü ve kapasitesi bizde olmayan bir güçtedir. O'nun gönlü Muhammed idrakindedir, yani O Allah'ın halifesidir ama, biz öyle değiliz. Buna rağmen kendi ölçülerimizle onu ölçmeye kalkarız. Bizim ölçümüz nedir? İyi ahlâklı olmak, insanlara eşit davranmak vb.

Oldum olası hazmedemediğim bir konuya değinmek istiyorum. Pek çok kişinin Mevlâna'yı, Yunus'u "hümanizma" gibi bir kavrama oturtmak ve insan hakları gibi bir miyarda ölçmek istemeleri çok ağırıma gidiyor. İnsan-ı kâmil asla beşerî ölçülere vurulamaz. Onu ölçecek bir terazi beşerin elinde yoktur. Mevlâna ve Yunus'u malzeme etmek isteyenlere sesleniyorum: Mevlâna da Yunus da Allah'a varma ve Allah gerçeğini ortaya koymaktan başka bir tavır ve amaç asla taşımamışlardır. Mevlâna'nın sadece Şems-i Tebrizi'ye Yunus'un da sadece Taptuk Emre'ye boyun eğdikleri, onun dışında kâinatta hiçbir şeyin onları ilgilendirmediği açık seçik ortadadır. Kendileri kemâle erdikten ve Efendilerinin vefatından sonra da yalnız Allah'a varmak isteyenlerle ilgilenmişlerdir. Örneğin Mevlâna yalnız Kuyumcu Selâhattin, Hüsamettin Çelebi, oğlu Sultan Veled ve sayılı bazı kişilerle onların eğitim ve yetişmeleriyle ilgilenmiştir. Bunun dışında olan, Allah'la ilgili olmayan hiçbir beşer onu ilgilendirmez ve eserlerinde onlara hakaretler yağdırır. "Eşek", "köpek" gibi hitapları bol bol sarfeder. Mevlâna "Divan-ı Kebir"inde söyle söylüyor:

"Tanrı'dan başka müşteri arayan, eşekten başka bir şey değildir. Şu külhanın yeşilliğinde eşekler gibi yiyecek ot arar durur o.

[...]

Gökyüzünden her an şaşılacak bir sestir geliyor, fakat hal sahibi olandan başka kimsecikler o sesi duymuyor. Ey eşek gibi başını aşağı salan, şu suyu az iç, şu çayırı az otla, bir anda başını kaldır da, yukarıya bak belki bir belirti bir delil görürsün" (Öztürk: "Mevlâna ve İnsan", s. 93)

"Temiz erlerin taşını, toprağını öpüp yalamak, aşağılık adamlara hizmetten, onların bağlarına, bahçelerine sahip olmaktan yeğdir. Gönlü aydın bir ere kul olmak padişahların başlarına taç olmaktan üstündür." (Öztürk, Mevlâna ve İnsan, s.177)

Şimdi Mevlâna'nın "Ne olursan ol yine gel" hitabını hatırlayanlar olacaktır. Bu bir çelişki değil midir? Değildir. Mevlâna herkesi kabullendiğini değil, aksine kabullenmediğini, "Gel de seni içinde bulunduğun gafletten kurtarayım. Daha önce ne olduğunun önemi yok" demek istemiştir.

Sizin rastladığınız insan-ı kâmil de bol bol küfürlü konuşsa veya nazik davranmasa, sertlik gösterse ne yapardınız?

İnsan-ı kâmildeki ahlâk asla beşeri ölçülerdeki veya cennet isteklilerinin olması gereken iyi ahlâklılık ölçülerine uymaz. İyi ahlaklılık insan-ı kâmil olmanın miyar taşı asla olamaz. Allah'ın halifesi Allah'ın ahlâkını taşır. Allah ise hem lûtuf, hem kahırdır, ikisi de vardır. Binnetice bazen kahır sıfatını giyinir, bazen rahmet, bazen adil, bazen gazaplı. Allah nasıl olursa o da öylece ortaya çıkar.

Bakın Abdülkadir Geylânî Hazretleri ne söylüyor:

“Yâ Gavs haremime girmek istersen, ne mülke, ne melekûta, ne de ceberuta iltifat et, şüphesiz ki mülk âlimin, melekût ârifin, ceberut da vakıfinin (vakıf olanın) şeytanıdır. Kim bunlardan birine razı olursa o indimde tard olunmuşlardan olur.” (Hulûsi, s.28)

Bir hadis ise şöyle söylüyor:

“İman ve küfür arşın ötesinse birer makama sahiptirler ve bunlar kulla Rabb’ın arasında perde sayılırlar. Biri siyah, öbürü de beyazdır.” (Geylânî, s.98)

"Erenlerin sağı solu belli olmaz", yani cemâl (pozitif), celâl (negatif) devamlı değişir, bir kararı yoktur.

Evet, mürşidimizde karar kıldık mı kıldık. Artık olan biteni bizden isteneni, bize söyleneni, mürşidin hayat tarzını, her halini yargılamasız kabullenmeliyiz. Bunları yapmak bizi korkutmasın.

Mürşit bize bağırabilir, bizi sevebilir, bize zor gelen bir fiili işlememezi isteyebilir, bizden herkesin eleştirebileceği bir durumu yaşamamızı isteyebilir. Bizim menfaatimizin dışında gibi görünen istekleri olur. Teslim olup razı olup o çileyi çekmeliyiz. Namus, adalet, utanma gibi duyguları bırakmalıyız. O zaman o muhteşem gönüle gireriz. Bu eziyetler bizi o gönüle sokar. O gönlün ateşi bizi sardı mı artık işimiz kolaydır.

"Gâh avucunda sıkarsın beni, gâh ayağının altında ezersin. Evet Hakkın var, sıkılmamış, ezilmemiş üzüm şarap olmaz ki." (Divan-ı Kebir, Öztürk, Mevlâna ve İnsan, s.188)

Efendim Aşık Niyazi Hazretleri bazı müritleri kendisinden ayrıldıkları zaman şöyle söylerdi:

"Bizim onlara verdiğimiz ilim, bilgi onlarda kalır ama, aşklarını alırız, artık bu konuları bilirler ama, zevk almazlar, yaşayamazlar."

Evet, Hakikat İlminin yaşanması o gönlün aşk ateşiyle mümkündür. O gönülden çıkınca aşk da biter. İlim de onları cezalandırmak üzere bekler. Öldüklerinde onlara sorar "Neden benimle amel etmedin; beni harcadın?" Evet o kişilere iyi yanmalar.

Aşık Niyazi Hazretleri "Elest" ("Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" (Araf, 172) hitabını mürşidinden duyduğunu "Evet" cevabını verip teslim olduğunu ve sonuçta kendisinin de "meyhane"yi, "saki"yi, "Kevser"i ve "kadeh"i kapsayan insan-ı kâmil olduğunu ifade ediyor.


35


Mekteb-i irfana gir oku bu dersi,

Hayalden kaç, rüyaya etme kana'at,

Cem olmuştur orada Ayet el-Kürsi,

Yeter ki sen gönlünden masivayı at.


Arifler meclisinde sırlar açılır,

Sunar sâkiler bir bir Kevser içilir,

Sana da İdris'leyin donlar biçilir,

Bir insan-ı kâmile edersen biat.


Bülbül gibi bir zaman ah ü zar eyle,

Yık varlık sarayını, tar ü mar eyle,

"El fakr-ü-fahri"de gel karar eyle,

Hakk'a vuslat etmeğe edersen niyet.


Aşık Niyazi dosta ikrarın verdi,

Bir insan-ı kâmilden murada erdi,

Rabb'inden şifa buldu kalmadı derdi,

Çün derdi erdi dermanına olunca diyet.


"Ayet el-Kürsi" Bakara Suresinin 255. Ayetidir ve şöyle buyurulur:

"Allah'tan başka ilâh yok. Hayy'dır O, sürekli diridir; Kuyyûm'dur O, kudretin kaynağıdır. Ne gaflet yaklaşır O'na ne kendinden geçme, ne de uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa yalnız O'nundur. O'nun huzurunda, bizzat O'nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir! O, insanların önden gönderdiklerini (yaptıklarını) de bilir, arkada bıraktıklarını (yapacaklarını) da!... İnsanlar O'nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması O'na hiç de zor gelmez. Aliyy'dir O, yüceliği sınırsızdır; Azîm'dir O, büyüklüğü sınırsızdır."

Önce ARŞ ve KÜRSİ kavramlarını inceleyelim.

Muhiddin Arabî'nin "Fütuhat-ı Mekkiye"sinde,

ARŞ: Allah'ın âlemlere hükmettiği yer;

KÜRSİ: Allah'ın (Rahman'ın) iki ayağını sarkıttığı yer olarak tarif edilir. (s. 347, 349)

Arşı ve Kürsîyi daha iyi anlayabilmek için, Allah'ın gizli hazine halinden âlemleri nasıl ortaya çıkardığına göz atalım.

Âlemlerin birbirlerini kapsamaları açısından dizilişi şöyledir:

· Akl-ı Kül

· Nefs-i Kül

· Arş

· Kürsî

· Yedi kat gök

· Dört unsur ( hava, su toprak, ateş)

· Üç mevalit (hayvan, bitki, maden)

Allah, "Hu" (O) ismiyle anılan halindeyken hiçbir âlem ortada yoktu. Kendi kendine bir değişimle (aşkla) AKL-I KÜL (Muhammed) meydana geldi.

· Birinci âlemin adı AKL-I KÜLdür.

Akl-ı Kül kendisini ortaya çıkaran cevhere ait olduğunu, onunla var olduğunu kabul etti. Ona RAHMAN (muhtaç olunan yer) ismini verdi. Onunla birleşti ve gördü ki Allah'ın Zatı, yani Rahman ruhlarla doludur. Burası ikinci âlemdir.


· İkinci âlemin adı NEFS-İ KÜLdür.


Akl-ı Kül bu sefer ruhların toplamı olan Nefs-i kül ile birleşti, yani Rahman'ın varlığını teşkil eden ruhlara yöneldi. Meydana gelen âlem isimlerin tümünü kaplayan ARŞ, yani ÂDEM'di.

· Üçüncü âlemin adı ARŞ = ADEM'İN RUHUdur.

Burada

"Ben Âdem'i topraktan yarattım; ona kendi ruhumdan ruh üfürdüm" (Al-Secde, 9)

"Allah bütün isimleri Âdem'e öğretti." (Bakara,31)

ayetlerini irdeleyelim:

Daha madde âlemi ortada yokken "topraktan yarattım" ibaresi ne demektir bunu düşünelim.

Toprak, suyu ve ateşi bünyesinde toplayan, yani zıtları kendinde birleştiren demektir.

Başa dönersek,

HAVA = GiZLi HAZiNE = HU = RAHMAN'IN NEFESi

 

Hava değişerek bünyesindeki suyu meydana getirmiştir.

SU = AKL-I KÜL = MUHAMMED


Su havayla birleşerek ateşi ortaya çıkartmıştır.

ATEŞ = NEFS-i KÜL


Burada hava, su ve ateş simge olarak kullanılmaktadır. Bildiğimiz anlamda hava, su ve ateş ancak madde aleminde bulunur. Halbuki bu olaylar henüz mana âleminde gerçekleşmektedir.

Nefs-i Kül, Akl-ı Külle birleşerek Arş'ı meydana getirdi, yani simge olarak toprak meydana geldi, diğer bir deyişle ÂDEM'İN RUHU meydana çıktı. Allah'ın zıt isimlerinin göründüğü âlem Âdem'dir. Âdem'de su da vardır, ateş de vardır ama, birinin diğerine hakimiyeti yoktur. Ateş sudan meydana çıktığı, yani suyun değişimi ateşi oluşturduğu için su ateşi söndürür ama, ateş suyu yok edemez. Su Rahmet, ateş Gazaptır. "Allah'ın Rahmeti gazabını geçer ve önündedir" (Arabî, Fütuhat-ı Mekkiye, s.17) hadisinin hikmeti budur. "Sizi sudan halk ettim" (Furkan, 54). "Yaradılışın başı sudur" anlamına gelen ayetler, bize tüm âlemlerin Muhammed'in varlığından, yani Akl-ı Külden neşet etmiş olduğunu anlatıyor. Su simgesi kullanılıyor. Yansıma olarak madde âlemi de gerçekten H2O'dan ortaya çıkmıştır. İnsanın sadece maddesi sudan meydana gelir, ruhu ise suyla simgelenen Muhammed'in aklından ortaya çıkmıştır.

Tekrar Arş'a, Âdem'e dönelim. Muhammed'in varlığından, yani Akl-ı Külden meydana gelen melekler (hayat, ilim, irade, kuvvet, görmek, işitmek, konuşmak) Âdem'e secde ettiler ve onun emrine girdiler. Nefs-i Külden, yani ateşten meydana gelen şeytan, Âdem'e secde etmedi. Bunun anlamı şudur: Allah (Rahman) hava simgesini kullanarak Âdem'e ruhundan üfürünce, yani Rahman tüm isimlerinden birden görününce, celâl-cemâl tüm zıt isimler hayat, ilim, irade ve kuvvet kazandılar, yani melekler Âdem'e (Arş) hizmet ettiler. Nefs (benlik) = Ateş ise Âdem'i Kürsî'ye, yani maddeye geçiş âlemine indirdi.

Baştan beri âlemlerin meydana gelişinin bir sonrakiyle bir evvelkinin birleşimi sonucu olduğunu söylemiştik.


AKL-I KÜL + RAHMAN'IN NEFESi = NEFS-i KÜL

NEFS-i KÜL + AKL-I KÜL = ARŞ = ÂDEM


ÂDEM = ARŞ + NEFS-i KÜL = MADDEYE GEÇiŞ ÂLEMi =

HAVVA = KÜRSî


Burada şeytan = nefs, isimlerin toplu olarak değil, ayrı ayrı varlık gösterme isteğidir, yani Âdem'de mevcut isimlerin birbirinden ayrı vücut bulma, nefs kazanma isteği Âdem'e secde etmeyiş demektir. Âdem'de kalmak istemeyen isimler, nefsin, yani şeytanın kandırmacasıyla ayrı ayrı vücut bulmuşlardır. Şeytanın Âdem'den önce Havva'yı kandırması bu anlama gelir. İsimler, madde âlemine geçiş sırasında ikiye ayrıldılar. Geçiş noktası Kürsî'dir. Kürsî'ye Havva da diyebiliriz. Arş ile Kürsî birleşince Kürsî'den iki ana kola (celâl-cemâl, rahmet-zulmet, negatif-pozitif) ayrılan isimler birbirleriyle birleşerek dünyayı ve yedi kat göğü meydana getirdiler. Madde âleminde hava, su, toprak, ateş birbirleriyle birleşerek maden, bitki, hayvanı meydana getirdi [Bitkinin hayvana geçişi hurmayla simgelenir. Hurma üreme organları açısından hem bitki, hem hayvan özelliği gösterir (Öztürk, Mevlâna ve İnsan, s.196)]. En son olarak da insan, yani Âdem Peygamber madde âleminde ortaya çıktı. Böylece Âdem'in bünyesindeki tüm isimler, önce dünyayı, sonra gökleri meydana getirdi, sonra dünyada cisim olarak insan ortaya çıkınca tekrar insanda, yani Âdem'de biraraya geldiler. Bir saçılma, bir toplanma olmuş oldu.

Âdem'in ruhunda Akl-ı Külden (Muhammed) bir parça vardı. Bu yüzden madde âleminde (esfel-i safilin) Allah'ın kendisini bilişi Âdem'le mümkün oldu. Ondan evvelki âlemlerde (hayvan, bitki, maden) Akl-ı Kül ortaya çıkamamıştı, çünkü Akl-ı Kül, tüm isimlerin gark halinde olduğu idraktir.

"Gökleri, yeri bunlar arasındakileri altı günde yaratıp sonra Arş üzerinde egemenlik kuran O'dur. Rahmandır O. Haberdar olana sor Onu." (Furkan, 59) ve "O Rahman Arş üzerine egemenlik kurmuştur. " (Taha, 5) ayetleri, bu demektir, yani isimlerle kâinatı yarattı. Akl-ı Küllünü ancak Âdem ile ortaya çıkartabildi, yani insan ortaya çıkınca madde âleminde Akl-ı Kül görünebildi ve bir rahatlık buldu. Kürsî rahat edilen yer anlamındadır.Böylece Âdem yer yüzüne indirilmiş oldu.

Muhammed adı verilen Akl-ı Kül, Âdem'in bedenindeki ruhtan, yani Arş ve Kürsî'den bu âlemi idare etmeye başladı, çünkü tüm isimler çıktıkları yerin idaresindedirler.

Rahman, yani rahmet eden iki bacağını (celâl ve cemâl isimlerini) Kürsî'den (bedenli olan Âdem'den) sallandırdı (Rahman'ın Rahmet-i Âdem'den itibaren rahmet ve gazap olarak ikiye ayrıldı). Âdem'in oğulları HABİL ve KABİL bu anlamdadır. Âdem'in Havva ile birleşmesi, yani Arş'ın Kürsi ile birleşmesi zıtları ortaya çıkardı; bir diğer anlamda Âdem'in kendi bünyesindeki isimlerle birleşmesi, birbirine zıt isimlerin ortaya çıkmasına neden oldu.


Su rahmeti (Akl-ı Kül = Muhammed'in aklı) simgeler.

Ateş gazabı (Nefs-i Kül = Muhammed'in nefsini) simgeler.

Âdem Peygamberden itibaren gelen 124 peygamberin her birinde Akl-ı Kül (Muhammed) biraz daha fazla olarak madde âleminde ortaya çıkmış, Muhammed'in dünyaya gelişiyle manada olanlar, madde âlemine tamamen taşınmıştır.

Hz.Muhammed'in ruhu, Arş'a tamamen inmiştir. Kürsî onun tüm isimlerini kapsayan idrakidir. Bu yolculuk Âdem'in cismine kadar maddeden manaya, Âdem'in cisminden Muhammed'in cismine kadar mana katlarında yapılmıştır. Muhammedin cismiyle de Akl-ı Küllün ezeldeki kapasitesi madde âleminde ortaya çıkabilmiştir. Maddeyle mana arasındaki geçiş sahası, Âdem'den Muhammed'e genişlemiş; mana aynı madde haline gelmiş, daha doğrusu manadaki âlemler, ilk haliyle madde âleminde idrak edilir hale gelmiştir. Allah'ın Zatı açısından ortaya çıkacak, yeni bir durum olmadığından peygamberlik Muhammed'le son bulmuştur.

Allah'ın isimleri açısından olan değişiklikler sonsuzdur. Muhammed her devirde bir başka elbiseyle madde âlemindedir. O kişilere Gavs adı verilir. Gavs âlemleri yalnız başına idare etmez. Sağ ve sol kutup bu Arşın taşıyıcıları olurlar.

Muhiddin Arabî "Füthuat-ı Mekkiye"de kendisinin de bu idarî mekanizmada yer aldığını ifade eden şu sözleri söylüyor:

"Hak tealaya şükürler olsun ki beni rükûnların (taşıyıcıların) en faziletlisi kılıp o azametli arşın taşıyıcılarından kılmıştır." (s.348)

Âlemleri tekrar sayarsak onsekiz olduğunu görürüz. Tasavvuftaki on sekiz bin âlem kavramı bu on sekiz adet ana âlemden çok sayıdaki detay âlemin meydana geldiğini belirtmek içindir:


Kur'an-ı Kerim'deki 19 sayısındaki gizem, 18 âlemin üstünde 19. olan Allah'ın Zatını (Hu) ifade eder. On sekiz âlemi kapsayan 19 olmuş demektir.

Ayet-el Kürsî'ye dönersek "İnsanlar onun bilgisinden bizzat kendisinin dilediği dışında hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun Kürsîsi gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır". İnsanlar Âdem'den ortaya çıkan çeşitli isimlerin kombinasyonlarını ifade ederler. Âdem'le birarada olan tüm isimler, çeşitli kombinasyonlarla beşer ruhlarını meydana getirdiler. Bir anlamda 99 ismin meselâ dört tanesi bir ruhta, diğer on tanesi diğer ruhta ortaya çıktı. Tüm isimleri kapsamlarına alamadılar. Belli isimlerle kayıtlandılar "O'nun bilgisinden bizzat kendisinin dilediği dışında hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar". Akılları cüzî (kısıtlı) akıl, nefisleri cüzî (kısıtlı) nefistir. Âdem'de ise tüm isimler bir araya gelmiştir, yani Allah'ın Kürsîsi olan Âdem çeşitli isimlerin ortaya çıktığı âlemlerin hepsini kapsamakla gökleri ve yerleri çepe çevre kuşatmıştır.

Âdem'de Muhammed'in nurundan bir parça Akl-ı Kül vardı, yani Rahman Âdem'le ortaya çıkabilmişti. Akl-ı Küllün tamamı ise Muhammed'le ortaya çıkabilmiştir. Âdem'le Muhammed arasında geçen zamanda Akl-ı Kül, Nefs-i Kül, Arş ve Kürsî madde âleminde tam olarak idrak edilir hale gelmiştir. Muhammed on sekiz bin âlemi bünyesinde toplamıştır.

Kur'an Arş'a bir anda indi, yani Muhammed'in ruhu tüm âlemleri kapsadı sonra 23 senede söze döküldü. Muhammed batınında, yani gizlisinde madde âleminden önceki âlemleri ve madde âlemindeki tüm âlemleri kapsar durumdadır. Ezelde de öyleydi, madde âlemindeki ortaya çıkışında da öyledir.

Allah, Muhammed (Akl-ı Kül) ile madde âleminde de hakkıyla bilinmiş ve hâlâ da bilinmektedir. Diğer bir deyişle Allah madde âleminde ancak Muhammed'den kendisini ezeldeki gibi idrak edebilmiştir.

Muhammed kendisinden sonraki seviyeleri, sağ ve sol kutup aracılığıyla ortaya çıkartır. İnsan'ın insan-ı kâmil (gerçek insan) seviyesine gelmeye başlaması, Âdem idrakiyle başlar, Muhammed'in idrakine kadar sıralamalar vardır. Her devirde bu seviyeler görülmeye devam eder. İnsan-ı kâmillerin içinde Hz.Musa, Hz.İsa, Hz.İbrahim seviyelerinde olanlar bulunur.

Muhammed'in kapsadığı Akl-ı Kül ve Nefs-i Kül sol ve sağ kutuplardan ortaya çıkar, Hz.Ali sol kutuptur. Hz. Muhammed'in vefatı ile onun yerine geçmiştir. Böylece isimleri geride bırakarak isim ve sıfatlarının anılmadığı “O”na ulaşmıştır.

Hz.Muhammed "Âdem su ile çamur arasındayken benim ruhum yaratılmıştı" (Arabî, Şeceret-ül Kevn, s. 73) diyor. İsimlerin toplamını ifade eden Âdem, isimlerin henüz bulunmadığı Akl-ı Külden sonraki aşama olduğundan, simge olarak sudan toprağa geçiş halindeyken Akl-ı Kül vardı, Muhammed vardı.

Aşık Niyazi'nin şiirine dönelim.

"El fakrü fahride karar eyle"

dizesindeki "El fakrü fahri" bir hadistir ve "Fakirliğimle öğünürüm" (Geylânî, s.82) anlamına gelir. Eğer tüm isim ve sıfatlardan vaz geçerek isimler yönünden (beşerî vasıflar yönünden) fakir olursak tüm âlemleri kapsayan Akl-ı Külle ulaşırız deniliyor.

İsim ve sıfatlar, yani bu dünyaya ilişkin bağlantılar (masiva) bizi kayıtlı, kısıtlı bırakır. İsimlerden, yani belli isimlerin bizi kayıtlamasından, kısıtlamasından ve programlamasından kurtulursak biz de Âdem, yani Kürsî haline geliriz. Seviyemiz insandan kâmil insana yükselir. O zaman bizde yeni bir bilinç ortaya çıkar, şiirde belirtildiği gibi bize yeni bir "don" biçilir ki buna programsızlık programı da denebilir. Her programa uygun bir idrake sahip oluruz. Akl-ı Kül bizden istediği programla ortaya çıkar.

"Cem olmuştur orada Ayet-el Kürsî"

dizesi artık bizim için de söylenebilecektir.

Aşık Niyazi Hazretleri,

"Bir insan-ı kâmilden murada erdi"

dizesiyle Arş, Âdem seviyesinde olan Efendisine kendi varlığını, yani Havva'sını, hevesini, tüm isim ve sıfatlarını geri vermek suretiyle kayıtlardan kurtulmuş olduğunu ifade ediyor.

 

36


GELSİN BERİ


Açıldı meydan-ı aşk, duyanlar gelsin beri,

Mansur'un yoluna baş koyanlar gelsin beri.

Aşk yolu Hak yoludur, gayriyi nider gönül,

Masiva libasını soyanlar gelsin beri.


Döküp gözü yaşını, gönül ayinesinden,

Dünya muhabbetini yuyanlar gelsin beri.

Ölmeden evvel ölüp Hak Cemâlini görüp

Varlığını yokluğa sayanlar gelsin beri.

Aşık Niyazi verdi seher vakti selâyı,

Aşkımız imam oldu, uyanlar gelsin beri.

 

Bu âlemde aşk olmasa âlem çöker, göçer, biter, giderdi. Her şey aşktan ortaya çıktı, aşkla da geri döner.

Geliş ve dönüş yolları aynı duraklardan geçer. Allah kendine olan aşkından kendinden kendine bir değişim başlattı. Her ortaya çıkan özelliği, sıfatî bir değişim geçirerek yeni bir isim, yeni bir sıfat ortaya çıkardı. Bu isim ve sıfatların birbirleriyle iletişimlerinden daha yeni oluşumlar ve onlardan da daha yenileri oluştu. Bu değişimler ilelebed sürecek ve Allah'ın isimleri yönünden kendisini seyretmesi asla bitmeyecek ve her an ayrı bir şan, ayrı bir görünüm alarak devam edecektir. Dolayısıyla isimler ve özelliklerine takılarak Allah'ın Zatına varmak mümkün değildir. İsimler kombinasyonu olan beşer, diğer isimlere duyduğu meyillerle Allah'ta olan tafsilatı ortaya çıkartır, görevi budur. Bu görevinin bilincinde de değildir. Bu istek ve iradesinin (cüzî irade) bağımsız olduğunu zanneder. Bu zan onun gerçeği fark etmesini engeller.

Allah'ın sıfatlarına, isimlerine duyulan istek ve meyil bize tatmin vermemeye başlarsa geri dönüş startı almışız demektir. Artık meyil ve isteğimiz, bu âlemden zevk almak, bu âlemle (isim ve sıfatlarla) tatmin olmaktan vazgeçip 180° geriye dönmüş demektir. Adeta bir yüzücünün suya atlayıp havuzun karşı duvarına vurup atladığı duvara geri dönüşü gibi bir dönüş yaparız veya ucunda bir top olan bir lastiğin boşluğa doğru gidip lastiğin elastikiyeti bittiğinde aniden gittiğinden daha büyük bir hızla geri dönmesi gibi bir dönüş yaparız; çıktığımız noktaya doğru çekiliriz.

Bu âlem bize zevk vermez ve özümüze dönme hareketi başlar. Aşk ile geldik, aşk ile döneriz.

Nereden çıkmıştık? Allah'ın Zatından.

Nereye gelmiştik? Allah'ın sıfatlarına ve isimlerine.

Bu yolculuk başlamadan önce en üst seviye olan Allah'ın Zatında gizliyken, yolculuğun sonunda bir kısım sıfat ve isimlerle perdelenerek alt seviyelere düşmüş olduk. Geri dönüş için esiri olduğumuz, yani sahip çıktığımız meyil duyduğumuz tüm isim ve sıfatları terketmemiz ve Zata doğru aşk duymamız gerekir.

Masiva Allah'ın Zatının dışında bizi esir almış olan herhangi veya birçok isim ve sıfatlardır. Buna dünya sevgisi de denebilir. Herkesin dünyası da farklıdır. Kimisi için dünya ana, baba, çocuk, koca sevgisi; kimisi için para, mevki; kimisi için meslek; kimisi için dürüstlük, mertlik, adalet; kimisi için iyi huylu olmak; kimisi için gaddarlık, zulüm; kimisi için başkalarının kendisi hakkında düşündükleri, onların alkışları veya onlar tarafından dışlanma korkusu vb.dir.

Eğer biz masiva denilen dünyanın çekim alanı, onun aşkı içindeysek geri dönüş için bunun aksine bir aşk tarafından cezbedilmemiz gerekir. Bu çekim merkezi mürşidin gönlüdür. Oradaki cezbe, geri dönüş isteyenlere ulaşmalıdır. Hallac-ı Mansur gerçekleri söyledi ve çevresi tarafından linç edildi ama, Mansur buna aldırmadı, çünkü Allah'ın çekimindeydi. Bu dünyadan kopmak onu etkilemedi.

Biz de Mansur gibi olmalıyız, gerçekler uğruna tüm dünya değerlerini boşamalıyız. Onlar bizimle alay da etseler, yolumuzdan çevirmeye de kalksalar veya dünya değerlerini tekrar önümüze serip kandırmaya da çalışsalar, dönmemeli ve bir Hakikat mürşidine teslim olup onun bizi kendi âlemine çekmesi için hizmetinde olmalıyız.

Dünya değerlerini boşamak, inziva değildir. Onları fiilen bırakmak değildir. Onlarla gönül bağımızı koparmaktır. Gönül bağı kopunca ilgiler azalır, ilişkiler zayıflar bize zevk vermez olurlar ama, onları kullanırız. Onlar bizim olur, biz ise onlarla olmayız. Her şeyimiz olur ama, içinde biz bulunmayız. Artık Allah'ın çekimine girmiş diğer kişiler dışında kimseye muhabbet, sevgi duymayız. Bu bizim elimizde değildir, çünkü onlar isim ve sıfatlara doğru koşarlar, biz ise onun tam tersine isim ve sıfatlardan Allah'ın Zatına koşarız.

Yollar aynı yollardır, bir zamanlar biz de onlar gibi Allah'tan dünyaya koşuyorken aniden geri dönüp aksi istikamete doğru koşmaya başlayınca ister istemez aynı yol üzerinde ama, aksi istikametlere koşmanın kaçınılmaz sonucunu yaşarız. Onlar artık bize çok uzaktadırlar ve aramızda iletişim kalmamıştır.

"Ölmeden evvel ölmek", işte budur; bedenî ölüm bu dünyayı mecburi bırakmaktır. Hakikati yaşayanlar bu dünyadayken bu dünyayı terk ederler. Onun değerlerini hiçe sayarlar. Allah'ın değerlerine kavuşurlar, böylece ölmeden evvel ölürler.

Aşık Niyazi Hazretleri, kendisinin de aşk ve cezbe merkezi, yani aşık olanlara imam olduğunu ilân ediyor ve Allah'a geri dönmek isteyenleri davet ediyor. Bu davet yalnız onlaradır. Cennet ve dünya ahalisi, bu daveti duymazlar bile.



37


Kâbe yolu aşk yoludur,

Aşık yolu vuslat yoludur,

Aşık bu yolda can verdi,

Gel bu yol canan yoludur.

 

Kâbe, Allah'ın evi olarak kabul edilir ve hac mevsiminde Kâbe tavaf edilir, etrafında dönülür. Bu şeklî davranışın Hakikate, İlm-i Ledüne göre anlamıysa bir insan-ı kâmilden bu ilmi öğrenmek ve ona bağlanmak, onun gönlüne secde etmektir.

Allah bir Hadis-i Kutsîde "Ben dağa taşa sığmam, bir mümin kulumun gönlüne sığarım" (Yazıcıoğlu, s.14) buyurmakla gerçeği bildirmiştir. Bu gönül herhangi bir beşerin gönlü değil, yalnız ve yalnız Hz. Muhammed'in gönlüdür ve bu gönlün mekânı ve zamanı yoktur; her zaman ve her mekândadır.

Her Şeriat kuralının bir mana olgusunun şekle dönüşmüş hali olduğunu söylemiştik. "Kâbe"nin taş bir bina olması ve Allah'ı mekânla kayıtlaması açısından hac kuralının manaya yalnızca bir sembol teşkil etmekten ileriye gidemeyeceğini en güzel şekilde gösterdiğini görüyoruz. Bakın Mevlâna ne diyor:

"Kâbe, Kâbe olalı Allah bir kere oraya girmedi, benim gönlümden ise bir an bile çıkmadı."

Kâbe'ye Allah'ın evi diye herkes secde ediyor. Kâbe taş duvarlardan bir mekândır. Allah'ı bu mekânda düşünmek O'nun şanına ve gerçeğine uymaz. O halde bu ibadetler bir semboldür. Hacıların Kâbenin etrafında saf saf dizilişlerine kuşbakışı baktığımızda merkezde Allah'ın evi olan Kâbe bir atom çekirdeği, insanlar da onun yörüngesinde dönen elektronlar gibidir. İşte Hz.Muhammed'in gönlü de etrafında beşeri böyle saf saf toplar. O gönüldeki mevcut Allah'tır. O gönül Allah'ın evidir, yoksa taş bir mekânı Allah'ın evi olarak kabul etmek doğru değildir; o bir semboldür. Taş binayı ortadan kaldırırsanız, insanların birbirlerine secde ettiklerini görürsünüz, çünkü Kâbe'nin her yönünden secde edenler ister istemez karşılıklı gelirler.

İnsan-ı kâmilin gönlü ise madde boyutunun dışındadır. O'nun mekânı olamaz. Bir insan-ı kâmile secde eden, yani onun Allah'ı biliş ve idrakinde kendi biliş ve idrakini yok eden kişi, mekânsız olan Allah'a secde etmiş demektir. Bu anlamda gönül Kâbe'sine giden yol, aşk yolu ve vuslat yoludur.


38


Muhammed'in yolunda şeriatsız gidilmez,

Her emrinde bir hikmet vardürür Muhammed'in.

Nefsimiz öldü diye şeriat terkedilmez,

Her lûtfunda bir zahmet vardürür Muhammed'in.


Nefsinden arındırır tarikat ilm-el yakîn,

Varlığın soyundurur marifet ayn-el yakîn,

Hak varlığın giydirir hakikat Hakk-el yakîn,

Şeriatında rahmet vardürür Muhammed'in.


Uyma zındık sözüne, seni imandan eder,

Lâfla hakikat olmaz, canı cânândan eder,

Aşık Niyazi Senin doğru yoluna gider,

Her lûtfunda bir hizmet vardürür Muhammed'in.


Hz.Muhammed "Âlemlere bir rahmet olarak" (Enbiya, 170) tüm âlemlerin ihtiyacı için gönderilmiştir. Tüm seviyelerin varlığını idame ettirmesi için gerekli olan her şey Muhammed ile tamamlanmıştır.

Şeriat, bir şeyin icabı, o şeyin tabiatına en gerekli olan hal ve durum demektir. Örneğin bir hastalığın tedavisinde antibiyotik kullanılması sağlık için bir şeriattır, kuraldır. Veya sağlıklı olmak istenirse soğuktan ve mikroptan kaçınılması gerektiği de bir şeriattır (şartlardır). Herhangi bir olgunun en verimli hali için gerekli şekiller ve takip edilen yollar şeriat anlamını taşır.

Beşerin de ruhsal ve maddesel bir yapısı vardır ve yapının gerektirdiği şartlar onun devamı için yerine getirilmelidir.

İnsan madde âlemine çok fazla bağlanırsa öldüğü zaman çok sıkıntı çeker. Kendisini sadece beden olarak algıladığı için bedeninin toprak altındaki sıkıntılarını ruhunda yaşar. Sadece madde imajinasyonu bu ıstırapları getirir. Günde beş vakit namaz kılan bir kişi, günde beş defa maddeden uzaklaşıp manaya yönelir, ruhu ile Allah'a konsantre olur ve ruhu madde imajinasyonlarından kurtulur.

Burada namaz, kişinin kendi geleceği, ölüm sonrası için bir hazırlıktır. Kişi kendisini bir ruh olarak algılarsa beden etkisinden çabuk kurtulur ve yükselir.

Zekât vermek suretiyle de aynı sonuç amaçlanmıştır. İnsan sevdiği şeylerden zekat vermelidir. Zekat malımızın bizim üzerimizde bir esaret yaratmaması için ölüm öncesi bir antremandır. Malımız bize hükmetmemelidir. İstediğimiz zaman onu bırakabilmeliyiz.

Aptest almak, sudan enerji temin etmemiz negatif elektiriği üzerimizden atmamız, dolayısıyla ruhsal bir rahatlık duymamız açısından yararlıdır.

Oruç ile yine yemekten ve seksten, dolayısıyla bir başka maddi bağdan kurtulma çabası vardır. Özellikle mutluluğu yemek ve seksle özdeşleştirenler için gereklidir.

Oruç tutarken kişinin her hareketinde benlik göstermemek için dikkat etmesi örneğin, hiçbir davranışının kimseye zarar veren cinsten olmaması gerekir. Bu da o kişinin kendisini alıştığı kötü davranışlardan soyutlamasını sağlar.

Netice olarak madde âlemi insanı negatif, ruhsal âlem ise, pozitif bir değere doğru sürükler. Şeriat kuralları bizi madde âleminden, yani nefsimizi hoşnut eden şeylerden uzaklaştırarak ruhsal yanımızın bizde ağır basmasını, yani pozitif ile yüklenmesini sağlar. Ne kadar fazla pozitif yüklüysek öldüğümüzde madde âleminden kopuşumuz ve dünyanın çekiminden kurtulmamız da o kadar kolay olur. Bu âlemde maddenin bizi esir alması bize sunduğu geçici zevkler ile olmaktadır. Örneğin kişinin rahat koltuğunda otururken namaz kılmak için gösterdiği efor, onun rahatını bozar ama, ruhu için bu gereklidir. Zaten manaya varmak, maddeyi gönülden çıkartmakla olur. Devamlı madde âlemini hedef alan davranışlar gönlümüzü manaya kapatır ve öldüğümüzde bunun cezasını çekeriz.

Şeriat kurallarının içinde maddemizi ilgilendiren kurallar da vardır. İçki beyin hücrelerini öldürerek beyin fonksiyonlarını engeller; domuz etinin de bağırsak kurtlarına neden olduğu bilinmektedir.

Hz.Muhammed getirdiği şeriatla insanlara onlar için gerekli olan korunmayı sağlamıştır. Kendisi de bu kuralları uygulamıştır. Bu uygulama kendisi için değil, ümmeti içindir, yoksa kendisi baştan başa manadır, baştan başa nurdur. Onun bu gayretlere ihitiyacı yoktur.

Şeriat bizi Cennete götürür ama, Cemâle götürmez, yani sadece şeriat uygulaması ile Allah'a varamayız.

Tarikat, yani zikir çalışması bizi biraz daha dünya etkisinden kurtarır. Allah'ın isimlerini devamlı tekrarlayan kişinin ruhsallığı, mana âlemine geçişi artar, maddenin etkisi daha azalır ama, Allah'ı bilişi, yalnız ilim, bilgi seviyesindedir (İlme'l- yakîn).

Hakikat İlmi ise kişinin varlığını tamamen elinden alır. Bu bilince ulaşan kişinin ne maddesi, ne de ruhu kendine ait değildir. Artık onun için madde âlemi, bir tehlike olmaktan çıkar, çünkü orada da Allah'ı müşahede ettiği için maddenin varlığı onun bilincinde yoktur. Yok olanın etkisi de söz konusu olmaz. Zorlu bir çalışma ile ve mutlaka bir mürşide bağlanarak elde edilen bu sonuç, kişiye kendi varlığında Allah'la buluşma şansı verir ki buna da görerek ve yaşayarak anlamında Hakke'l-yakîn adı verilir.

Daha önce de anlattığımız gibi Şeriat, Hakikatin yansımasıdır. Hakikati dile getirmek için mutlaka bir şekilden misal getirmeliyiz.

Manada yaşananların ortaya çıkması için madde âleminde ispat edilmesi gerekir. Meselâ bir kadın kocasını seviyorsa, ona sadece "Seni seviyorum" demesi bir şey ifade etmez, bu sevgi davranış aynasıyla anlaşılır. Kocası için yaptığı her türlü fedekârlık bunun kanıtıdır. Aksi halde onu ne kadar sevdiğini ortaya koyamaz. Soyut somuta dönüşemez. Somuta dönüşmezse de kocası tarafından algılanamaz. Sevginin Şeriatı davranıştır. Derecesini davranış belirler. Meselâ bir kadın kocası için gerektiğinde altınlarını satıyorsa, gerektiğinde uykusuz kalıyorsa, devamlı onun sevdiği yemekleri yapıyorsa, hiç sevmediği halde kocasının bir arkadaşına veya akrabasına katlanıyorsa, evdeki tek tabak yemeğin hepsini ona sunup kendisi aç kalıyorsa sevgi kanıtlanır, yani apaçık görünür hale dönüşür.

Allah'ı sevdiğini iddia eden veya içinde bu duyguyu yaşayan kişi Allah'la karşılaşmadan onu sevip sevmediğini kendisi de anlayamaz. Allah ondan altınlarını istese, çocuğunu istese, kocasını istese verebilecek midir? Veriyorsa sevdiği anlaşılacak, veremiyorsa sevgi ispatlanamayacak demektir.

Aşık Niyazi Hazretleri, "Lafla Hakikat olmaz" demekle bu gerçeği vurgulamaktadır. "Allah'ı seviyorum" demek bir şey ifade etmez. Bunu ispatlamak için varlığını ona teslim etmek ve bunu davranışlarıyla ispatlamak gerekir.

Muhammed'in Şeriatı aslında sadece Allah'a iman etmiş, kabul etmiş kişilere hitap eder, onları kurtarmaya yöneliktir. Bu kurtulma varlık ve benlikten, maddeden kurtulmadır. "Kurtuldum" demekle bu iş olmaz. Mutlaka Şeriatını (icabını) yerine getirip kurtulma işlemini gerçeğe dönüştürmeliyiz. Hem kendimiz, hem de Allah buna şahit olmalı.

Şeriat (icaplar) her seviye için farklı düşünülebilir. Hakikati bulan kişilerin Hakikat İlmini sadece bilmesi sonucu getirmez. Olması için yaptığı davranışlar ve çektiği eziyetler neticeyi sağlar, yani Şeriat (icaplar) Hakikatin ortaya çıkması ve yaşanır hale gelmesi için mutlaka gereklidir. Örneğin bir mürşide bağlanan kişi, onu asla yargılamamak ve ona hizmet etmek gibi şartlarla neticeye ulaşabilir.



39


Elestü bezminde âşık Senden aldı hitabı,

Evvelinde Mecnun oldu, sonra Leylâ dediler.

"Men reani" sırrı ile okuyanlar kitabı,

Ol Resûl-ü Kibriya'ya dönüp Mevlâ dediler.


Allah, "kör nokta", "gizli hazine" adı verilen hiçbir sıfat ve isminin görünmediği halden, aşk adı verilen bir hareketle Muhammed adını verdiği hale dönüştü. Muhammed'in varlığında ruhlar, yani isim ve sıfatlar tümüyle görünüyordu, belirgindi. Muhammed de bir aşk hareketi ile ruhları çeşit çeşit kendi varlığından ortaya çıkardı ve gördü ki bu ruhların mevcudiyeti kendisine bağlı ve kendisinin idaresinde. Bunu onlara anlatabilmek amacıyla hepsine birden şu soruyu sordu:

"Elestü-bi Rabbi-küm" (Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?) (Araf, 172)

Bu soru, şu anlama geliyordu: Ben sizi kapsamıyor muyum; sizin varlığınız bana bağlı değil mi? Sizi ben idare etmiyor muyum? Sizler benim varlığımdan ortaya çıkmış olan herbiri birbirinden farklı ama, hiçbiri benim gibi olmayan varlıklar değil misiniz?

Bu suale önsafta olanlar, yani Muhammed'den ortaya çıktıklarını ve onun varlığında olduklarını bilen ruhlar "Beliğ" (evet) diye cevap verdiler ve secde ettiler. Bir kısmıysa bu suale "Evet" demedile (Nurül Arabî, s. 246, 263) .

Secde edenlerle, etmeyenler arasındaki tek fark, secde edenlerin gerçeğe bilinçli, secde etmeyenlerin gerçeğe bilinçsiz olmalarıdır. İster secde etsin, ister etmesin ruhlar Muhammed'in ruhu ile mevcudiyetlerini sürdürürler ve onun varlığından ortaya çıkmışlardır ve onun iradesiyle hareket ederler.

Bu şuna benzer, güneş hayatiyeti sağlar. Bazı kişiler bunun bilincindedir, farkındadır. Bazılarının da güneş olmasa da olur diye iddia ettiklerini var sayalım. Bu iddia çok komiktir ama, güneş "Dur ben bunlara ışık vermeyeyim!" demez. Onlar da hayatiyetlerini sürdürürler.

Diğer bir misalle ruh vücuda hakimdir. Vücut ister kabul etsin, ister etmesin bu ruhun hakimiyetine bir halel getirmez.

Allah'ın MUHAMMED adıyla ortaya çıkışına "Cenab-ı Hak" denir. Bütünü ifade eder. Ondan meydana gelen ruhlar ise "halk" adıyla anılır. Hz.Muhammed "Men reani fakat reel Hak" (Beni gören Hakk'ı görür) buyurmuştur (Pilâvoğlu, s.93).

Hz.Muhammed bu hadisi söylemeden önce, yani kendi durumunu idrak etmeden önce beşer görünümüyle Allah gerçeğine varmak isteyen bir "Mecnun" gibiydi. CEBRAİL adıyla kendi aklının sureti O'na kendi varlığından haberler getirmeye başlayınca bilinçteki perde kalktı ve kendi varlığında Cenab-ı Hakk'ı bulmuş oldu; kendi kendinin farkına vardı, yani varlığına bilinç kazandı. O zaman adı "Leylâ" oldu. Bu gerçeği öğrenen diğer aşıklar Hz. Muhammed'in aslında "Mevlâ" olduğunu anladılar.

 

40


Gelin size nazar edem, dost yoluna giren erler,

Ebedî bir can bahşedem, ikrarını veren erler.


Bu sözü benden bilmeyin, kervandan geri kalmayın,

Aşıklar ölür sanmayın, Dost Cemâlin gören erler.


Dünya ile yanmayınız, Cennet ile kanmayınız,

Dost'tan ayrı olmayınız, Hak divana duran erler.


Senlik , benlikten çıkınız, vücut bendini yıkınız,

Aşk ateşinde yakınız, Dost iline varan erler.


Bu yolu soranlar bilmez, aşk yaşanır dile gelmez,

Teslim olan mahrum kalmaz, Dost yolunu soran erler.


Aşık Niyazi yar ile, Hak kelâmı gelmez dile,

Devredilir elden ele, Dost gülünü deren erler.


"Ebedi bir can" "bir nazar" ile nasıl "bahş"edilebilir? Önce "ebedi bir can " ne demektir onu açıklayalım:

Kasas Suresinin 88. Ayetinde "Allah'ın yanında diğer bir tanrıya daha kulluk etme. O'nun yüzü dışında her şey helâk olacaktır" buyurulmuştur.

Dikkat ederseniz "Allah'ın Yüzü" devamlıdır, ebedidir deniliyor. Allah'ın Yüzü demek, Allah'ın kendini bildiği ve bilindiği yer demektir. Bir benzetme yaparsak insanın gözü yüzündedir ve gözbebeğinden dışarıya bakar ve kendisini görür. Bir kişiyi gördüm demek için onun yüzüne ve gözlerine bakmak gerekir. Eğer gözünü görürseniz başka azalarını görmeseniz de olur ama, meselâ ayak, el veya göğüs bölgesine yahut sırtına bakarsanız o kişiyi görmüş olmazsınız. İletişim yüze bakarak kurulur. Bizi ifade eden tüm vasıflar yüzümüzde vardır. Sevindiğimiz, üzüldüğümüz yüz hatlarımızla ve en çok da bakışlarımızla belli olur. Ruhumuzu yansıtan yüzümüz ve gözümüzdür.

Allah'ın baktığı gözde Muhammed'dir Muhammed bütünüyle Allah'ı ifade eder. Muhammed'i gören Allah'ı görmüş demektir. Muhammed Allah'ın gözbebeğidir, ağız, kulak, burun gibi diğer azalar Muhammed'e en çok yaklaşan, O'nun yüzünde yer aldıklarının bilincinde olan diğer peygamberler ve evliyalardır. Muhammed'in nuru, yüz azalarında da mevcuttur. Netice olarak Muhammed'in gönlü Allah'ın gözüdür. Onun makamına yaklaşanlar, Allah'ın dili, kulağı gibi seviyeler işgal ederken beşerin tamamı el, kol, göğüs, bel, bacak gibi seviyeler işgal eder. Onlar arasında da farklar vardır; vücutta mekânsal fazlalığı beşer işgal eder. Allah'ı ifade edenler ise yüz ve başın işgal ettiği oranda az yer tutarlar. Üstünlükleri fonksiyonlarındadır. Evet, kaybolmayacak olan Muhammed'in nuru, gönlü ve idrakidir. Diğer mevcutlar O'ndan çıkmıştır ve bu çıkanların ardı arkası kesilmediğinden her çıkan geri döner, yani yok olur. Allah'ın Veçhi, yüzü devamlı olduğundan ve diğer mevcutları her an yenileyebildiğinden ebedidir ama, oradan görüntüye çıkanlar her an değişir, her an yok olur. Nasıl bir sinema filmi devamlı bir deliğin önünden geçerken görüntü perdeye yansır ve koybolur yerine yenisi gelir, perdede görünenler yok olmaya mahkumdur, âlemler de devamlı yok olurlar, yerlerini yenileri alır.

Örneğin yok olan uygarlıklar tekrar geri gelmezler, yeni yeni fikirler, yeni yeni değerler ortaya çıkar.

Başta da söylediğimiz gibi Muhammed asla değişime uğramaz, yok olmaz, ebedidir, çünkü Allah Muhammed ile görür. "Dost cemâli" Muhammed'in idraki, gönlü anlamına gelir. Bu idrak asla kaybolmaz ve değişmez, geriye dönüş yapmaz, gönülden gönüle devrolur; değişen yalnız cisimlerdir, isimlerdir, gönüller ise ezelde ne idiyse bugün de aynıdır.

Aşık Niyazi Hazretleri bu idrak ve gönlün kendisinde olduğunu belirtiyor. Eğer gelip bana teslim olursanız sizi gönlüme alırım, yani size gönlümün bakışı ile bakarım, bu gönülden bakan Allah'tır, dış görünüşüm sizi aldatmasın, gözümden size gönlümün nurunu aktarırım. Bu gönül dost ilidir, yani Muhammed'in şehridir burada aşk ateşi vardır, girdiniz mi sizin yok olmanız kaçınılmazdır. Siz beşer elbisesini aşk ile yaktınız mı sizde ebedi bir can olan Muhammed'in idraki baş gösterir, artık siz kalmazsınız sizin gönlünüz de Allah'ın gözü olur. Bakın Mevlâna ne diyor:

"Gözümüze bak da Hakk'ın cemâlini gör, çünkü bu, gerçeğin kendisi ve katıksız bilginin ışığıdır. Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder. Sakın bu sırrı açıklama kanını yere dökerler" [Rubailer 1192 (Öztürk, Mevlâna ve İnsan, s. 69) ].

Evet, Aşık Niyazi Hazretlerinin bu söylediklerinin gerçekleşmesi için önce O'nun gönlünün Allah'ın gözü olduğunu bilip ona göre davranmak gerekir. Hem Efendiyi böyle görüp, hem de kendi nefsimizi önde tutmak olmaz. O gönüle girmek ve yanmak için önce kapısında çok hizmet, çok vericilik gerekir. Karşımızda ebedi olan vardır. İşimize gelene göre değil, bize zor gelene göre kendimizi ayarlamalıyız. Allah yolu bir hobby olamaz, bir merak olamaz "hele bir bakalım, olmazsa bırakırız" mantığı hiç olamaz.

Zamanımızda insanlar her türlü düzenlerini korumak şartıyla Allah'a varmak istemektedirler. Maalesef geçmişte de yaşadığımız olaylarda düzenlerinde bir değişiklik gerektiğinde bu yol terk edilebilmiştir. Halbuki Allah'a varmak için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır. Hiçbir mazeret Allah'a karşı geçerli olamaz.

Geçmişten bir misal vermek istiyorum: Aşık Niyazi Hazretlerinin vefatından sonra yerine geçen İlhami Doğmuş Hazretlerinin bir müridi kendisine şöyle sormuştu:

- Efendim, ben size aşık değilim, nasıl olabilirim?

İlhami Doğmuş Hazretleri o anda ona cevap vermemiş, oysa bize daha sonra şöyle söylemişti:

- Hizmet etmiyor ki, hizmet etsin de görsün bakalım aşık oluyor mu olmuyor mu?

Aynı mürit hizmet etmek bir yana, bir yere gidileceği zaman Efendisine apartmanın aşağısından haber yollayıp "Gelsin de gidelim" diyebilmekteydi. Aynı mürit sohbetlerde geç vakte kadar kalınınca herkesin uykusuz kaldığını, düzeninin bozulduğunu söylüyordu ve şikâyette bulunuyordu. Sonunda ne oldu dersiniz, gönüle giremediği için ayrıldı gitti.

Evet, bu gönüle girmek, ancak hizmet ve fedakârlıkla mümkündür. Sıradan fedakârlıklar da olmaz. Hiç kimse veya başka hiçbir amaç için yapamayacağınız fedakârlıkları yapmalısınız.

Paranız yokken çocuğunuzun bisikleti için borç alıyorsanız, kocanızın işi için altınlarınızı bozduruyorsanız, çocuğunuzu büyütürken uykusuz kalıyorsanız Efendiniz için de bunları yapmalısınız. Aslında Efendiye yapılan hizmetlerin diğer herhangi bir beşere yaptıklarınızdan bin kat fazlasına ulaşması gerekir. Kimse için eşinizi veya çocuğunuzu ihmal etmiyorsanız, Efendiniz için edebilmelisiniz. Kimse için borç almıyorsanız, Efendi için almalısınız. Kimse için uykusuz kalmıyorsanız, Efendi için kalmalısınız. Efendiye yapılanın tek ve özel olması gerekir. Unutmayınız Efendinizin gönlü Allah'ın gözüdür. Onun için yaptığınız her şey sizi o gönlün etkisi altına sokar ve o etki size ebedi can bahşedecektir.



41


Açtım Cennet kapısın âşıklar girsin diye,

Dost visaline erip safalar sürsün diye.


"Beni görenler Hakk'ı görür" dedin ya Resûl,

Ettim bu rumzu ayan, âşıklar görsün diye.


"Ölmeden evvel ölmek" sırrına mânâ verdim,

Dileyen Cânânına cânını versin diye.


Cennetin anahtarı "Lâ ilâhe illallah"

Lûtfunu açıkladım âşıklar bilsin diye.


Aşık Niyazi bugün aşkı tebliğe geldi,

Hüsn'üne cân verenler Cânâna ersin diye.



"Aşıkların Cenneti" Allah'ın Cemâli, Allah'ın yüzü demektir, yoksa huriler, gılmanlar, ırmaklar ve çeşitli güzelliklerden oluşan Cennet aşıklara yetmez, daha doğrusu hitap etmez.

Cennete girmek isteyenler Şeriat ve Tarikat çalışmaları yaparak bunu temin edebilirler. Dili ile "Lâ ilâhe illallah" diyen ve buna inanan herkes Cennete gidecek ve tüm suçlar affedilecektir ama, "Allah yok" diyen affedilmeyecektir. Allah'a varmak isteyen bir aşık ise ne dünya, ne de Cennet için çalışmalıdır. Cennete girmek için olan çalışmalar bizi Allah'ın yüzüne, yani Allah gerçeğine götürmediğinden,

· Dünya ehline ahiret haramdır.

· Ahiret (Cennet)ehline dünya haramdır.

· Aşığa, Allah ehline ise hem ahiret, hem dünya haramdır (Hadis, Geylânî, s.62).

Evet, Aşık Niyazi Hazretleri, Allah'ın yüzünü açtım gerçekleri anlattım ki aşıklar amaçlarına varmak için ne yapacaklarını bilsinler, hedeflerini görsünler, ona göre davransınlar buyuruyor.

"Beni gören Hakk'ı görür" (Pilavoğlu, s.93) hadisinde Hz.Muhammed tüm gerçeği söylemiştir ama, bu gerçeği anlayabilmek için "Ölmeden evvel ölmek" gerekir.

Allah'tan başka ilah yoktur (Lâ ilâhe illallah), Allah'tan başka mevcut olmadığı dolayısıyla bizim de vücudumuzda mevcut olanın Allah olduğu gerçeği bize bildirilince ölüm başlar. Mürşit bizim azrailimiz olur. Bize verdiği bilgi ve muhabbet ve bu bilgilere göre yaşayabilmek gayreti bizi ölüme götürür. Ölen, yanlış olan eski bilincimizdir. Bu süreçte dilimizle değil, bilincimizle Allah'tan başka mevcut olmadığını kabul ederiz. Bu yeni bilinç ile Allah'ın varlığıyla var olduğumuzu idrak edişimiz, öldükten sonra dirilmemiz anlamına gelir, yani bir Sur üfürülmüş bizi öldürmüş, bir Sur üfürülmüş bizi diriltmiştir. Kıyamet manada yaşanmıştır. Biz ebedi âleme intikal etmişizdir. Burada mahşer vardır. "Ölmeden evvel ölenler", yani varlığını Allah'a vermiş olanlar bu mahşerde Allah'ın yüzünü görürler. İşte o yüz Hz.Muhammed'dir. Büyüklüğü ve kapsamı madde âleminde herkese ispat edilememiştir ama, mahşer günü bu büyüklük ve kapsam ortaya çıkmıştır. Mahşerde insanların gerçek seviyeleri belli olur. Dolayısıyla Hz. Muhammed'in makamı ve Allah'ın gözü mertebesinde oluşu da ortaya çıkar. İşte bu gerçeği madde âleminde gören, idrak eden aşıklar için Hz.Muhammed "Beni gören Hakk'ı görür" buyurmuştur.

Aşıklar mürşitlerinden gelenin Muhammed'den, onun idrakinden geldiğini bilmelidirler. Mürşit, insan-ı kâmil demektir. İnsan-ı kâmil Hz.Muhammed'in idrakine varmış veya çok yaklaşmış olan kişi demektir. Bizim canımızı alan Muhammed'dir. Bize kendi idrakini sunan da Muhammed'dir. Canımızı alması için, bizim sadece O'nun için olmamız, her şeyden kopmamız, maddi, manevi her değerimizi O'nun için feda etmemiz ve neticede gönlümüzde madde âlemine ilişkin hiçbir iz ve takıntı kalmaması gerekiyor. Bu tam yokluk demektir. Tam varlık ise ancak tam yoklukla ortaya çıkabilir.

İlhami Efendim, bana "Ben hanımı iki defa boşadım" dediğinde önce neyi kastettiğini anlayamamıştım, sonrasında anladım ki karısını boşaması madde âleminde değil, gönül seviyesinde olmuş.

Bir gönülde iki sevda olmaz. Hem Allah'ı sevmek, hem de bir başkasını sevmek olmaz. Bu sevgilerin ölmesi bizim ölümümüzü tamamlar, gönlümüz Muhammed'in idrakine ulaşır. Böylece Allah'ın Yüzüne ulaşılmıştır. Aşıkların Cenneti işte bu idraktir.

Sözü bir hadisle noktalayalım. Hz.Muhammed "Benliğim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki hiçbiriniz, ben ona ebeveyninden ve çocuklarından daha sevgili olmadıkça imanda, kemâle eremez" (Buhârî es-Sahîh, iman 8; Müslim es-Sahîh, iman, 69)


42


"Ene'l Hak" meydanında nefsimiz nârâ düştü,

Sohbetinle lûtfeyle bize cânım Efendim.

Ne acayip bir sevda, gönül sultana düştü,

Geçmiyor gayrı sensiz hiçbir anım Efendim.


Sen sedefsin âşıka içinde kânın vardır,

Yârı ağyardan gizli canda mekânın vardır,

Aşıka can bahşeden gönül erkânın vardır,

Gönüllerin Sultanı benim canım Efendim.


Aşık Niyazi bugün Muhammed'in yolunda

Teslim oldu Ulvi'ye, Hakk'ı buldu sonunda,

Arayan bulur Seni âşıkların canında,

Sensin benim her şeyim, adım, sanım Efendim.


"Ene'l Hak (Ben Hakk'ım) meydanı" Allah'ın bize kendini açık seçik ortaya koyup kendini tanıttığı Hakikat yolu demektir.

Bu yola giren bir kimse efendisinin, mürşidinin gönlüne diğer bir deyişle onun manyetik alanı içine girmiş demektir. O alanın öyle bir özelliği vardır ki artık efendinin sohbetinden başka hiçbir şey bizi tatmin etmez olur. Bir heyecan, bir zevk, bir sevda yaşanır ve o kişi efendisine duyduğu çekimle her an O'nu düşünür. Bu çekim Allah'ın çekimidir. Bu çekim alanına girebilmek için mürşidimize hizmet etmeliyiz. Hizmet ettikçe alana gireriz, aşkı hissetmeye başlarız. Aşk bizi varlığımızdan geçme, yok olma seviyelerine götürür. Yok oldukça aşk artar. Aşk artınca da yok olma hızlanır. Yok olacak bir şey kalmayınca aşk bizde kalır ve biz de aşk merkezi, cezbe merkezi haline geliriz. Aşk, aşık, maşuk birleşir, yalnız O kalır.

İkinci dörtlükte bahsedilen "sedef", "gönül erkanı" ile hep bu aşktan söz ediliyor. Aşkın can bahşediciliği belirtiliyor. Evet, aşktan başka her şey yok olucudur. Aşk baki olandır. Bunu tatmayan bilmez. Ne mutlu o kişiye ki bu aşkın eline düşmüştür.

Aşık Niyazi Hazretleri, Efendisi Ulvi Hazretlerini Muhammed idrakinin ve aşkının göründüğü, ortaya çıktığı bir insan-ı kâmil olarak görüyor ve ona teslim olmak, adına sanına kadar her şeyini onun yolunda feda etmekle gönlünde Efendisinden başka hiçbir şeyin kalmadığını ifade ediyor. Ve Allah'ı arayan aşıkların, Allah ile aşk merkezi haline gelmiş olan insan-ı kâmillerin gönlünde karşılaşabileceğini vurguluyor.

 

43


SOHBET


Sohbet ne güzeldir...

Eğer...

Hüda'dan olursa.

Kapısında bir kul olup

Ağlamak ister bu gönül

Bu ağlayış ne güzeldir...

Eğer...

Sevdadan olursa.

Yokluk sahrasında

Mecnun gibi kaybolup gitmek

Ne güzeldir,

Leylâ'dan değil, bu kayboluş

Eğer...

Mevlâ'dan olursa.


Hüda ile sohbet nasıl mümkün olabilir? Kapısında sevdadan nasıl ağlanır? Bu soruların cevapları, Hakikati, İlm-i Ledünü bilmeyen kişilerce meçhuldür veya hayali bir tahminden ileri gidemez.

Tarikat çalışmaları yapan kişiler kendi seviyelerini, ulaştıkları mertebeleri rüyalarında gördüklerini söylerler. Allah'ın isimlerini devamlı tekrarlayarak zikir yaparlar, isimlerle konuşurlar, ismin sahibiyle değil.

Şeriat kurallarıyla yetinenlerse ibadetleri sonucunda bir huzur duyarlar.

Bir grup insan da genellikle başları derde girdiğinde Allah'ı hatırlar ve ona sitem ederler.

Bu üç grup insan için de Allah, bu kâinattan soyutlanmış uzakta bir yerde belki göklerin üstünde ve mahiyeti tam kavranılamayan, kullarını denetleyen, onların dualarını duyan, günah ve sevaplarını takip eden bir Allah'tır. Mahiyeti düşünülmez, düşünmek de doğru değildir. O'nunla sohbet etmekse asla olamaz.

Bir diğer grup insan da vardır ki Allah nerede, onunla nasıl karşılaşabilirim, ona nasıl vArabîlirim duygusu yaşarlar. İstedikleri Cennet değil, sadece gerçeği bulmaktır. İşte bu gibiler tek başlarına veya kitaplarla bu gerçeği bulamazlar ama, mutasavvıfların kitaplarını okuduklarında bu gerçeklerin bir insan-ı kâmil, bir mürşit aracılığıyla bulunabileceğini görürler. Bir kaç örnek verelim: Mevlâna Şems aracılığıyla, Yunus Taptuk Emre ile, Hacı Bayram-ı Veli Somuncu Baba ile bu gerçeklere ulaşmıştır.

Muhiddin Arabî "Özün Özü" adlı kitabında bakın ne diyor:

"- Hakikatı anlamak ne şekilde olur?

Bu soruyu şöyle cevaplandırmak mümkündür:

- Ona gerektir ki kendi hakikatine vakıf bir arif bula. Onu bulduktan sonra candan gönülden bağlanıp huylarını huy edine... İrfan sahibinin aslını bulabilmesi için bu yolu tutması gereklidir" (s.30)

Bu tavsiyeyi daha bir çok tasavvuf kitabında da bulabilirsiniz.

Zamanımızda bazı insanlar bunların sadece geçmişte olduğunu, artık insanın kendi kendine de Allah'ı bulabileceğini düşünmekle büyük bir hataya düşmektedirler. Zamanımızın insanı baleyi, müziği, bilgisayarı, tıbbı, mühendisliği kendi kendine kitaplarla öğrenebiliyor mu? Öğrense de tatbikatını yapabiliyor mu? Tabii ki hayır. O zaman Allah'a varmak gibi, önemini kelimelerle ifade edemeyeceğimiz bir hadiseyi insan kendi kendine nasıl gerçekleştirebilir.

Biraz da geçmişteki arayıcılarla bulmuşlar arasındaki ilişkilere bakalım.

Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri, Somuncu Baba'ya bağlanabilmek için müderrisliği, evini barkını bırakarak Kayseri'ye gitmiş ardından oradan onunla birlikte Bursa'ya yerleşmiş ve onunla çeşitli seyahatler yapmıştır.

Kitaplarda okuyup geçtiğimiz bu öyküyü mercek altında incelersek Hacı Bayram'ın nasıl zorluklara katlandığını, işini, aile düzenini Allah'a varmak adına Somuncu Baba için bozduğunu görürüz. Bu büyük fedakârlık onu Hacı Bayram-ı Veli yapmıştır ve ona şu sözleri söyletmiştir:

"Kâmil insan, Hakk'ın gözüdür. Hak âleme onunla bakarak rahmetini ulaştırır. O, varlığın ruhudur da. Beden, ruhsuz ayakta duramadığı gibi âlem de, bir nefes, kâmil insansız olamaz... Onun rahmeti bütün eşyaya ulaşır, hatta ilahî isimlere bile ulaşır. Çünkü bütün eşyanın zuhur ve devamı kâmil insanladır... Bu itibarla kâmil insan Hakk'ın ve halkın kıblesidir. Çünkü bütün eşyanın yöneliş noktası odur... Zira Allah, maddî zuhur alanları dışında mücerred olarak ne müşahede edilebilir, ne de idrak edilebilir... Kâmil insansız Hak bilinemez. O halde kâmil insana ulaşmak, Hakk'a ulaşmanın ta kendisidir. Onu gören Hakk'ı görmüş olur ve onu seven Hakk'ı sevmiş demektir. Ona itaat Hakk'a itaattır ve onun reddettiği Hak tarafından da reddedilmiş demektir. Ona acı veren Hakk'a acı vermiş olur... Onun ilmi Hakk'ın ilmine aynadır. Kısaca, onun zatı Hakk'ın zatı, vücudu Hakk'ın vücudu, ilmi Hakk'ın ilmidir." (Öztürk: "Mevlâna ve İnsan", s. 54)

Allah için içleri titreyenler, O'na varmak isteyenler, O'na varmış olan bir mürşit, bir rehber bulduklarında bunun gerekliliğini gönülleriyle anlarlar. Böyle bir kişiye rastladıklarında Hüda'nın kokusunu alırlar. Rehberlerinin, mürşitlerinin sevgisi onları sarar. Onu hiç yargılamaz, her haline razı olur, ona hizmet ederlerse O'nunla sohbetin Hüda ile sohbet olduğunu anlayacaklardır. Mecnun nasıl Leylâ'yı bulmak için çöllere düşmüşse Allah arayıcısı da mürşidi, rehberi için yokluk sahrasında yol almalıdır. Yokluk sahrası, kendi isteklerinize, değerlerinize göre değil, mürşidin istediği gibi yaşamaktır. Yokluk sahrası, nefsanî, dünyevî, her türlü değeri gönlümüzden çıkarmak, tüm sevgi ve ilgilerden kopmak, hiçbir şeyin bu yolda terk edilemez mahiyette olmamasıdır. Allah vardır, onunla beraber hiçbir şey yoktur. Bizim gönlümüzde de bu böyle olmalıdır. Allah olmalı, onunla beraber hiçbir şey olmamalıdır. O zaman bizden sohbet eden Allah olur, Hüda olur.

Biz önce mürşidimiz, rehberimiz için bu fedakârlıkları yaparız. Mecnun misali yok olmayı göze alırız, sonra anlarız ki bu yok oluşu sağlayan O'nun gönlünde saltanat süren Mevlâ'ymış. Biz yok olmayı tamamladığımızda Mevlâ bizim gönlümüzden de saltanatını sürdürmeye başlar. O zaman sohbet lâfsız ve kelâmsız devam eder gider.


44


CENNET


Cennet,

O, benim gönlümde bir hazine,

Duygularımda mükâfat,

Eğer Sana kavuşabildimse.


Ayaklarımın altında serilmiş

Bana müştak olan

Köşkler,

Saraylar ve ırmaklar

Sensiz hiçbir mânâ ifade etmez,

Eğer cehlimi yenip

Nefsimle savaşabildimse.

Cehennem ben olursam,

Cennetim Sensin.

Vuslâtınla,

Cemâlin ayân olur,

Eğer,

Seninle Sana ulaşabildimse.


"Cennet", Hakikat yolcusu için Hakikate varmak, gerçeği bulmak, gerçeği yaşamak ve onun zevk ve keyfine varmaktır. Cennette olacağı vaad edilen köşk, saray ve ırmaklar Allah gerçeğini bulmak yanında ne ifade edebilir ki. Yunus ne demiş:

"Cennet Cennet dedikleri bir kaç köşkle bir kaç huri,

İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni." (Yunus, Divan, s.5)

Evet, İlm-i Ledün öğrenen kişi için Cehennem, onun kendine ait sandığı varlığı ve o varlığın madde âlemi ile olan bağlantılarıdır. Kişi, her zerre ve kişide Allah'ı görmesi gerektiğini öğrenir ama, bunu pratikte tatbikata sokamaz. O güne kadarki dünyası ona bir Cehennem olur, çünkü çocuğunu kendisinin zannediyordu meğerse değilmiş; anne ve babasını kendisinin zannediyordu meğerse değilmiş; mal, mülk, para ve hatıraları var zannediyordu meğerse değilmiş. Bu kişilerin hepsinde Allah'ı görüp tasdik etmesi lâzım ama, tatbikatta zorluklar başlar çocuğu hastalanır üzülür, oysa üzülmemesi lâzım; kocasına veya karısına kızar veya onu kıskanır, oysa kızıp üzülmemesi lâzım. İş yerinde patronuna veya memuruna sinirlenir, oysa sinirlenmemesi lâzım vb. Daha bir çok konuda eskiden çok normal ve mubah olarak yaptığı davranışlar, artık onun için mubah değildir. Varlığı Allah'a iade etmek için tüm bu davranışlardan vazgeçmesi ve Allah'tan başka bir varlık olmadığından sevinç, üzüntü ve kızgınlık duymaması gerekir.

Tüm bu duygular Allah'a cahil olanların duyguları ve davranışlarıdır. Bunun için mücadele gerekir. Bu bilgiler mücadelesiz tatbikata sokulamaz. Tatbikat sonucunda cehalet ortadan kalkar ve Allah gerçeğine uygun bir bilinçle davranmaya başlarız. Sadece bilgi olup tatbik edilemezse bu da bize ayrı bir Cehennem olur. Bile bile hata yapmış oluruz. Bilgimizle davranışımız eşitlenince bundan bir haz ve zevk alırız, yani Cennete gireriz. Cehennem olan eski bilincimizi yakar, yok eder, Cennet olan Allah bilincine yöneliriz. Mevlâna bu konuda "Divan-ı Kebir"inde (5/96) şöyle söylüyor:


"Bilgi silâhındır senin, silâh da erkeklik alâmetindir.

Erkek değilsen erkeklik alametinin olmaması yeğdir"

Öztürk, Mevlâna ve İnsan, s. 73)

Gerçek Allah bilincine ulaşan, Allah'ta kendini, yani kendi yanlış bilincini yok etmiş demektir (Fenâ Fillâh: Allah'ta yok olma). Bundan böyle Allah ile Allah'ta yolculuk başlar. Karşımıza tekrar dünya elemanları çıkar. Allah'ın halkla ortaya çıkışı görülür ama, halk arasında seviyeler vardır. En tepede Muhammed oturur. Allah'ın Zatı, Muhammed'den başka hiçbir yerde kemâl mertebesiyle görülemez, diğerleri noksandır. Allah gerçeğine bilinçli değillerdir. Allah'ın kendini bildiği yer Muhammed'dir ve zamanımızda da O'nun idrakinde olan kâmil insanlarda görülür.

Kâmil insanlar arasında da Muhammed'i idrak açısından farklar vardır. Her aşık kendi mürşidinden Muhammed'in gözüktüğünü bilmelidir ve diğer mahlûku ve halkı gönlüne sokmamalıdır (Fenâ firresûl: Muhammed'de yok olma). Onlar gelip geçici olan dünyadır. Muhammed ise Allah'ın yüzü, göründüğü yerdir, Mevlâna "Divan-ı Kebir"inde (44/318) dünya ile ilgili şunları söylüyor :

"Aşağılık dünya, bir orospudur. Nerden mi belli? Bir eşi yanında, neredeyse geçti gider, öbürü arkada sıra bekliyor.

Bunu yola saldı mı, öbürünü basar bağrına; ne öpüşü vefadandır onun, ne verdiği elbise lûtfundadır, ihsanındandır onun." (Öztürk , Mevlâna ve İnsan, s.77)

Evet Muhammed'den başka her şey gelip geçicidir. Dünya değerleri, kişiler ve oyuncakları sadece bizim için ve bitmeyecek eğlenceler gibidirler ama, ölüm ile ortadan kaybolurlar. Muhammed ise asla yok olmaz. Dünyaya kendimizi feda edersek kandırmış ama, Muhammed'e feda edersek kazanmış oluruz, çünkü o gerçek Dosttur.

Aşık Niyazi Hazretleri de Allah'ta ve Muhammed'de yok olarak Allah'ın varlığı içinde Muhammed seviyesine ulaşmış, yani Cennetlerin sahibine erişmiştir.


45


Benim aşkımda

Sen,

Senin aşkında

Ben,

İkimizin aşkında

O vardır.

Biz,

Siz,

Hepimiz, O'nun aşıklarıyız

Belki bilerek, belki bilmeyerek.

Cümlemizde sevgili,

Hep O yârdır.


Allah bütünüyle detayına, detayıyla da bütününe aşk duyar. Başka bir deyişle Zatı ile isim ve sıfatlarına, isim ve sıfatlarıyla Zatına bir aşk duyar. Bu bir nevi saçılma ve toplanma hareketidir.

Allah kendini bilmiyorken yokluk halinde (kör nokta) adeta bir cenin gibiydi. Her şey ceninde gizli ama, daha henüz ortada hiçbir şey belli değildi, yani yoktu. Ceninden organlar teşekkül etmeye başlayınca varlık ortaya saçıldı. Cenin gözden kayboldu, vücut görünmeye başladı (kâinat). Vücut gelişti, tekâmül etti. Allah gördü ki hepsi kendisinden ortaya çıktığı halde bazı organlarla kendisini bilemiyor. Bu biliş en iyi şekilde Muhammed'den ortaya çıktı. Allah'ın amacı da bunu temin etmekti. Ezeldeki tasarım buydu. Sırf bu biliş ortaya çıksın diye diğer organlarıyla vücut ortaya çıkmıştı. "Eğer sen olmasaydın, Ben âlemleri yaratmazdım" (Yazıcıoğlu, s.239) hadisi bu gerçeği vurgular.

Tohuma, cenine geri dönme isteğine "aşk" denir. Tohuma geri dönenler, tekrar saçılırlar ama, ilk saçılma ile ikinci saçılma birbirinden farklı görünümlerde ortaya çıkar. Bu aynen bir babanın tohumundan meydana gelen çocuğun babasından farklı oluşuna benzer ("Allah her an ayrı bir şan üzeredir", Rahman , 29).

Tüm kâinat çeşitli katmanlardan oluşmuştur. Geri dönüş bu katmanları tırmanarak olur. Toprak bitkiye dönüşür, bitki insan veya hayvana geçer, hayvan insana geçer, insan da insan-ı kâmile, yani Muhammed'in idrakine, tohuma geçer ama, herkes buna geri dönemez, bazıları hayvanda bazıları beşerde oyalanırlar. Beşerin iniş çıkışları da olur. Neticeye tam olarak ulaşan her devirde bir kişidir ama, ona çok yaklaşanlar daha az yaklaşanlar vardır ve böyle olmak zorundadır.

Şiirde sözü edilen aşk, insan-ı kâmilin, yani Muhammed idrakinin, yani tohumun saçılma arzusu (varlık) ve o idrake ulaşmak isteyen beşerin toplanma (yokluk) arzusudur. Varlık ve yokluk birbirlerine karşı bir çekim halindedir, bu aşktır.

Şiirde BEN - MUHAMMED

SEN - ALİ

O - ALLAH'tır.

Ali, Muhammed'de aşkla yok olunca beşerlikten insanlığa, insan-ı kâmilliğe geçerek Muhammed'e varmıştır. Öncesindeyse Muhammed saçılma isteği, bilinme isteği (aşk) duymuş ve Ali'de kendini seyretmiştir. Burada Ali'nin aşkı da Muhammed'in aşkı da O'nun, yani Allah'ın bilinmesi içindir. Ali ile bilen, Muhammed ile bilinen Allah'tır. Muhammed Ali'yi kendine çekmiş ve sonra Ali ile saçılmıştır.

Aşık Niyazi Hazretleri bu üçlü görüntünün her devirde tekrarlandığını söylemek istiyor. Müridin mürşide duyduğu cezbe, geri dönüş; mürşidin müride duyduğu cezbe, saçılma, ortaya çıkma arzusudur. Mürit isim ve sıfatları, mürşit Zatı temsil etmektedir. Zatın aşkında da, isim ve sıfatların aşkında da O vardır. İkisi de Allah'ın ortaya çıkması amacını taşır.

Aşkın en üst kademesi böyle yaşanırken, alt kademeleri de tüm kâinatta her an yaşanır ama, bu aşk (geri dönüş hareketi), çeşitli isim ve sıfatlardan oluşan varlıkların birbirine olan aşkları şeklinde kendini gösterir, dolayısıyla o kişiler bir başkasına duydukları aşkın gerçekte yok olma, geri dönme isteği sonucu olduğunu bilmezler. Bilseler de bilmeseler de hepsinde mevcut olan Allah'ın isim ve sıfatlarıdır ve Allah'ın Zatından saçılmışlardır. O'na geri döneceklerdir.


46


ŞERİAT


Şeriat bir iskele,

Sen bir gemi,

Hakikat bir denizdir

Sevgilim.


Şeriat iskelesi yıkılırsa,

Gemimiz

Hakikat denizlerinde

Kaybolur.

Halbuki,

Bu ilâhi kanunun

Ne iskelesi yıkılır,

Ne gemisi batar

Sevgilim.


İskele, gemi için,

Gemi, iskele için

Değil,

Her ikisi de deniz için

Yaratılmıştır.

Şeriat iskelesinden

Şu beden gemisine bin

Ve Hakikat denizlerine

Açıl,

Fakat yolculuğun

İskeleden iskeleye olsun

Sevgilim.

Hakikat Allah'ın Zatına, Şeriat Allah'ın isim ve sıfatlarına ait bilgiler içerir. Zatına baktığımızda Allah için kötü, iyi, yüksek, alçak diye kavramlar görünmez, negatif ve pozitif birbirini yok etmiş durumdadır, yani yoktur. İsim ve sıfatları ortaya çıktığında ise bunlar çeşitlidir, negatif de vardır, pozitif de (Celâl - Cemâl). Negatif pozitifi, pozitif negatifi ortadan kaldırıcı etkiler gösterir.

Melekler pozitif (Cemâl) sıfatlardan,

Şeytan negatif (Celâl) sıfatlardan,

Beşer pozitif ve negatif sıfatların çeşitli oranlarda biraraya gelmesinden meydana gelmiştir.

İnsan-ı kâmil ise negatif ve pozitif sıfatların eşit derecede olduğu, yani hiçbir sıfatın belirgin olmadığı, Allah'ın Zatına halife olan (O'nu ifade eden) bir yaratılıştadır. Bu özelliği nedeniyle melekler Âdem'e secde etmişlerdir. Kâmil insanın (Âdem'in) bedeni Zat (Hakikat) deryasında yüzmektedir, ama isim ve sıfatlar âlemine meyletmesi gerekmektedir, çünkü isim ve sıfatlar âlemi olmadan Allah'ın Zatı kendini bilemez ve bilinemez. Zatî sıfatlarından olan Rahmaniyetinin (her şeyin ona muhtaç olması), Rahimiyetinin (kendisine yönelen her varlığın ihtiyacını bahşetmesi) ortaya çıkması için sıfat ve isimlerin kombinasyonlarından ortaya çıkan âlemlere ihtiyaç vardır. Aksi halde Allah, Rahman ve Rahim olduğunu müşahede edemez. Bu sıfatlar yalnız Muhammed'den (insan-ı kâmil) ortaya çıkar; bunun dışındaki hiçbir âlem Rahman ve Rahim sıfatını taşıyamaz. Onun için Hz.Ali "Besmele'nin (Bismillâhirrahmanirrahim - Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla) altındaki nokta benim" demiştir (Nurül Arabî, s.273). Her devirde Allah bu nokta halini yalnız Gavs (herkesin sığındığı ve muhtaç olduğu) ile yaşar. Bununla birlikte insan-ı kâmil, mana yönüyle Zat (Hakikat) deryasına, madde yönüyle de isim ve sıfatlar âlemine yapışıktır. Gönlü zatî isim ve sıfatlarla, bedeniyse diğer âlemlerin gerektirdiği isim ve sıfatlarla bezenmiştir. Gemi iskeleye bağlanmıştır ama, denizdedir. Madde âleminin gerekleri onun için de geçerlidir. O da yer içer uyur hastalanır, sinir sistemi, hormonal dengesi bozulabilir. Bu yönüyle muhtaçtır. Dua eden bir insan-ı kâmil muhtaç olan maddesiyle muhtaç olmayan Rahman ve Rahim olan manasına, gönlüne müracaat eder ve Ubudiyet (kulluk) halini yaşar.

"Yâ Muhammed, Seni âlemlere Rahmet olarak gönderdik" (Enbiya, 107) ayeti peygamberimizin mana yönüyle Rahman ve Rahim olan Allah'tan ayrı bir yönü olmadığını, diğer âlemlerin (melek, cin, beşer, madde) Muhammed'e muhtaç olduklarını ihtiyaçlarının oradan karşılandığını O'nun oluşunun diğer âlemlerin mevcudiyetini sağladığını ifade eder. Dikkat ederseniz "müminlere rahmet" denmiyor, "âlemlere rahmet" ifadesi kullanılıyor; mümin, kâfir, şeytan hepsini içine alıyor.

Hz.Muhammed madde, yani beden yönüyle de inananlara Rahmet olmuştur: Gerek ibadetleri, gerek davranışları ve koyduğu kurallar madde âlemindeki muhtaç durumda olan beşerin kısıtlı ve kayıtlı olan idraklerinin icaplarına göre düzenlenmiştir. "Herkese aklına ve anlayışına göre söyleyin" (Türkiye Gazetesi, 20.1.1994, s.13) hadisi de bu anlamı taşır.

Beşerin selâmeti pozitifini negatiften korumaktan geçer. Tüm Şeriat kuralları da beşerde Cemâl (pozitif) isimleri ortaya çıkarmak amacındadır. Beşerin ruh-beden doğasına bu kurallar uymaktadır. Peygamberimiz

"Sen, sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım." (Keşfu’l Hafâ,2/164)

"Ben Allah'tan, müminler de benden meydana geldi." (Geylânî, s. 69)

gibi hadislerle kendi gönlünün, manasının ruh ve nurunun beşer gözüyle ve idrakiyle anlaşılamayacağını ortaya koymuştur.

"Bana Dünyanızdan üç şey sevdirildi" (Öztürk, Kendi Dilinden Hz.Muhammed, s.186) hadisiyle de kendisinin beşer sınıfından olmadığını vurgulamıştır, fakat bunları herkese değil, yalnız insan-ı kâmil olmaya yetenekli olanlara tam açıklamış veya onların gerçeği kavramasını temin etmiştir. Kendisini tam anlamıyla anlayan Hz.Ali'dir, diğerleri bir sıralama içindedirler.

Aşık Niyazi Hazretleri Muhammed'in gerçeklerine, gönlünde varmıştır. Bunları beden gemisinde taşımaktadır ama, diğer âlemlerin, beşerin bunları idraki yeterli olmadığından gemisini iskeleye bağlayarak, yani kendisini bu beşer âleminin kayıtlarına sokarak iskeleden gemiye binecekleri beklemektedir. Bu bekleyiş denize davettir.


47


Her gelip geçene Leylâ'yı sorma,

Mecnun olmayanlar Leylâ'yı bilmez.

Hırka ile şalın önünde durma

Arif olmayanlar Mevlâ'yı bilmez.


Dertli aşık, eğer talipsen yare

Gönül cevherini sarrafta ara,

Nadandan uzak dur etme müdara

Onlar aşık değil, sevdayı bilmez.


Aşık Niyazi bak, aşkına yanar,

Gönül kadehinden badeler sunar,

Kapı kapı gezme gel başın döner,

Fedai olmayan HÜDA'yı bilmez.


İnsanlar genellikle her konuda bir uzmana müracaat ederler de Allah konusuna gelindi mi bunun uzmanını aramayı akıl etmezler veya bu işin bir uzmanı var dendiğinde "Ben kimsenin idaresine giremem Allah'la kul arasına kimse giremez" gibi ibareler kullanırlar.

· Kimsenin idaresine girmeden ilkokulu bitirebilmişler midir?

· Kimsenin idaresine girmeden, kimse tarafından sınavlara tâbi tutulmadan üniversiteyi, örneğin tıp fakültesini bitirebilmişler midir?

· Kimsenin idaresine girmeden herhangi bir hastalıklarını tedavi edebiliyorlar mı?

· Kimsenin idaresine girmeden, kimse tarafından yetiştirilmeden doçent veya profesör olabiliyorlar mı?


Bu soruların cevabı kesinlikle HAYIR olacaktır.


Bir de şöyle sorular soralım:

· Baleyi bale yapmamış birinden öğrenebilir misiniz?

· Baleyi biraz bale yapmıştan öğrenebilir misiniz?

· Baleyi hiç bilmiyorsanız, iyi bale yapanı sertifikası veya belgesi olmadan ayırdedebilir misiniz?


Bu sorular da HAYIR diye cevaplandırılmak zorundadır.

· O zaman Allah'a varma gibi bir konuda kendi başınıza veya yarı bilgili, yetkisiz kişilerle başarılı olabilir misiniz?

sorusu da HAYIR diye cevaplandırılmak zorundadır.

Gelelim yetkilerin dağılımına ve insanların neden böyle bir tutum içinde olduklarına. Bu tip bir kitabı ilk defa okuyan biriyseniz, Hakikat, İlm-i Ledün diye bir kavramdan daha önce haberiniz yok demektir. Şeriat kurallarınıysa zaten herkes bilebilir. O zaman kişi kimden ve ne öğrenecektir? Evet, ilâhiyat fakülteleri vardır. Şeriat kuralları, Fıkıh, Hadis gibi konularda sizi bilgilendirebilirler. Bunların dışında bir de Hakikat İlminin varolduğu tarihsel araştırmalarla ortaya koyulur ama, dikkat ederseniz bu gibi araştırmalar, Hakikat İlminin o kişilerce yaşanmasıyla değil, yetkililerin ve belgelilerin eserlerinden yapılan alıntılarla ortaya çıkmıştır. Bu kişiler bu yetki belgelerini bir devlet kurumundan değil, kendi mürşitlerinden almışlardır. Şunu demek istiyorum üniversite hocası, tespitler yapar ama, Hakikat bilgilerini nefsinde tatbik etmediği için bu bilgilerin nasıl yaşandığını bilemez.

Yukardaki soruları geliştirelim:

· Bale kitabı okumuş ve araştırmış bir yazar, kendi bale yapmadıysa size nasıl yaptıracaktır?

· Aynı anda pek çok bale hocasından bale öğrenebilir misiniz? Birinde karar kılmalısınızdır.

Allah konusunda da bir arayış içinde olanlar maalesef ne aradıklarını da tam bilmediklerinden orada bir sohbet varmış, burada bir sohbet varmış dolaşır dururlar. Kiminden az, kiminden çok zevk alırlar ama, ruhlarında bilinçlerinde olması gereken değişiklik asla olmaz, yani dansın lâfını duyarlar, bazı dansçıların nasıl dans ettiklerini dinlerler ama, dans edemezler.

Veya bu arayış kitap okumakla yapılır, yani "Dans Öğrenme Sanatı?" kitabından dans öğrenilmeye kalkılır ama, neticede insan dans edemez. Bazı kişilerin dini sohbetleri de bu kitaplardan öğrendiklerini anlatmak şeklindedir. Öğrendiklerini yaşamamışlar, yani kendileri dans edemiyorlarsa başkalarına ne verebileceklerdir?

Kitaplar yazar, "Mevlâna Tanrı eridir". Sen er değilsen, Mevlâna'nın er olması Mevlâna'yadır, sana faydası olmaz.

Netice olarak demek istediğimiz, Hakikat İlmi şeklî bir ibadet olmadığından ve duygusal platformda gerçekleştirildiğinden bunu gerçekleştirmiş olan kişiden başka sizi Hakikatin doruğuna götürecek bir faktör yoktur.

Hakikat mürşidi, belgesini üniversiteden almaz Peygamberimizden beri devam eden "icazet" adı verilen yetki belgesini bir evvelki yetkiliden alır. Bu belgenin anlamı, O kişinin Hakikati şahsında gerçekleştirmiş Allah'a ulaşmış olduğudur. İcazeti (irşat yetkisi) olan bir kişiyi bulduğunuzda ona bağlanmak için bir faktör daha gereklidir o da, O'nun sohbetinden zevk almanız, içinizde ona karşı meyil duymanızdır.

Aşık Niyazi Hazretleri de şiirinde kuru lâfla, sırf bilgiyle bu yolun katedilemeyeceğini dış görünüşün (hırka ile şal), yani ne güzel konuşmanın, ne bilginin, ne sosyal seviyenin, ne tahsilin, ne iyi ahlâklılığın, ne kibarlığın, ne insan idaresinin, ne kültürün, ne sosyal bir kişi olmanın, ne de sade giyimli olmanın Allah'a varmış kişinin ayıracı olamayacağını, ancak ve ancak gönül ve idrak seviyesindeki cevherin, aşkın, sevdanın ayıraç sayılabileceğini belirtiyor.

Kendini feda etmemiş ve bunun belgesini almamış kişi Hüda'yı bilemez. Ancak arayıcı kişinin de aynı fedayı, zorluğu, cefayı çekmeyi göze alması gerekir. Hiç kimsenin onu gönlünün yönlendirmesinden alıkoyamaması lâzımdır. Şiirdeki "Nadandan uzak dur, etme müdara" dizesi de Allah sevdası duymayan cahil (nadan)den uzak dur onlarla ahbaplığı bırak, onlar seni kandırmaya, kendi cahil dünyalarına çekmeye çalışırlar, üstelik bunu yaparken "Senin gibi mevki sahibi, kültürlü birisi, nasıl olup da bir başkasının emrine girer" diye tam bir cahillik örneği verirler. Sen de onların, yani Allah cahili, dünya kültürlülerinin lâfına uyarsan kaybedersin demek istiyor.


48


Bir nazar kıl âşıka cânânım Hazret-i Pîr,

Derdimin dermanısın Lokman'ım Hazret-i Pîr.


"Lü-lü'ül vel mercanın" kıymetin Sen bilirsin,

Aşıklar sarrafısın Sultanım Hazret-i Pîr.


Muhammed Nur'dur adın Arabî'dir mahlasın,

Arap Hoca söylenir ünvanın Hazret-i Pîr.


Hem sahib-i zamansın, mekânda bî-mekânsın,

İlm-i keramet oldu bürhanın Hazret-i Pîr.


Aşık Niyazi senin yoluna kurban oldu,

Şükür Dosta kavuştu şu canım Hazret-i Pîr.


Üçüncü Devre Melâmiliğin kurucusu ve Pîri 1813-1887 yılları arasında yaşamış olan SEYYİT MUHAMMED NUR HAZRETLERİdir. Kitabımızın başında geniş olarak yer verdiğimiz Hazret-i Pîr'in hayatı ve getirdiği yeniliklerden bir nebze bahsetmeden önce bu yeniliklerin boyutlarından ve gerekçelerinden bahsedelim.

Peygamberimiz zamanında Hakikat İlmi çok gizli olarak çok az sayıda kişiye bildirilmiş ve idrakler yeterli olmadığından kimseye açıklanmaması istenmiştir, dolayısıyla Hakikati yaşıyanlar, sadece Şeriatı ve Tarikatı (zikir) yaşayanlardan ayırdedilememiştir. Esasında Hakikati yaşayabilmek için Şerait kurallarının da Tarikat çalışması olan zikirin de bir fonksiyonu yoktur. Hakikat İlmi tek başına bizi Allah'a eriştirir.

Hiç bilgisi olmayan kişi, önce Şeriat İlmiyle Allah kavramını benliğinde hisseder; Tarikat İlmiyle de Allah'ın isimlerini devamlı tekrarlamak suretiyle beyin programını Allah'ın dışındaki düşüncelerden uzak tutar. Bu her iki çalışma da Hakikat İlminin yaşanması için basamak sayılmaz, çünkü bu iki çalışmayı fazlasıyla gerçekleştirdikleri halde insanlar, Allah'ın Zatına ait gerçekleri kavrayamazlar veya bu iki çalışmaya rağmen Allah'a varma isteği ve aşkı kendilerinde belirmez. Sadece Allah'ın rızasını kazanmak ve Cennete girip Cehennemden kurtulmak isterler; Allah gerçeği onları ilgilendirmez.

Tabii ki önce bu çalışmaları yapıp bunu yeterli bulmayanlar ve Hakikati arayanlar olabilir. Bu gibiler Hakikat İlmini öğrendikleri zaman göreceklerdir ki Hakikat İlminin çalışması için, Şeriat veya zikir bir fonksiyon ifade etmiyor, fakat bu gerçeği başkalarına açıklayamadıkları ve idrak ettiremedikleri için, bu gerçeği bilmeyenler, "Allah Yolu" denildiğinde değişmez kriter olarak

o kişilerin Şeriat kurallarını uygulayıp uygulamadıklarını esas alırlar. Bu sebeple Peygamberimizden itibaren Hakikat İlmi, Şeriat ve Tarikat paravanı altında yaşanmıştır.

Zaman içinde kişilerin eğilimleri sonucu, lüzumlu olmadığı halde kişisel ve toplu zikirler, beş vakitin dışında kılınan namazlar arttırılmış, bu durum Hakikat İlminin kişinin bilincinde olması gereken platformundan aşağı çekilmesine neden olmuştur.

Esasta Hakikat yaşanması gerekirken Şeriat ve Tarikat yaşanır hale gelmiştir. Bir başka deyişle Hakikat, ille de Tarikat ve Şeriat çalışmasıyla yaşanabilirmiş görüntüsü verilmiştir.

İşte bu noktada değişiklik gerekmekte ve her yüz senede bir, bir din yenileyicisi zuhur etmektedir. "Allahü Taalâ yüz senede bir bir müceddid-i din meydana çıkarır" (Hadis, Ebû Hureyre, Türkiye Gazetesi, 14.4.1993). Bunların sonuncusu olan Muhammed Nurül Arabî Hazretleri de geçtiğimiz yüzyılın din yenileyicisi, yani Hz. Pîr'idir.

Önemle vurgulamak istediğim bir konu da yapılan değişikliğin asla Hakikat İlminin asıl ve esasına ilişkin olmadığıdır. Aksine Hakikat İlmi lâyık olduğu tahtına oturtulmaktadır.

· Hz.Pîr beş vakitin dışındaki namazları, fazla ibadetleri

· Toplu ve selâvatlar şeklinde yapılan adetli zikirleri

kaldırmakla Hakikatin yaşanmak için başka faktörlere ihtiyacı olmadığını ispat etmek istemiştir ve ispatı o günden günümüze Hakikati yaşayanlardır. Bunlardan birisi de Ankaralı Aşık Niyazi Demirörs Hazretleridir.

Durum böyle olunca, dergâha, inzivaya, şekil ve merasime gerek kalmamış, Hakikat İlminin saltanatı ortaya çıkmıştır.

Bir konuya daha değinelim: Hz.Pîr bu değişiklikleri Melâmiler için gerçekleştirmiştir. Değişikliklerin muhatabı Hakikat İlminin mensuplarıdır; Şeriat ve Tarikat İlminin mensupları değildir.

Genellikle Şeriat ve Tarikat alimleri Hakikat alimlerine Peygamberimizin de fazla ibadet ve zikirler yaptığını söylerler ve hangi gerekçeyle Hakikat alimlerinin kendilerini bunlardan soyutladığını sorarlar.

Bu soruya soruyla cevap verelim. Sayın Tarikat ve Şeriat alimleri niçin Peygamberimizin yaşamış olduğu Hakikat İlmini bilmiyorlar ve yaşıyamıyorlar?

Eğer amaç Peygamberimizin yaptıklarını yapmak, yaşadıklarını yaşamaksa hodri meydan ... Hakikat İlimini bize açıklasınlar ve nasıl yaşayacağımızı tarif etsinler... Demek ki sadece Şeriat ve Tarikatla Peygamberimizin yaşadıklarını tamamen yaşayamıyorlar.

Bu konudaki bazı hadis ve menkıbeleri size aktaralım:

"Şeriat bir ağaçtır. Tarikat onun dalları, Marifet yaprakları, Hakikat ise meyvasıdır" (Geylâni, s.41)

"Allah Miraçta Hz.Muhammed'e nurlarla dolu yetmiş bin kelime söyledi, sonra ona 'Bunların otuz beş binini açıklamakta serbestsin, otuz beş binini gizle' dedi. Bunun üzerine Peygamber Kerim olan Eshaba bu sırların bir kısmını açıkladı. On binine yakınını da Ali'nin kulağına söyledi. Geri kalanını kendi gayb-ül galbında sakladı." (Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri II, s.65)

Buna ilişkin olarak Ebû Hureyre de "Peygamberden bir ilim öğrendim. Onu açıklarsam beni öldürürsünüz" demiştir.

Bir başka hadiste, "İlim ikiye ayrılır. Biri dilde olur ki bu Allah'ın kulları üzerindeki hüccetidir. Bir de kalpte olan ilim vardır ki gayelerin husulü için faydalı olansa budur." (Geylâni, s.23) denilmektedir.

Peygamberimizin herkese açıkladıkları, yani dilde olan, bilinen Şeriat ve Tarikata, az kişiye bildirdiği, yani kalpte olan Hakikate tekabül eder.

Hakikat alimi bu gerçeği bilir, Şeriat ve Tarikat alimini yerli yerinde görür, onlara karışmaz, siz niçin Hakikati bilmiyorsunuz demez. Onları Hakikat imtihanına tâbi tutmaz. Bilir ki çok az sayıda kişi Hakikati anlayabilecektir.

Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Öyle bir ilim var ki gizli bir hazine gibidir. Onu ancak Allah'ın Zatına karşı alim zatlar bilir. O sır konuşulduğu zaman izzet sahipleri inkâr etmez." (Geylâni, s.52)

Buna karşın Şeriat ve Tarikat alimi Hakikati bilmediğinden, varlığından haberi olmadığından elinde yegâne kriter olan zikir ve ibadetle Hakikat alimini yargılamaya kalkar.

Bu durum, bir ilkokul talebesinin, üniversite talebesine "Niçin siz de benim gibi A harfini defterinize yüz kere yazmıyorsunuz?" veya "Ali bana topu at." cümlesini elli kere yazmıyorsunuz gibi sorularla hesap sormasına benzer.

Üniversite talebesi ilkokul talebesine ne cevap verirse versin, o bu cevabı anlayamayacaktır. Ona kendi yazdıklarını göstererek "Senin yüz kere A harfini yazman, yazı yazmayı öğrenmen içindir. Bense artık el yazısı yazıyorum, üstelik ne istersem onu yazabiliyorum" dese ilkokul çocuğu, baktığı yazıyı çözemez. Kendi "A"larını orada göremez. Ve bir türlü yüz kere A yazmanın asıl amacının el yazısı yazmak olduğunu kavrayıp tatmin olamaz.

Üniversite talebesi ise ilk okul talebesinin halini kavrar, çünkü daha önce kendisi de o safhayı geçirmiştir. Bu yüzden hoş görür ve tenkit etmez.

İlkokul talebesinin idraki üniversiteyi kapsayacak durumda değildir. Bazı ilkokul talebeleri, sonradan üniversiteye kadar yükselir ama, bunu hepsi başaramaz. Büyük çoğunluk ilkokul talebeleridir, içlerinden ancak bir kısmı üniversiteyi başarabilir. Netice olarak belirtecek olursak Hakikat Üniversitesine gitmeyenler gidenleri eleştirmeye hak kazanamazlar. Hiçbir üniversite talebesi de ilkokul talebesinin zorunluluklarına mecbur değildir; onun daha büyük zorunlulukları vardır. Bu zorunlukları da ilkokul talebesine anlatabilmesi imkân dışıdır.

Hakikat ehli,

· Nefsini bilmek ve Rabb'ini anlamak mecburiyetindedir;

· Ölmeden evvel ölmek (tüm beşeri vasıflardan kurtulmak, isim ve sıfatlardan soyunmak) mecburiyetindedir;

· Bütün bunları gerçekleştirebilmek için bir Hakikat alimine, bir mürşide hizmet etmek mecburiyetindedir;

· Allah'ı önce kâinatta, sonra kendi gönlünde bulmak mecburiyetindedir.

Hz.Pîr'in yaptığı değişikliklerin en önemlisi Hakikat İlminin makamlarının basit ve anlaşılır ifadelere kavuşturulmasıdır. Bu ifadeler adeta Tevhitin formüle edilmesidir. Bütün mesele bu formülleri günlük hayatın her aşamasında kişinin uygulamaya koyabilmesidir. Mecburiyetlerinden birisi de budur. Bu formüller bir anahtar gibi Allah'a giden kapıları bir bir açar. Kişi bilincindeki kapıları açtıkça ona yeni makamların anahtarları verilir. Söz konusu anahtarlar, makamların sayısınca, YEDİ adettir. Son anahtar ise Hz.Pîr gibi, GAVS makamına yükselmiş olan Hz.Muhammed'in varisinin elindedir.

Hz.Pîr'in 19. Yüzyıl ortalarında gerçekleştirdiği değişikliklere uyanlar ve uymayanlar olduğundan bugünkü tabloya baktığımızda Hakikat, Tarikat ve Şeriat birbirinden ayrılmıştır. Artık Hakikati yaşayanlar Tarikat ve Şeriat paravanı arkasında değillerdir. Hakikat gerçek değerini gösterebilmektedir. Bugün bir Hakikat yolcusu Şeriat ve Tarikatı uygulamadan Hakikati yaşayabilmektedir.

Başından beri gözlerden gizlenen gerçek, açık seçik ortaya çıkmıştır ve bu gerçek de şudur:

· Hakikatin yaşanmak için başka desteklere ihtiyacı yoktur.

· Hakikati yaşayanların bunu anlayabileceklere paravan arkasında göstermesine lüzum yoktur.

· Hakikat Hakikatin kurallarıyla yaşanır; Şeriat ve Tarikat kuralları Hakikatin önşartı olamaz.

· Keramet göstermek, Hakikatin yaşanmasına işaret sayılamaz.

Keramet, Hakikatin icabı olmayan Tarikat çalışmaları sonucu ortaya çıkabilecek olaylardandır. Meditasyon veya özel çalışmalar yapan herhangi bir kişiden de "astral seyahat", "düşünce okuma", "eşyaları yerinden oynatma" gibi paranormal olaylar, kerametler meydana gelmektedir. Eskiden Hakikat, Tarikat ile birlikte olduğundan kişiler inzivaya çekilerek zikir yapmakta, bunun sonucunda pek çok olağanüstü olay kendilerinden meydana gelmekteydi. Bu da Hakikate çekilmiş bir paravandır, çünkü Hakikat İlminde asıl keramet, alınan bilgilerin kişinin bilinç düzeyinde meydana getirdiği değişiklikler ve o kişinin "aşk"a kavuşmasıdır, bunun için Hz.Pîr "Keramet-i kevniye devri geçmiştir, keramet-i ilmiye devri başlamıştır" buyurmuşlar ve Hakikati bir paravandan daha kurtarmışlardır.

Hz.Pîr'e "Arap Hoca" denmesi, yaşamının büyük bölümünün Balkanlar'da (Selânik, Serez, Koçana, Pizren, Üsküp) geçmesi ve Istanbul'da sık sık bulunmasına rağmen, Mısır'da doğmuş olmasındandır.

Vefat ettikleri yıl olan 1887'den bugüne 100 yıl tamamlanmıştır. Geçtiğimiz yüzyılın sahibi Hz.Pîr'dir. Hakikat eğitimi onun kuralları ile yapılmıştır.

Şiirde geçen "Lü-lü'ül vel mercan" inci ve mercan demektir. Hakikatin gerçek değerini ortaya çıkarttığı, onu paravan olan diğer faktörlerden temizlediği için Aşık Niyazi Hazretleri, Hazret-i Pîr'e "İnci ve mercanın kıymetini sen bilirsin" diye hitap etmiştir. Deniz dibinde gizli olan inci ve mercan Hz.Pîr tarafından çıkartılmış ve şaşaası gözler önüne serilmiştir. Bu gerçek pırıltı artık bundan sonra da gözlerden saklanmamalıdır.

Aşık Niyazi Hazretleri, Hazret-i Pîr'e ait yüzyılın sonlarına doğru sürdürdüğü yaşamında ona ait kuralların bekçisi olmuş, talebelerini bu kurallarla eğitmiştir.

 

49


Dinle Kâmil sözünü, davet-i Hüdadır bu,

Erenler sohbetidir, himmet-i Hüdadır bu,

Varlığını terk edip bu yola baş koyanlar

Canâna kavuşurlar, hikmet-i Hüdadır bu.


Şeriatsız hakikat yolu batıldır bugün,

Hakikatsız şeriat yolu atıldır bugün,

Şeriatla hakikat, aşıka dernek düğün,

Mürşitsiz yola girme, rihlet-i Hüdadır bu.


Dostun cefası çoktur, Dostu nara attırır,

Yusuf'u Sultan yapar, Yakup'a yaş döktürür,

Mansur'u Canân eder, Cânın dara çektirir,

Lûtf u kahır içinde devlet-i Hüdadır bu.


Esrar-ı velâyeti Kur'an'da beyan etti,

"Men Reani" sırrını insanda ayan etti.

Aşıkların aşkını âleme imam etti,

Kıl salât-ı daimun kâmet-i Hüdadır bu.


Aşık Niyazi bakma bu görünen seraptır,

Seni bugün aldatır, sonu bir gün haraptır.

Maşûkun emrin tutmak aşıklara sevaptır,

Tut Resûlün emrini sünnet-i Hüdadır bu.


"Erenler sohbeti"yle yapılan davet, Allah'ın "onları kendime ayırdım" dediği kişilere yapılır.

"Kendime ayırdım" demek, onlarla kendi Zatımı, idrak edeyim, onlarla zatî sıfatlarımı icra edeyim, onları bunun için kullanayım demektir. Davet bu yetenekte olanlara, bu amaçla yaratılmışlara yapılır. Allah beşerin çeşitli katmanlarındaki kişilerle, çeşitli isim ve sıfatlarını ortaya koyabilmektedir ve onları bunun için ortaya çıkartmış her birini farklı isim ve sıfatlarla bezemiştir. Bu isim ve sıfatların arasındaki ilişkilerin sağlıklı olması ve kendi vücudu olan bu kâinatın sağlıklı işlemesi için Şeriat kurallarını getirmiştir. Adeta hücreler arası ve beyin - hücre arası ilişkilerin sağlıklı olması için, bu kurallar getirilmiştir. Bunları reddedersek Allah ve kâinat, yani ruh ve vücut gerçeğini inkâr ederiz. Ruh olmadan vücut olmadığı gibi, vücut olmadan da ruh kapasitesini ortaya koyamaz. Allah'ın Zatı ruh, kâinat ise vücut görevini görür. Vücuttaki ayırım ise idare edenler (beyin), idare edilenler (organlar) olarak ortaya çıkar. Ruh ilişkisini beyinle, beyin de diğer organlarla kurar.

Ruhun iradesi, isteği daveti arkabeyinde ortaya çıkar. Arkabeyin önbeyine mesajını bildirir, önbeyindeki merkezler mesaja uygun çeşitli sinyalleri vücuda yayar ve pek çok faktör aynı anda harekete geçerek beynin emrini gerçekleştirir. Örneğin salgı bezleri, hormonlar; sinir sistemi, iletişimi vb. temin eder. Görevler ayrı ayrı ama, aynı amaç içindir.

Kâmilin (beyin) kendine ait bir iradesi yoktur, Allah'ın iradesi geldiği şekliyle ortaya çıkar. Bu açıklamaların ışığı altında düşünürsek:


İnsan-ı kâmil daveti: Allah'ın daveti

İnsan-ı kâmil isteği: Allah'ın isteği

İnsan-ı kâmil gazabı: Allah'ın gazabı

İnsan-ı kâmil sevgisi: Allah'ın sevgisidir.


Misale dönersek Allah'ın vücudunda beyin merkezleri, yani idarî mekanizma işlevi gören kâmiller, Allah'ın vücudunda idarî mekanizmayı oluştururlar.

Allah onlarla herbiri farklı ve birbirine zıt işler yapan beşer katmanlarını ve kâinatı idare eder. Beyinde yer alacaklar için Allah kâmil insan aracılığıyla çağırı yapar. Çağırılanlar için Hakikatsiz Şeriat işe yaramaz, Hakikate ait öyle bir Şeriat (kural, şartlar) uygulanmalıdır ki Hakikatin şahsımızda gerçekleşmesinde etken olsun; kimyasını oluştursun. İşte bu Şeriat (izlenecek yol) bir mürşide bağlanmak ve ona teslim olmak, ona hizmet etmek yoluyla gönlüne girmek, sevgisine ulaşmak, onun alanına dahil olmaktır. Onun için şiirde

"Mürşitsiz yola girme, rıhlet-i hüdadır bu"

denilmiştir. "Rıhlet" göç etmek demektir. Mürşit gönlüne giriş Allah'ın Zatına göç etmek anlamındadır. Bu gönüle girmek ve orada yol almak çok zorlu bir iştir. Hep yönetilirken yöneten durumuna geçmek, eski halimizi terk etmekle mümkündür. Allah'ın bizi "yönetim merkezi" (beyin merkezleri) haline getirebilmesi için, bize bir manevi ameliyat uygulanır. Bu ameliyat, bu değişim çok zorludur. Eski organlar çıkartılır, yerlerine yenileri takılır. Ameliyat olan teslim olursa ameliyat eden mürşit onu isteği gibi keser, biçer. Ameliyat olanın işe karışması, ameliyatı imkânsız kılar. İşte birinci şart, YARGILAMASIZ TESLİMİYET ve FEDAdır.

Şiire dönecek olursak, Yusuf Allah'ın Zatını ifade eder. Allah'ın bizde yönetmeye, hükmetmeye başlaması için Yakup'un, yani eski varlık, eski bilinç düzeyinin yok olması gerekir. Bu yok oluş ıstıraplıdır. Senelerdir kullandığımız organlar, yerinden sökülmektedir. Bu yok oluş bir türlü bitemediğinden ameliyat masasına yatış ile kalkış arasında sıkıntı vardır, çünkü Yakup Yusuf'a henüz ulaşamamıştır.

Hallac-ı Mansur, adeta her vücut hücresinden beyin halini almasını beklemiş, vücut düzenine (Şeriata) uymayan davranışlar yaparak kendisinin Allah'a vardığını herkesin kabullenmesini istemiştir. "Ene'l Hak" (Ben Hakk'ım) diye ulu orta konuşmuş, neticesinde de linç edilmeyi de kabul etmiştir. Bu olay Allah'ın vücut düzenini (Şeriat) korumasıdır.

Mansur'un dara çekilmesi, linç edilmesi, Allah'a gitmek isteyen bir kişi için bir sembol teşkil eder. Mansur'dan Allah "Ene'l Hak" demiştir, yani Mansur'un gönlüne yerleşmiştir ama, karşılığında Mansur'un canı, yani eski varlığı ortadan kaldırılmıştır. Bizler de bu olayı şahsımızda mana olarak yaşayabiliriz. Allah bizden de hükmeder ama, canımızı almak şartıyla.

"Men reani sırrı" bir hadise işarettir. Hz.Muhammed "Beni gören Hakk'ı görür" (Pilavoğlu, s.93) buyurmuştur.

Hz.Muhammed'in gönlündeki aşk diğer aşıklara sirayet eder. Kişinin aşık olması, onu diğer âlemlere idareci kılar, çünkü Allah'ın aşkla bizden görünmesi bizim yönetim merkezi haline geldiğimiz anlamındadır; "imam" da namaz kılanların yöneticisidir.

"Salât-i dâimun" (devamlı namaz), Allah aşıklarının Allah'ın yüzünden gözlerini ayırmamaları devamlı o yüze secde etmeleridir. Bu namazın vakti saati yoktur. Tüm zamanlar bu namazla geçer. "Alimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlıdır" (Geylâni, s.29) hadisi bize Allah'ı bilen kişinin uykusunun bile onu namazından alıkoyamadığını ifade eder.

Allah'ın yüzü olan insan-ı kâmilden olan davet, Allah'ın devamlı namaza davetidir. Resûlullah da bu namazı devamlı kılmıştır. Ümmeti ise buna yetenekli olmadığından beş vakitle sınırlanmıştır. Resûlün sünneti beş vakit namazın dışında her an kıldığı devamlı namaz (selât-ü dâimun)dır. Bu namaz farz değildir, sünnettir. Aşıklar da Resûlün sünnetini aynen icra ederler.


50


AŞK

Aşk,

İlâhi iksir ile

Maddenin mânâ oluşudur.


Aşk,

Kerem ile Aslı'nın

Yanışı,

Leylâ ile Mecnun'un

Mevlâ oluşudur.


Aşk yakar,

Aşk yandırır,

Aşk ağlatır,

Aşk güldürür,

Aşk diriltir diriltir, öldürür.

Aşk,

Ferhat gibi sana

Dağı deldirir.

Aşk,

Aradığını buldurur,

Aşk,

Katrenin umman oluşudur.


Kollarımın arasında sıktımsa

Seni,

Bu ilâhi aşkın

İlk müjdesidir.


Sözlerimle vahdet denizinden

İçtimse bûseni,

Bu ses,

Mühürlü kalpleri açan

"İkra" sesidir.

Bu kâinat kitabını

Okumak istersen

Aşık,

Vech-i Âdem'e bak,

Çünkü insan

O'nun hazinesidir.


Aşk, Allah'ın kendini keşfetmesidir. Varlığını bilmesidir. Otomatik bir fışkırma, ortaya çıkma hareketidir. Aşk bitse kâinat biter ama, Allah'ın hazinesinde varlığında olanlar sonsuz olduğundan aşk ve onun tabii sonucu olan kâinatlar halden hale geçerek devam eder. Diğer bir deyişle aşk bir devr-i daim hareketidir. Allah'ın varlığından çıkanlar adeta bir daire hareketi ile geri dönerler. Bir noktadan çıkıp yarım daire ile en uç noktaya varırlar, sonra diğer yarım daireyle çıktıkları noktaya tırmanırlar. Allah'tan çıkar Allah'a dönerler.

Allah'ın zatından isim ve sıfatlarına fışkırma ve aynı hızla geri dönme hareketinin tümüne AŞK adı verilir.

Sonuçta çıkış ve toplanış aynı hareketin sonucudur. Mana maddeye koşar madde de manaya. Bir pompalama hareketi gibidir, saçar ve içine çeker, tekrar saçar, tekrar çeker...

Aşk önce Muhammed'in nurunu ortaya çıkarttı. Ondan isim ve sıfatları, ondan ruhları, ondan madde âlemini çıkartarak yarım daireyi tamamladı. Geri dönüş hareketi yine aynı yollardan olur. Topraktan bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan beşere (insan) gelir. Beşerin katmanlarını geçer, burada mana ortaya çıkmaya başlar. Ruh ve beden ikilisi belirir.

Beşerdeki geri dönüş hareketinde tekâmülde oyalanmalar vardır, diğer ruhlarla olan iletişimler sürer. Eğer bir ruhta Muhammed'in nuruna geri dönüş isteği belirmişse buna "ilâhi aşk" adı verilir ve yolun sonu yaklaşmıştır. Her yükselişte yükselenle, yükselinen seviye arasındaki cezbe ferdî aşk görünümleri sergiler. Her yükselen, yükselinenle iletişim içindedir. Muhammed'in nuruna yaklaşanlar onun cezbesine kapılırlar, halden hale girerler. Bu kapılma hareketi ancak o nuru taşıyan bir Muhammed varisi insan-ı kâmil suretiyle olabilir.

Beşerin üst kademesi gerçek insan, yani Muhammed nuruna geri dönmüş insan demektir. O nur, kendinden çıkanı kendine çeker. Bu çekim, beşerde aşk şeklinde yaşanır. Burada aşk, aşık ve maşuk aynı işlevdedir. Aşkla çıkılan yolculuk aşkla tamamlanmaktadır.

Aşk, aşık, maşuk gibi ayrı ayrı görülen faktörler, Allah'ın aşkının üç ayrı kesitten görünüşünden başka bir şey değildir. Kendine çeken Muhammed, MAŞUK; çekime giren beşer, AŞIK; çekim gücü de AŞKtır. Aslında Muhammed kendinden çıkanı kendine çekmektedir, tek hareket vardır. İşte ilâhi iksir bu cezbedir; maddeden manaya geri dönüştür.

Kerem ile Aslı hikâyesinde Kerem bizim varlığımızı, Aslı Allah'ın varlığını, Leylâ ile Mecnun hikâyesindeyse Mecnun bizim, Leylâ Allah'ın varlığını simgeler.

Aşk çok çeşitli reaksiyonlara neden olur. Bir hali terk edip, bir hale geçmek, yanma ile mümkün olur. Yanan da ağlar, yangın biter güler, yeni bir yangınla ağlar, yeniden güler. Bir idrakını terkedip yeni bir idrake geçer, yani dirilir. Bir süre sonra bu idraktan da geçmesi gerekir. O idrakı öldürür, yakar, yeni bir idraka dirilir, tâki Muhammed'in idrakına varıncaya kadar. Böylece katre ummandan çıkmıştı, tekrar ummana gark olur.

Şiirin ikinci bölümüne bakarsak: Aşık Niyazi Hazretleri, Muhammed'in nuruna geri dönmüş bir kâmil olarak konuşuyor. Konuşan o nurdur.

Evet, bir beşer, bir insan-ı kâmile teslim olur, bağlanırsa ikisinin birbirine sarılması ilâhi aşkı başlatır. Sohbetler ve hizmetler bu aşkı alevlendirir ve aldığı bilgiler, ona gerçeği idrak et, Allah'tan başka varlık olmadığını anla anlamına gelen "ikra" (oku) hitabı demektir.

İdrakten idrake geçmeyi sürdüren (okuyan) aşık, sonunda tüm kâinatın Muhammed'de (insan-ı kâmil) toplandığını görür. Kâinatın hiçbir biriminde kâinat dürülmüş, toplanmış değildir ama, gerçek insanda toplanma gerçekleşmiş, Muhammed'e dönülmüştür.

 

51


Hoş geldiniz aşıklar, arifler sohbetine,

Mecnun-u divaneye Leylâ'dan haberim var.

Aşık gerek katlana bu yolun mihnetine,

Bu yolda sadıklara Mevlâ'dan haberim var.


Muhammed Mustafa'nın kapısında bir kulum.

Kıblemdir gül cemali, dergâhına gider yolum.

O'nun aşkına yanan aşıka yoktur ölüm.

Gelin size, Habib-i Hüda'dan haberim var.


Kâmilin gönlündedir "Künt-ü Kenz"in esrarı,

Bulursun ol esrarı, verirsen cümle varı,

Şah-ı Ali'dir bugün Velilerin Serdarı,

Gelin size, nokta-i âmâ'dan haberim var.

Yusuf'u köle iken Mısra Sultan yaptıran,

Ol Halil İbrahim'i nara atıp yaktıran,

Yakub'a Yusuf için göz yaşını döktüren,

Eyyüb'e derman olan sevdadan haberim var.


Aşık Niyazi buldu derdinin dermanını,

Erenler meydanında savurdu harmanını,

Aldı Veçh-i Âdem'den beraat fermanını,

İnsan-ı kâmildeki mânâdan haberim var.


"Mihnet" ve "zahmet" neden hep aşıklar için şart olarak ileri sürülür? Zahmetsiz dertsiz Allah'a varılamaz mı?

Evet, insanlar hep bunu beklerler. Kendilerini o güne kadarki değer yargılarına uyan davranışlardan koparmayacak, kendi beden ve ruhlarının rahatını bozmayacak bir ortam olursa ne alâ, yoksa Allah'a varmasan da olur, rahatın bozulmasın da ne olursa olsun. Dünyevî her iş için zamanlar parsellenir, geriye ne kadar zamanım var, onu da arada bir iki saat sohbet dinlemekle idare ederim olur biter. Bu onların içlerini rahatlatır. Maalesef, maalesef, maalesef ki bu böyledir.

Tekâmül hareketine bakalım, bitkiyi hayvan veya beşer yerken bitki ne ıstıraplar çeker. Hayvan insana geçmek için kesilir biçilir yüzülür ve ıstırap insana intibak edip kendi varlığı kalmayana kadar sürer. Beşerlikten insanlığa diğer bir deyimle insanlıktan kâmil insanlığa geçişte de aynı tür ıstıraplar yaşanır. Beşerlik bitene kadar kâmil insanın onu "kesip biçip yemesi", "hazmetmesi" gerekir; bunun için teslim olmak şartı vardır. Mürşidi yargılamamak ve ona her an tasdik edici olmak gerekir. Aksi halde mürşit bizi "hazmedemez", "kusar", "geriye çıkartır". Biz de insan-ı kâmil olmak şansını yitiririz.

Mürşide hizmet başlı başına bir zahmettir. Bu hizmet her yönlüdür zaman, beden, madde, mana bu yolda harcanmalıdır. Ara sıra sohbetini dinleyerek mürşidin bizi "neticeye götürmesi" mümkün olmaz. Misafir seviyesindeki ilişkiler bizi ona yaklaştırmaz. Onun hayatını kendi hayatımız gibi ele alıp önce onun ihtiyaçları, istekleri, onun rahatı için çabalamalıyız. Onun hayatında kendi hayatımızı yok etmeliyiz.

Bir karı koca birbirlerinin her haliyle ilgilenmez, birbirlerine odaklanmazlarsa sonunda ayrılırlar. Mürşit de müridinden böylesi bir ilgi ve fedakârlık görmelidir. Manadaki birliktelik madde ile ispatlanmalıdır. İspatlanmamış sevgi, sevgi değildir; yok hükmündedir.

Birisini hem seveceksin, hem de onun için hiçbir şeyini feda etmeyeceksin, bunun adı sevgi değil, lâf salatasıdır.

Beşer başka bir beşer için her şeyini feda ederken Muhammed'in varisi olan, onun nurunu taşıyan mürşidi için nazlanır, mazeretler ileri sürer, o zaman mürşit de onu beşere doğru geri sürer, kendi hakikatini ona göstermez, daha doğrusu gösteremez. Bu ilâhî bir kanun, bir otomatizmadır ki onun gönlünden akışlar ve onun alanındaki hareketler karşı tarafın gösterdiği fedakârlıklarla harekete geçer ve bizleri kendi dünyasına doğru çeker.

Bir erkek nasıl işveli bir kadına doğru elinde olmadan bir istek duyar ve kendi tohumunu ona ulaştırma çabasına girerse mürşidin gönlü de fedakârlıkta bulunan, kendisi için eziyet ve zahmet çekene doğru, yani işve yapana doğru harekete geçer ve ona tohum atar. O gönül Allah'a ait bir gönüldür, beşer gönlüne benzemez. Fedakârlığın nedeni o gönlü, yani Allah'ın gönlünü harekete geçirmektir. Mürşide hizmet bunun içindir. Hizmet, yani işve olmazsa, mana şehveti harekete geçemez. Her hizmet beşerin nefsinden soyunmasıdır. Soyunma, tahriki yaratır ve vuslata kapı açılır. "Künt-ü Kenz" (gizli hazine) de böylece ortaya saçılır.

Hz.Ali neden velilerin başı, "serdar"ıdır? Çünkü Hz. Muhammed'in hayatını yaşamış, kendi hayatını ona feda etmiştir. Bütün maddî, bedenî, fikrî güçlerini onun için kullanmış, onda yokolmuştur. Neticede Hz. Muhammed'in gönlünden Hz. Ali'ye akanlar, O'nun gizli hazinesini Hz. Ali'ye taşımıştır. Hz. Ali de "kör nokta" olarak anılan Makam-ı Mahmuda (Ahadiyet) ulaşmıştır.

Mürşit-i kâmilin öyle bir gönül alanı vardır ki ona yaklaşırsanız her türlü olay, sizi Allah'tan ayıran perdelerinizi, putlarınızı ortadan kaldırıcı hale yönelir ve mürşitten ortaya çıkan hal ve hareketler sizin putlarınıza yönelik olur.

Meselâ mürşit sizin evinizde değersiz gibi görünen bir eşyanızı beğenir. O eşya sizin için manevi bir değere sahip olabilir. Annenizden hatıra kalmıştır. Mürşit bunu bilmez, şimdi mücedele başlar. "Efendim bunu beğendi, bunu ona hediye etmem lâzım" diye düşünürsünüz ama, putunuz sizi engeller annenizin sizin için daha önemli olduğu meydana çıkar. Halbuki Muhammed anadan, babadan, evlâttan daha çok sevilmelidir. Görürsünüz ki siz hâlâ annenizi daha çok seviyorsunuz. Mücadeleyi aşk kazanırsa anneyi unutup eşyayı mürşide verirsiniz; nefs kazanırsa veremezsiniz.

Bir başka misal verelim: Çok titizsiniz mürşidinizle yürüyorsunuz bir de bakarsınız ki mürşidiniz hep çamurlara basarak yürüyor. Siz de ona uymak zorunda kalır, bir putunuzu daha kırma fırsatı bulursunuz. Eğer mürşidi ikaz eder "Efendim neden çamura basıyorsunuz, bu taraf tertemiz, buradan gidelim" der ona akıl verirseniz kaybeder, putunuzla başbaşa kalırsınız. Bu iki misal çoğaltılabilir. Mürşitle ilişkilerde ana kural YOKLUK olmalıdır.Titizlik feda edilmeli, çamurdan yürünmeli, hasta, yorgun dahi olunsa sağlıktan feda edilerek ona hizmete devam edilmelidir. Yapılan hizmet ne kadar zor şartlardaysa o kadar kıymet kazanır, çünkü bir yok oluş, bir feda söz konusudur.

Meselâ 50.000 lirası olan birisi 50.000 liralık bir harcama yaparsa, 500.000.000 lirası olanın 50.000 liralık harcamasından bin kat değerlidir. Yapılan hizmetin miktarı değil, o kişinin varlığına olan oranı önemlidir. Peygamberimiz, bir tek hurmasından başka yiyecek bir şeyi olmadığı halde, o hurmayı kendisine getiren kişiye övgüler yağdırmış ve en büyük değeri ona vermiştir. Maddi değeri çok daha fazla olan bir çok hizmeti, bir hurmadan aşağı tutmuştur. İşte bu nedenden dolayı daha önce de değindiğimiz gibi, Hüsamettin Çelebi Mevlâna için tüm malını feda etmiştir. Netice olarak söz konusu zorluklar çekilmeden, insan-ı kâmilin sahasına girilemez, yanyana da oturulsa onun gerçeğine varılamaz.

Aşık Niyazi Hazretleri de tüm varlığını bu yolda savurduğunu ve neticesinde mürşidi Ulvi Hazretlerinden beraat kararı olan icazetini aldığını, mürşidinin makamına kendi gönlünde ulaştığını ifade etmektedir.


52


Dün gece Bezm-i meyde badeyî nûş eyledik,

Canımızdan el yuduk, esrarı fâş eyledik.


Bademiz aşktır bizim, nâ-ehil bilmez bunu,

Nefsimizle bu yolda daim savaş eyledik.


Kırdık âr sişesini, mey döküldü meydana,

Aradık, bulduk Dostu, Dosta haldaş eyledik.


Ateş-i aşkta yanan pervaneye dem-be-dem,

Aşk kitabını okutup sırra sırdaş eyledik.


Aşık Niyazi bugün, bezm-i meyde sâkidir,

Ettik anlara sohbet, şöyle bir hoş eyledik.


"Na ehil", ehil olmayan demektir. Her konunun ehil olanı ve naehil olanı, yani konuya vakıf olanı (ehil) ve vakıf olmayanı (naehil) olduğu gibi, Hakikate de vakıf olanlar, anlayanlar ve anlamayanlar bulunur. Herkes bir konuya isitidatlıdır. Bazı kişiler, bazı konuları hiç anlayamazlar. O konuya kapalıdırlar ve anlamadıkları bir konuda olup bitenler onlara tuhaf görünür.

Örneğin, bir ip canbazı canını tehlikeye atan gösteriler yapar. Canbazlık, yapamayacak olan, ehil olmayan kişi bir türlü canbazın hangi akla hizmetle bu tehlikelere atıldığını kavrayamaz ve bir anlamda bu riski lüzumsuz görür.

Hakikati bilenler ve yaşayanların davranışları da buna istidatlı olmayan kişilerce anlaşılamadığı gibi Hakikati onlara idrak ettirmenin imkânı da yoktur.

Şeriat kurallarını uygulayıp Tarikat çalışmaları yapmış olmanın şartlanmışlıkları dolayısıyla şekle bağlı kalışların Hakikati idrak etmede bize zorluklar getirmesi de söz konusudur. Bu nedenle Hakikat öğrenimi için bir mürşide müracaat eden kişi tüm bilgilerini unutmalı, daha doğrusu Hakikatle öğrendiklerinin eski bilgilerine uyup uymadığının araştırmasından vaz geçmelidir.

Hakikatin, bunu anlayamayacak kişilere açıklanması zarar da verebilir. Aldığı bilgileri istismar edip nefsine uydurabilir. Aldığı bilgiler onun dünyasını yıkar, değerlerini sarsar... Şeriatı esas almışken Hakikatle bunları bağdaştıramaz iki arada kalır, ya da Hakikati inkâr eder ve bu inkârından dolayı cezalanmaya hak kazanır. Herkes kendi Cennetinde olmalıdır ve öyledir de.

Asıl olan Hakikate adım attıktan sonra hâlâ Şeriat ve dünya değerlerini Hakikatin yaşanmasına engel olarak çıkartmamaktır. Benim savaşım Hakikate karşı çıkartılan bu engellerledir.

Burada aşk meyi içilir ve sarhoş olunur. Şarhoş ise yaptığı hareketlerden sorumlu tutulamaz. Sarhoş olanlar sakladıkları gerçekleri açığa vururlar; iradelerine sahip olamazlar. Bir meyhanede herkes sarhoşsa mesele yoktur ama, ayık olanlar varsa orada işler karışır. Ayık olan sarhoşu tenkit eder. Sarhoş da ayık olanı fark edemez ki. Fark etse de halini düzeltemez. Şu da bir gerçektir ki meyhaneye gelen, sarhoş olmalıdır. Beklenilen budur. Meyhane bunun içindir.

Hakikate girenler, bir mürşide bağlananlar, aşk şarabı Kevser'in içildiği yere gelmişlerdir. Ar ve namus burada geçmez; gurur ve kibir burada geçmez, burada iyi kötü kavramları değişiktir; burada olan biteni akıl değerlendiremez; değerlendiremeyince de inkâra kalkışır, çamur atar.

Hakikat yolunda can verenler vardır; Şems-i Tebrizî, Hallac-ı Mansur, Nesimi bu yolda can verdiler. Mevlâna çok acılar çekti, oğlu ve çevresi onu anlamadılar, taciz ettiler.

Mevlâna çok şey söylediği halde "En çok söylemek istediklerim söyleyemediklerimdir" dediğine göre, bir de söyleseydi ne olacaktı kim bilir?

Hakikate göre bir mürşidin herkese hoş gelecek, herkesin istediğine göre davranışlar içinde olması gerekmez. Aksine müritlerinin O'nu her haliyle kabul etmeleri gerekir. Ona uyarak onu kabul ederek yol katedilir.

Mürşit kendine göre değil de müridin kafasında canlandırdığı imaja göre olursa, bundan temin edilecek fayda nedir?

Kanımca Hakikati tam gösteremeyeceği, bir başka deyişle Şeriatla, yani iyi ahlâk kurallarıyla kendini sınırlamak zorunda kaldığı bir kişiye bir insan-ı kâmilin faydası dokunamaz. Kendini müridi için belli bir kalıba sokan, sınırlama getiren mürşit ile o mürit arasında manada alış veriş olamaz.

Şems, Mevlâna'nın imajına uysaydı, Mevlâna, Mevlâna olamazdı. Şunu bilmeliyiz ki insan-ı kâmil, bize benzemez, bizim kurallarımız onu bağlamaz. Onun kuralları yoktur. Kuralsızlık kuralını uygular ve bu hali onun zafiyeti gibi değerlendirilirse kayıp başlar.

Meselâ olur olmaz bir şeye sinirlenir, incir çekirdeğini bile doldurmaz bir nedenle etrafına kırıcı davranışlar sergileyebilir. Bugün kabul ettiğini, yarın inkâr edebilir vb. Bunu gören mürit "Bu adamda iş yokmuş" diye düşünürse yargılama başlar.

Şems-i Tebrizî, Mevlâna'ya kitap okumamasını söylemiş. Bu Mevlâna'ya çok zor gelmiş, çünkü babasının kitabını devamlı elbisesinin kolunda taşır, sık sık okurmuş ama, okumayı bırakmış. Bir gün kendini rüyasında kitap okurken gördüğü bir sırada Şems hiddetle odaya girmiş ve "Ben sana kitap okuma demiştim" diye bağırmış. Mevlâna okumadığını söyleyince "Rüyanda okuyordun, demek ki hâlâ içinde bu isteği duyuyorsun, yoksa rüyana girmezdi" (Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri II, s.102) demiş ve hiddetini sürdürmüş.

Bu ve benzeri davranışları hedefleyerek Mevlâna şöyle söylemiştir:

"Efendim Şems-i Tebrizî'nın acayip hallerini görüp bunalıma girdim, sonra aklımı bıraktım rahat ettim." (Türkiye Gazetesi, 23.11.1992, s.13)

Aşık Niyazi Hazretleri benim mürşidimdi, kendisi sohbetler sırasında ve herkesle birlikteyken çok dengeli, umumî ahlâk ve değerlere uyan davranışlar içinde olurdu ve "Sakın davranışlarınızla yolumuza taş attırmayın, şeriata uyun" diye ikazlarda bulunurdu ama, ikiden ikiye olduğumuz zamanlarda kendisi bu sözünün dışında hareketlerde bulunurdu. Biz de ikileme düşerdik ama, teslim olma kuralı geçerli olduğundan yargılamaz "Mürşit ne yaparsa doğrudur" diye düşünürdük. Sonradan anladım ki asıl geçerli olan bu hallere uymak ve onu her haliyle kabullenmektir.

Aşık Niyazi'nin genel tavrıyla özel tavrı arasındaki farklılıklar, kişilerin kaldırabilişlerine, istidatlarına göre ayarlanmaktaydı. Olağanüstü talepkâr olanlara gerçeğe uygun, vasat bir ilişki içinde olup arasıra gelip gidenlereyse kayıtlı ve kamufle davranışlar içinde olurdu; sadece sohbetlere gelmekle yetinen grup çoğunluktaydı. Dolayısıyla "Şeriat ve ahlâka uyma kuralı" zamanla Hakikate karşı kullanılmaya başlandı. Vefatından sonra tek halefi İlhami Doğmuş Hazretleri, Istanbul'da sohbetleri idare etme görevini bana vermişti. Ben, devamlı mürşidin kayıtsız oluşundan belli bir halinin olması gerekmediğinden, mürşide hizmet için her fedakârlık yapılması gerektiğinden bahsettiğimde ve meselâ "Paran yoksa borç al, altınını sat Efendini ziyarete git", "Çocuğunu bırak Efendine git" dediğimde tepkiler almaya başladım, çünkü onlara göre düzenlerin bozulmaması esastı. Hakikatin yaşanması, bu şartların ve düzenin dengesini bozuyorsa olamazdı. Halbuki Hakikatte esas mürşide hizmettir. Mürşidi her şeyden çok sevmek ve feda edilemeyen hiçbir şeyin kalmamasıdır. Sohbetlerde başka evliyanın yaptığı fedakârlıklar dinlenir, duyulur. Mühim olan benzeri şeyleri kişinin kendi şahsında yaşamasıdır. Kahramanlık hikâyesi dinleyerek kahraman olunmaz. Aşık Niyazi Hazretlerinin sohbetlerinde sıklıkla anlattığı bir hikâye aslında gerçeği anlatır ama, anlamak isteyene:

"Bir mürşit ve ihvanları birarada yaşarlarken ihvanlardan bir tanesi ticaret maksadıyla uzak bir memlekete gider.

Uzun bir zaman sonra geri döndüğünde Efendisini bulamaz ve diğer ihvanlara Efendisinin nerede olduğunu sorar.

'Sorma Efendimiz sapıttı, bir Rum çobanın kızına aşık oldu, onunla evlenmek için dinini değiştirdi ve şimdi domuz çobanlığı yapıyor' cevabını alır.

Bunun üzerine diğer ihvanlara 'Andımız böyle miydi? Madem ki Efendimiz din değiştirdi, siz de değiştirmeliydiniz. Madem ki Efendimiz domuz çobanlığı yapıyor, siz de yapmalıyıdınız. Haydi yürüyün gidelim ve onu bulalım' der.

Tam o sırada bir de bakarlar ki Efendileri Rum kızını yanına almış, onu müslüman etmiş geri dönmekte."

Feridettin Attar'ın "Mantık-üt-Tayr" adlı eserinde "Şeyh San'an'ın Hikâyesi" olarak anlatılan bu hikâyede efendiye yapılacak fedanın ve teslimiyetin işaretleri ve ölçüleri açık ve abartılı olarak verilmiştir (Günaydın Gazetesi, 1.12.1994, s.16)

· Hacı Bayram, mürşidi için şehir değiştirmiş, müderrisliği bırakmış.

· Mevlâna, tüm hayatını değiştirmiş herkesi terk edip düzenini alt üst etmiş.

· Yunus, Taptuk için kırk yıl düzgün odun taşımış.

· Sen oturduğun yerden ara sıra sohbet dinleyip sonuca gideceksin öyle mi?

Kanımca bu gerçeği göze alamayanlar, bu yollara adım attırılmamalıdır. Hakikate girmeyenlere sözüm yok. Evet, onlara karşı olan tutumlar ayarlanmalıdır, anlayamayacakları şeyler yanlarında konuşulmamalıdır. Herkese istidadınca konuşulmalıdır ama, kapıdan adımını atıp içeri girenler için Hakikatin kuralları geçerlidir. Buraya dışardan kural taşınamaz. Burada Padişahla (Allah) yüzyüzelik vardır. Padişah sarayın dışı için kurallar koymuştur. Saray dışında bunlara uymazsan kellen gider. Sarayın içinde padişahın o andaki keyfi, kuralları belirler. Padişah sarayın içinde dışarda uygulattığı kuralları bozarsa veya senin bozmanı isterse ona akıl verip kuralı hatırlatırsan ve kural dışı hareketi yapmazsan bu sefer o kural senin kellenin gitmesine neden olur.

 

53

 

EFENDİM


Dün gece sabaha kadar

Gönül meyhanelerinde

Seni arayıp

Durdum Efendim.


Sâkilerden Seni sordum,

Meyde Seni aradım.

Aşkından sarhoş olmuş

Nice

Mestaneler gördüm Efendim.


Senin gönül meyhanende

Sabahladığım geceleri

Hatırladım.

Kadrini bilemedim diye

Dün gece yana yana, kana kana

Ağladım durdum Efendim.


Gecemin karanlığında

Yoluma çıkan

Ayın öndördü gibi Cemâl kadehinden

Aşkı kana kana içtiğim

Gecelerdi onlar.

Seni sanki bir düş gibi gördüm Efendim.

Senin cömertliğinden

Meyler dökülürdü meydana

Can sarhoş,

Cânân sarhoş olurdu.

Ben ise

Senin bir nazarına

Can verirdim Efendim.


Aşık Niyazi Hazretlerinin bu şiiri, dizelerden anlaşıldığı gibi Efendisi, mürşid-i kâmil Yozgatlı Ulvi Durak Erdenilgen'in vefatından sonra yazılmıştır. Efendiye bundan daha güzel, nasıl hitap edilebilir. Tevhit, Hakikat, İlm-i Ledün nasıl bir bilgi, nasıl bir duygudur ki müridi mürşidine canını vermek istemektedir. Tasavvufa ilişkin çoğu kitapta bu kaçınılmaz gerçek pek vurgulanmaz. İlim yönüne ağırlık verilir. Kitaplarda bu ilmin bir mürşitten öğrenileceği de belirtilir. Hizmet kavramı da vardır ama, kısaca geçilir oysa, mürşit, ilmiyle değil gönlüyle müridini bir halden bir hale atlatır.

İlim kitaplarda da yazar, okuyan kişi niçin hayatında bunu reel hale getiremez? Çünkü ilimde yemek nasıl pişer o anlatılır, pişirecek ateş, aşk sizde yoktur. Aşkın ateşi, mürşidinizin gönlünde devamlı yanmaktadır. Kişi mürşide teslim olunca bu aşk alanına girmiş olur. Bu alan sizin aldığınız bilgiyi, bilinç düzeyine getirmenizi temin eder. Mürit bunu bilmez kendim yapıyorum zanneder ama, mürşidini terk edip gitse görecektir ki artık bildiklerini yaşayamıyor.

Bu aşk ateşinden istifade etmek için hizmet kavramı vardır. Bu hizmet yalnızca bir talebenin hocasına saygısı ölçüsünde değildir. Bu konu çok önemlidir hem de çok önemli.

Hizmet sınırsız ve kapsamsız olursa aşk da bize sınırsız ve kapsamsız gelir. Hizmet bedenî; hizmet maddî, hizmet manevîdir. Hizmet ettiğimiz mahal, nasıl bir mahaldir, bunu kavrarsak işimiz kolaylaşır. Aşkın kaynağı haline gelmiş olan kişi, tüm âleme EFENDİ olmuştur. Tüm varlık AŞKtan ortaya çıkmıştır. EFENDİ kavramı bundan dolayıdır. Peygamberimize EFENDİMİZ denilir. Bu, saygıdan değil, onun gerçekten bizim Efendimiz oluşundan, bizi kapsar durumda oluşundan, bizim varlığımızın ona muhtaç oluşundan dolayıdır.

Bu EFENDİLİK, yalnız Peygamberimizindir. Peygamberimiz, varisleri olan evliyadan hükmetmektedir, çünkü evliya onun aşkından ibaret kalmıştır. Gönül ve bilinçte Muhammed ile vuslat hali vardır. Arada bir mesafe kalmamıştır. O kişinin ismi vardır, canı yoktur, canı Muhammed'in nuruna gark olmuştur.

Bu yolun sonunda varılacak hedef gönül seviyesindedir. İsim ve cisim geçici, fani; gönül kalıcıdır, ebedidir.

İşte EFENDİ böyle ele alınırsa ona "EFENDİM" demek bir şey ifade eder, yoksa bu onu diğer insanlardan ayırmak için söylenmiş bir sözcük olmamalıdır.

Tavır ve muamele, ona olan bağlılık, fedarkârlık ve hizmet efendi-kul ilişkisine yakışmalıdır. Mevlâna Şems ile ilk karşılaştığında onu evine getirmiş "Kulun nesi varsa Efendisinindir, dolayısıyla bu ev de sizindir" demiştir.

Altını çizerek dev puntolarla tekrar etmek istiyorum: MÜRŞİT İÇİN YAPILACAK İŞLER NORMAL ÖLÇÜLERDE DEĞİL, PARANORMAL ÖLÇÜLERDE OLMALIDIR.

Burada bir kaç küçük misal de kendimden vermek istiyorum.

Bir gün İlhami Efendime lahmacun ısmarlamayı planlamıştım. O gün çeşitli nedenlerden beş parasız kaldım. Borç alacak kimse de bulamayınca sırf bu niyetimi gerçekleştirmek için kolumdaki bileziği sattım. Oysa Efendimin benim niyetimden haberi yoktu. Evet, Allah için hiçbir engel, engel değildir.

Yine bir gün İlhami Efendim zamanında Ankara'ya gidecek param yoktu. İçimden "Efendim bana yardım edin de geleyim" derdemez kapı çalındı ve sütçü geldi. Hemen ondan borç istedim. O da verdi, ben de Ankara'ya gittim.

Biz Allah için utanma, ar, namus, kibir, gelecek endişesi gibi kavramları feda edersek O'na giden yolu kim kapatabilir. O'nun gönlüne sığınırsak olmazlar, olur hale dönüşür.

Ar u nâmûs verdim yele

Aldım melâmetlik ele

Aşk ile geldim bu yola

Ben giderim kime ne.


Aşıkım diyen canların

Nişanı vardır onların

Giyip melâmet hırkasın

Aşık olurum kime ne.

Sen Yunus'un mirâcısın

Hem can içinde cânısın

Bir cân verip efendime

Bin can olurum kime ne.

(Yunus,Divan, s. 115)

Ankara'ya gitmek istediğimde param olmasa bile biletimi ayırtır, son dakikada bile olsa borç alacak birini bulur giderdim. Efendi eğer bizim her şeye ve şarta rağmen O'nu ziyarete gittiğimizi görürse bize sevgisi, muhabbeti artar. Bizi halden hale geçiren, akıldan aşka terfi ettiren de bu muhabbettir.


"Muhabbetten Muhammed olur hasıl,

Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl."

diyen bir veli ne güzel söylemiştir. Allah, tüm aşıklara EFENDİsini bildirsin, göstersin, O'nun ateşine kendisini atıp yakmayı nasip etsin. Amin.


54


On sekiz bin âlemi kaplamışken vücudum

Bizi ten şarabıyla sarhoş mudur sanırsın

Şems'in ayrılığından niçin düştüm yollara

Aşk odunda pişeni sen böyle mi tanırsın.


Biz Şems ile çıkmıştık yine Şems'i bulmaya

Diyar diyar dolaşıp sorduk nice canlara

Gel bizi bizden başka anlayan bulamadım

Bulsam cübbemi değil can verirdim onlara.


Aşık Niyazi Hazretleri bu son şiirini kendi eseri olan "Aranılan Sevgili" (Hz.Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretlerini Şam'da Niçin Aradı?)de tafsilatlı bir şekilde açıklamıştır.

Kitabın hareket noktası, Şems'in öldürülmesi sonucu Mevlâna'nın onu Şam'da aramaya gitmiş olmasıdır. Konusu ise Şems-Mevlâna aşkının İlm-i Ledüne göre yorumlanmasıdır.

Aşık Niyazi Hazretleri, bu gidişin Şems'i fiziksel olarak bulmak için olmadığını, çünkü Mevlâna'nın Şems'in ölümünden haberdar olduğunu, bu arayışın Şems gibi bir başka kâmil insan, bir Tanrı erinin mevcut olup olmadığının araştırılması amacıyla yapıldığını savunuyor.

Mevlâna ile Şems'in hikâyesini kısaca aktaralım:

Mevlâna, devrinin din alimi olarak sayılan ve sevilen bir şahsiyetiydi, 1244 yılı 23 Ekim günü Şems-i Tebrizî Konya'ya gelip Mevlâna ile karşılaştı ve aralarında büyük bir çekim oluşarak birbirlerinden ayrılmaz oldular.

Mevlâna Şems'in kulu kölesi oldu; onun tüm isteklerine uydu. Onun için talebelerini terketti. Bu durum, etrafı tarafından kabul edilemedi, dedikodu ve fesatlıklar aldı yürüdü. Şems on beş ay yirmi beş gün sonra Şam'a dönerek bunlara son vermek istedi, Şems Şam'a döndü ama, Mevlâna eski dost ve talebelerine geri dönmedi; üzüntüsünden kimselerle konuşamaz oldu ve bu hasret, dayanılmayacak boyutlara ulaşınca oğlu Sultan Veled'i Şems'i geri gelmeye razı etmek için Şam'a gönderdi. Sultan Veled, Şems'i razı edince dönüş yolunda Şems'in tüm ısrarlarına rağmen ata binmeyerek

"Ey Padişahlar Padişahı Seninle eşit olmaya kudretim yok. Hem Padişah ata binsin, hem kul. Buna imkân yok. Sen maşuksun, ben aşığım. Sen Efendisin, ben kulum, hatta Sen cansın, ben seninle diriyim. Benim yaya gitmem, Senin maiyetinde başımı ayak yapıp yürümem gerek"

demiş ve bu uzun yolu yaya olarak tamamlamıştır.

Mevlâna Şems'i şehrin dışında karşıladı ve iki sevgili tekrar kavuştular. Mevlâna'nın sevinci, diğer oğlu Alâaddin'in de dahil olduğu bir suikast planıyla 1247 senesinin 5 Aralık günü tarifsiz kedere dönüşür. Şems'i öldürürler ve cesedi o gün bulunamaz. Bir süre sonra kuyuya atıldığı öğrenilen mübarek ceset gece defnedilir.

Bundan sonrasını Aşık Niyazi Hazretlerinin "Aranılan Sevgili" isimli eserinden nakletmek istiyoruz.



"ARANILAN SEVGİLİ"


"Şems-i Tebrizî Hazretleri Hazret-i Mevlâna'ya ayna olmuş ve kendi aynasında Hazret-i Mevlâna'yı Hazret-i Mevlâna'ya seyir ve müşahade ettirip ayna olmaktan, aynı olmak mertebesine ulaştırmış, 'Beni gören Hakk'ı görür' gerçeğini bizzat yaşatıp, zevkine ulaştırmıştır. Beden elbisesi olarak birbirlerine benzemezlerse de, ikisi de bir nur, ikisi de bir ruh olup birbirlerinin aynı olmuşlar, Şems-i Tebrizî Hazretleri Hazret-i Mevlânâ'dan görünmüştür. İşte Hazret-i Mevlâna bu duygularla dolu bir haldeyken Şems gurub etmiş ve bu ayrılıktan Hazret-i Mevlâna aşkın, cezbenin ve vecdin bir kaynağı haline gelerek coşmuş, mecrasından taşan bir ırmak gibi sevgilinin gezip dolaştığı ve kendisi gibi aşıklarının bulunduğu Şam'a gidip dost kokusunu almak üzere yola çıkmıştır. Bu gidiş mânevî bir gidiş, mânevî bir arayıştır. Bir cisim, bir beden arayışı değildir. Şems-i Tebrizî Hazretlerinin kendisine ulaştırmak istediği gerçeklerin ne dereceye kadar kendisinde zuhur ettiğini görmek ve bunu kendisine gösterecek aynayı bulmak için yapılmış bir seyahatti bu. Yoksa o toprağa değil, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a tapar, O'nun nurunun etrafında pervane gibi döner, tıpkı Şems-i Tebrizî Hazretleri gibi başı ve canı Hak yoluna ezelden feda edilmiştir. Onlar için ölüm vuslattır. Kim ki Allah'a aşıktır, o vuslattan kaçar mı? Bu hadiselerin bir sebep, bir bahane olduğunu onlar birbirlerine defalarca anlatmışlar ve bu yüce duyguların zevkine varmışlardır. Duyulan üzüntüler, feryat ve figanlar cesede taptığı için değil, aynanın kırılıp bir iken yüzbin, belki de daha fazla parçalara ayrılmasındandır. Bir kimsenin bir aynada mı, yoksa yüzbin aynada mı kendisini seyretmesi daha hoştur? İşte Hazret-i Mevlâna bu imtihanı Şems-i Tebrizî Hazretlerinin lûtuf ve himmetleri ile vermiş, yüzbinleri tevhit edip BİR'e ulaşmışlardır. O gün yer ile gök, Cennet ile Cehennem arasındaki mesafeler kalkmış, birlik güneşinin nuru her iki âlemi de hükmü altına almıştır. Batından zahire, evvelden ahire akıp giden bu sefer, bu sınama kıyamete kadar devam edecek ve bu imtihan nice saltanatları hâk ile yeksan ederken bu yolda baş ve candan geçenlere ölümsüzlük şerbetini sunup her iki âlemde de sevgilinin huzurunda olma lûtfunu bahşedecektir.

İşte bu arayış, bu yolculuk Şems-i Tebrizî Hazretlerinin kutlu elinden ebedîlik şerbeti içen Hazret-i Mevlâna'nın gezdiği diyarlarda dost kokusunu alabilir miyim ümidi ile yapılmıştır.

Bu hadiselere yakinen şahid olan Sultan Veled Hazretleri de "İptidâ-name" ve "İntiha-name"sinde bizim düşüncelerimizi teyid eder mahiyette ve rumuzlu sözlerle Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şehadetini, babasının bu durum karşısındaki üzüntü ve hisleri ile Şam'a olan seferlerinin hakiki manasını şöyle izah etmektedir:

'Mevlâna, Şam'da Şemsettin'i bulamadı ama, O'nun sırrının ay gibi kendi varlığından doğduğunu gördü ve dedi ki: Beden bakımından ondan uzağız ama, cansız, bedensiz, ikimiz de bir nuruz. İster onu gör, ister beni. Ey arayan kişi ben 'Oyum, O ben...'

Yine Sultan Veled Hazretlerine göre, 'Şam'a bir keklik gibi giden Hazret-i Mevlâna, Konya'ya alıcı bir doğan gibi döndü. Katreydi, coşup umman oldu. Yüceydi, aşkla daha da yüceldi. Aradığı kendinde göründü.' ifadeleriyle anlatılan gerçek işte budur.

Şems-i Tebrizî Hazretleri, Hazreti Mevlâna'yı Hakk'ın sıfatlarıyla nurlandırmış, kendi varlığında ona Hakikat Şemsini seyir ve müşahade ettirmiş, O'nu yer âleminden gök âlemine, beden hapisanesinden ruhlar âlemine, fânîlik diyarından bekâ âlemine ulaştırmış, her türlü kayıttan uzak, hürriyeti sevenler yurduna huruç ile Allah'a vuslat etmesine sebep ve hizmet etmiştir. Sebepler örtüsünü yüzünden kaldırıp müsebbibe ulaşan Hazret-i Mevlâna'nın, tekrar sebeplere dönebileceğini düşünmek büyük haksızlık olur. Hakk'ın kemaliyle tecellîsine mazhar olan insan, bu tecellîyi yine insanda görür, fakat her insan bu lûtfa mazhar değildir. Şems-i Tebrizî Hazretlerinde bu tecellîyi gören Hazret-i Mevlâna, Şam'a bu maksatla gitmiş, sevgilisinin gezip dolaştığı bu yerlerde Hakikat Şems'ine mazhar bir kimse, Hakk'ı gören bir göz aramış, fakat Şems-i Tebrizî Hazretlerini kendisi gibi lâyıkıyla anlayan bulamayıp Nur-i ilâhinin kemaliyle kendisinde tecelli ettiğini görerek, cihana ışık saçan Hakikat Şemsi'nin bir mazharı olarak Konya'ya dönmüşler ve Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsiyetini, Kuyumcu Selâhaddin Hazretlerinde bularak kendisi ile uzun seneler hem-dem olmuşlardır." (s.17-19)

"İlâhî arzunun özenerek yetiştirdiği Hazret-i Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretleri ile karşılaşmadan evvel, dinin bütün merhalelerini katetmiş, zahirî ve bâtınî umdelerine vâkıf olarak yetiştirilmiş, zahiren ûlema, bâtınen kıymetli bir sûfi olarak cemiyete atılmış, etrafındakilere kendi bilgi ve feyzinden ışıklar saçan bir kaynak haline gelmiş bulunduğu bir sırada manevî ufkunda doğan Şems-i Tebrizî Hazretleri ile karşılaşmışlar ve kendisinde muazzam değişiklikler yaratan aşk ve cezbeye nail olmuşlardır.

İşte Hazret-i Mevlâna'yı cihana mâleden, bizlere tanıtan, Allah'a noksansız olarak vâsıl eden, ilmin ve irfaniyetin sonsuzluğuna ulaştıran, ahlâk ve fazilet örneği yapıp, aşıkların Kâbesi durumuna getiren hal, bu buluşma ile başlamış ve Hazret-i Mevlâna'nın kalbine düşen bu ilâhî aşk kıvılcımı, kendisini baştan aşağı yakıp kül ederken varlığını yeniden ihya etmiş, Hak yolunda gidenlere sonsuz ışıklar saçan bir nur haline getirmiştir. Hazret-i Mevlâna, evvelce bunu bir bilgi olarak biliyor, hissediyor, fakat bir gün gelip nefsinde tahakkuk edeceği anı ümitle bekliyordu. İşte bu buluşma anı gelip çatmış ve Hazret-i Mevlâna'nın bindiği atın dizginlerini tutan Şems-i Tebrizî Hazretleri: "Ey Molla-i Rum" diyerek vuslatın ilk adımını atmıştır. O anda duyulanları o anda yaşanılanları bizim kâlemimiz yazmaktan âcizdir, çünkü o dem ilâhî aşkın bedenlerden çıkıp zahir olduğu, gökyüzünde şimşek gibi görünüp yeryüzüne nüzul ettiği andır. O gün Akdeniz ile Kızıldeniz birleşmiş, İki Cihan Serveri Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellemin Şahsında Ali ve Fatıma buluşup inci ve mercanlar zuhur etmiş, Hazret-i Muhammed Ali'sine kavuşmuş, madde ile mana bir vücut olmuşlardı. Her şeyin huzur ve saadetini aslına rücu etmekle mümkün kılan ilâhî kuvvet, Hazret-i Mevlâna'yı da yanarak aslına vuslât eden Kerem gibi, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında Aslına kavuşup huzur ve saadetin, aşk ve cezbenin sonsuzluğuna ulaştırmıştır.

Şems-i Tebrizî Hazretlerinin manevî şahsiyetinden âb-ı hayat şerbetini içen Hazret-i Mevlânâ, ölümsüzlük diyarına huruç edip yokluğuyla ve şüphesiz olarak bu âlemde iken Allah'a vuslat etmiş, her türlü lûtuf ve ihsana şüphesiz olarak onun varlığında kavuşmuştur.

Kendisini ölümsüzlükle şereflendiren bir varlığın arkasından ağlayıp feryat etmek, kendisini yokken varlık âlemine ulaştıran bir kudretin kaybolduğuna inanmak, "Her şey helâk olacaktır, illâ Allah'ın Veçhi bâkî kalacaktır" fermanını kendisine defalarca okutan bir insanı tanımayıp onun maddî varlığını Tebriz'de Şam'da aramak gibi, bir düşünce ile Hazret-i Mevlâna'yı mütalâa etmek, Hakikatle her an karşı karşıya olan bir kimseyi gaflette gibi görmek, herhalde haksızlıkların en büyüğü olacaktır ve İlm-i Ledün ile hakikî gerçekleri birbirine ulaştırıp ilâhî aşkın tecellisine mazhar olan Şems-i Tebrizî Hazretleri ile Hazret-i Mevlâna'yı mana bakımından anlamamış bulunacağız.

Eğer Şems-i Tebrizî Hazretleri ile Hazret-i Mevlâna'yı anlamak ve gittikleri yolun hususiyetlerini bilmek istiyorsak, onların yaşadığı manevî âlemin içerisine girip Hak aşıklarının arasına katılmamız ve kendileri ile hem-dem olmamız lâzımdır.

Sır, Hakikat, ilâhî emanet dediğimiz gerçekler ve Allah'ın varlığına bu âlemde kavuşma yolları Kur'an-ı Kerim, Hadis-i Şerifler, ehl-i Hakikatin sözleri ve kitapları ile bizlere duyurulmuş ve ulaştırılmış olmakla beraber, kaç kişi bu sırları ve gerçekleri yalnız okumak ve işitmekle anlamış ve lezzetine varabilmiştir. Hiç şüphesiz ki bizlere duyurulmak istenilen bu gerçekler, yalnız okumak ve yalnız işitmekle hiçbir zaman anlaşılamamış, lezzetine varıp aşkına düşememiş ve kendi varlığımızda bu hakikatleri yaşayıp tahakkuk ettirememişizdir." (s. 21-23)

"Bir çok kimseler Allah'a aşık olduklarından bahsederler. Halbuki onlar Allah'ın Zatına değil, adına aşıktırlar. Allah'ı görmeden, bilmeden, tanımadan aşık olmak nice mümkün olur. "Men reani fakat real Hak" fermanı "Beni gören Hakk'ı görür" gerçeğini müjdelerken Hak yüzünün insan yüzünden görüleceğini ve bu insanın da Habib-i Hüda, Hazret-i Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellemin şahsiyetini varlığında yaşatan, yokluğunu bilerek varlığını idrâk etmiş, Hakk'ın tecellisine mazhar insan-ı kâmil olacağını bizlere duyurmuşlardır.

İşte bu lûtfa Şems-i Tebrizî Hazretlerinin varlığında erişen Hazret-i Mevlâna'nın ufkunda, bir seher vakti doğan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin nurlu parıltısı, Hazret-i Mevlânâ'nın gönlünde ilâhî aşk olarak alev alev yanmış ve kâinatı bu nur ile aydınlatan Hazret-i Mevlâna'mızdan, Hak aşıklarının gönül ve duygularına vahdet deryasının ilâhî aşk pınarları akarak manevî susuzluklarını giderip Hakk'a vuslat imkânı bulmuşlardır. Onların birleşmesinden meydana gelen ilim, feyz ve aşk meş'alesi daha nice gönüllerde kendini göstermiş ve bu ilâhî kıvılcım kalpten kalbe sıçrayarak şu fâni âlemin karanlıklarını nura gark etmiştir." (s.26-27)

"Mesnevi-i Şerifi okumamız, bizlerin doğrudan doğruya irşat edilmemiz için değil, bir insan-ı kâmil bulup onun rehberliği altında bu ilâhî duygulara ulaşabilmemiz için tavsiye edilmiştir.

Önümüzde yalnız Mesnevi-i Şerifi okumakla yetiştiğini iddia eden kimselerle Mesnevî-i Şerifin tarif ettiği insan-ı kâmil vasıtasıyla yetişenlerin canlı misâllerini görmek ve aradaki muazzam farkı müşahede etmek her zaman mümkündür. Cümle peygamberanın ve evliyaullahın sözlerini ve eserlerini anlamak için onların vâkıf olduğu İlm-i Ledünü bilmek, görmüş oldukları mânevî makam ve mertebelerinden haberdar olmak lâzımdır ki Hazret-i Mevlâna da bunlardan birisi olup eserlerini rumuz-u enbiya sırrı ile kâleme almış ve ehli tarafından lâyıkıyla da anlaşılabilmesi için rumuz-u enbiyanın tahsilini arzu edip yakınlarına tavsiye etmiştir.

Şems-i Tebrizî Hazretlerinden kâinat kitabını okuyan Hazret-i Mevlâna da aynı duygular ve metodlarla yetişmiş, senelerdir okuduğu kitapların ve eserlerin manasını Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında bulup çözmüş ve bu ilâhî duygularla yazılmış kitapların bilhassa işaret edip arzu ettikleri netice Hazret-i Mevlâna'nın Şems-i Tebrizi Hazretleri ile buluşup evvelce dört elle sarıldığı kitaplarının havuza atılması ile tahakkuk etmiş ve Hazret-i Mevlâna bundan sonra nefsinin ve kâinatın kitabını okuyarak aradığına vâsıl olmuştur. İşte bunun içindir ki Hazret-i Mevlâna bizlere Mesnevî'sini tavsiye etmiş ve onun manasında gizli bulunan insan-ı kâmili aramamız için rehberlik etmiştir. Çünkü O, hakiki aşka ve vuslata Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında kavuşmuş ve bizlere bu duygularını 'Divan-ı Kebir'inde: 'Şems-i Tebrizî'nin güneşi ile birleştiğim zaman canım sevinç içindedir' diye tattırmaya çalışmış ve 'Tebrizli Şems-ül Hak, her aşıkının gönlünü tâ Sultanının huzuruna kadar götürür' sözleriyle anlatmak istediğimiz hakikî manayı bizlere daha açık olarak duyurmuşlardır.

Hak ve Hakikat yollarında gidenler için kendi şahıslarına malettikleri ilim dahi perde olmakta ve arzu ettikleri menzile vuslatı imkânsız hale getirmektedir.

Şems-i Tebrizî Hazretlerinden ilm-i zahir bakımından kat kat üstün olan Hazret-i Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretleri ile karşılaşınca, tahsil etmiş olduğu ilimlerden bahsedip kendisinin devrinin en büyük âlimi olduğunu ileri sürücek olsaydı, karşımızda bugün hürmetle eğildiğimiz Hazret-i Mevlâna'yı bulamaz ve ondan tecelli eden bir çok lûtuf ve feyizlere nail olamazdık. O, Şems-i Tebriz-i Hazretleri ile karşılaşınca bilgisi ve ilmi ile değil, 'Divan-ı Kerbir'inde yazmış olduğu, 'Ey Tebrizli Şems! Himmet et de ben sende daha çok yok olayım ve Sana olan hayranlığım daha çok artsın' diyerek Şems-i Tebrizî Hazretlerinin gerçek varlığı karşısında yokluğunu anlamış ve bu idrâk ile de en büyük lûtfa ve himmete nail olmuşlardır." (s. 33-35)

"Daha evvelce de arz ettiğim gibi, Hazret-i Mevlâna bu lûtfa kendisinde mevcut ilâhî cevherin meydana çıkmasında büyük hizmet ve himmetleri bulunan Şems-i Tebrizî Hazretleri karşısında yok olmayı ve yokluğunu idrâk etmeyi bildiği zaman erişmiş ve bunu her türlü haliyle gösterip canlı misâller ile şahsında tahakkuk ettiğini isbat etmiştir.

Bir gün Şems-i Tebrizî Hazretleri medresede:

'Her kim Peygamberi görmek istiyorsa Mevlâna'ya baksın. Peygamberlerin karakteri, huyu, ahlâkı ve iç temizliği ve Tanrı erlerinin rızasına bağlılık kendisinde mevcut olup bugün Cennet, Mevlânâ'nın rızasında, Cehennem gazabında tecelli etmiş ve Hazret-i Mevlâna Cennete anahtar olmuştur. Yeryüzünde O'nun benzeri olmayıp ister usûl, ister fürû, ister nahiv, ister mantık olsun bütün fenlerde en üstün seviyeye ulaşmış ve bu fenlerin erbabı ile boy ölçüşebilecek bir kudrete sahip olduğunu yaşanmış hadiselerle göstermiştir. Bu hususta O, onlardan daha iyi ve daha zevk-i selim sahibidir. Eğer ben, akılla yüz sene çalışsam, O'nun ilim ve hünerinin onda birini dahi elde edemem, fakat O, lûtfunun olgunluğundan ötürü, benim yanımda onları bilmiyor gibi gözüküyor.'

diyerek Hazret-i Mevlâna'nın bu yoldaki büyüklüğünü anlatırken yine O'nun manayı maddeye nasıl tercih ettiğini bizlere duyurmuş oluyorlar. Şüphesiz ki her şeyin mevcudiyeti, o şeyin taşımış olduğu manayı anlatabilmek için zahir olmuştur. Maddeden murat manadır. Bizler manaya ne kadar sırtımızı dönersek dönelim, bu nizam-ı âlem yine hükmünü icra edecek, maddeler manaları haykırarak bir nehir gibi önümüzden akıp gideceklerdir." (s. 35-36)

"Şems-i Tebrizî Hazretleri Hazret-i Mevlâna için büyük bir mana taşımakta, aşık ve maşuk birbirlerine lâyık oldukları itibar ve ihtimamı göstermekte adeta yarış etmekteydiler.

Rivayet ederler ki bir gün Şems-i Tebrizî Hazretleri Cenab-ı Hakk'a,

'Yâ Rabb'i kendi örtülü olan sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum.'

diye arzu edince, Cenab-ı Hak:

'İstediğin gibi herkesin gözünden saklı, güzel ve mağfirete nail olmuş kimse, Belh'li Sultan-ül Ulema Bahâ Veled'in oğludur.'

diye cevap vermiş ve Şems-i Tebrizî Hazretleri O'nun yüzünü görmek isteyince, Cenab-ı Hak:

'Öyle ise şükrâne olarak ne verirsin?'

buyurmuşlar ve Şems-i Tebrizî Hazretleri de

'Başımı veririm, çünkü başımdan başka bir şeyim yoktur.'

demiş ve bunun üzerine Şems-i Tebrizî Hazretlerine Cenab-ı Hak'tan:

'Maksadına ve istediğin şeye ulaşman için RUM diyarına git'

diye ilham gelmiş ve bu ilham kendisini diyar diyar gezdirerek Hazret-i Mevlâna'nın bulunduğu Konya'ya ulaştırıp iki sevgilinin birleşmesinde yardımcı olmuştur. Şekerciler Hanına inen Hazret-i Şems, bir oda kiralayıp tıpkı zamanın tüccarları gibi, odasının kapısına kıymetli bir kilit asıp anahtarını da boynuna takarak çarşıda bu şekilde dolaşmaya başlamış ve bu hareketi ile de kendisinin aşk ve manevî ilimler tüccarı olduğunu ilân etmek istemiştir.

İşte bu hazırlıklar ve arzular içersinde birbirini arayan aşık ile maşukun buluşmaları, cihan şumûl bir hadise olmuş ve iki gönül sultanının birleşmesi ile kâinatın sırları çözülmeye başlamıştır. İlk buluştukları an, kırk gün bir hücrede kalan iki aşık kısa zamanda mekân ve zaman kayıtlarından kurtulmanın, ebediyen hürriyete kavuşmanın lûtfuna erişince o andan itibaren medresede ders vermeyi, mimberlerde va'zetmeyi, yüksek makamlara geçip oturmayı terketmiş ve

'Yerim bütün ediplerin makamlarından yüceydi; defterimi, kitaplarımı terk ettim, elimdeki kâlemleri kırıp attım. Şems'in gelişi ile ruh sahifeleri üzerindeki yazıları ve sırları okumaya başladım.'

diyerek şahsındaki değişiklikleri bu güzel ifadelerle bizlere duyurmuşlardır. "(s. 37-38)

"Hazret-i Mevlâna'ya Karatay Medresesinin açılış merasiminde

'Baş köşe neresidir?'

diye bir suâl sorulmuş ve Hazret-i Mevlâna bu suâle:

'Aşıkların baş köşesi Dost'un kucağıdır.'

diyerek yerinden kalkıp ayakkabılığın yanında oturan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin yanına oturmuşlar ve bu olayla Şems-i Tebrizî Hazretlerinin yüceliğini ve Dost'un varlığına mazhariyetini Konyalılara ve orada hazır bulunan alim ve bilginlere adeta tanıtmak, duyurmak istemişlerdir." (s.39)

"Hiçbir devirde ve yerde Peygamberler hariç, Cenab-ı Hakk'a vuslat doğrudan doğruya tecelli etmemiş, ancak bu imkân aşıkalara yine bir insan vasıtasıile nasip olmuş ve cümle İslâm evliyası bu lûtfa kendilerinden evvel gelen insan-ı kâmillerin rehberliği altında erişmişlerdir.

Hazret-i Mevlâna'nın manevî hayatına ışık tutan bu insan-ı kâmiller, başta babası olmak şartıyla kendilerine düşen vazifeleri yapmışlar ve Hazret-i Mevlâna'nın yetişmesinde ellerindeki bütün imkânları kullanarak kendisine faydalı olmaya çalışmışlar ve bu hizmet en son Şems-i Tebrizi Hazretleri ile tamamlanarak dünyanın feyiz ve ışık aldığı Hz.Mevlâna'nın yetişmesi sağlanmış ve aşıkların Kâbesi ünvanına lâyık bir şekilde, etrafındakilere, İlm-i Hakikat, feyiz, aşk ve cezbe saçan bir kaynak haline gelmişlerdir. Bilinmeyen bir ülkede elinde hiçbir imkân bulunmayan bir insanın seyahati ne kadar tehlikeli ve korkunç ise, rehbersiz olarak maneviyat ülkesini seyir ve müşahedeye çıkmak da aynı şekilde korkunç ve tehlikelidir, çünkü insan aklının ve zanlarının mahkûmudur. Akıl ve zan ise daima tehlikeli olup sahibini her an felâketin kucağına sürüklemekten uzak kalmaz. Aslında mahlûkatın sayısınca Hakk'a giden yol mevcut olup bunun keyfiyetini ve nedenini, bir kâmil vasıtasıyla yokluğunu idrâk edip hakikatte Hakk'ın varlığına ulaşandan başkası bilemez ve sevgiliye kavuşmanın zevkini nefsinde duyamayacağı için, Hazret-i Mevlâna bizlere:

'Bir Pîr'e mürid ol, zira Pîr'siz bu sefer çok âfet, korku ve tehlike ile doludur. Bu genç olan bahtıma Pîr adını vermişim, çünkü o günlerin gelip geçmesiyle değil, Tanrı tarafından Pîr olmuştur. O, bu dünyada zamanın Pîr'i değil, doğru yolun Pîr'idir'

diyerek, içinde ilâhî aşkın harekete geçip kaynaştığı gerçek aşıklara, sırat-ı müstakîm kervanına katılıp kervancı başının rehberliği altında yollarına devam etmelerini tavsiye etmişlerdir." (s.41-42)

"İşte Hazret-i Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şahsında Hakk'ı bulmuş ve aradığı sevginin nişanlarına Şems-i Tebrizî Hazretlerinin varlığında rastlayınca tereddüt etmeden bütün mevcudiyeti ile teslim olmanın örneğini vermiş, Hak aşıklarına gerçek bir misâl olmanın bahtiyarlığına erişmiştir.

Kıymetli eserlerinden biri olan 'Divan-ı Kebir'ini okuyunca şaşırıp hayrete düşmemek elde değildir, çünkü Hazret-i Mevlâna bu eserinde âlemlerin Rabb'ini mı vasfediyor, yoksa Şems-i Tebrizî Hazretlerini mi anlattığını idrâk edip içinden çıkmak mümkün değildir. Bu yüce vasıfları bir kulun üzerinde düşünüp tahayyül etmek aklın ve mantığın dar kalıbına asla sığmaz ve bu hâl ancak aşıkların idrâkine yakışan bir tasvir olup gerçek aşk ve bu ilâhi duygular, mürşidine bu ışık ve düşünceler altında teslim olanlar için mümkündür." (s.42-43)

"Bu duygulara ulaşmak bir şeyhlik ve tarikat mevzuu değildir. Bu bir aşk ve arzu işi olup herkesin önünde hürmetle eğileceği bir ilim mevzuudur. Bu ilim, hiçbir kimsenin inhisarında olmayıp Cenab-ı Hakk'ın tahsis ve lûtfuna bağlı bulunmakta ve dilediğine ihsan etmektedir. İşte bunun içindir ki sözlerimiz arayıcısına ve taliplere hitap etmekte, merak saikası ile dahi olsa Hazret-i Mevlâna'yı öğrenmek ve anlamak isteyenlere Hazret-i Mevlâna'nın kıymetli eserlerindeki satırları değil, Hazret-i Mevlâna'yı sinesinde taşıyan ariflerin sadırlarını gösterip canlı 'Mesnevi'lere ve 'Divan-ı Kebir'lere baş vurmalarını arzu ve temenni ederim." (s. 45)

"1247 senesi Aralık ayının 5. günü şehitlik rütbesine ulaşan Şems-i Tebrizî Hazretlerinin şehadeti Hazret-i Mevlâna üzerinde büyük bir tesir bırakmış, Cemâl-i İlâhî'nin vahdet yüzünü kemâliyle müşahede ettiği maşukunu, maddeten kaybetmenin üzüntü ve heyecanı ile feryad edip gerçek aşıkların üzüntü ve heyecanıyla feryat edip gerçek aşıklar yanında mürşidin kıymetli varlığını maddeten kaybetmenin ne demek olduğunu kâinata anlatmak istercesine yollara düşmüştür. Çünkü yeryüzünde Dost'la beraber olmaktan güzel bir şey bulunmadığı gibi, dünyada O'ndan uzak kalmak kadar da üzülecek bir şey yoktur.

İşte Hazret-i Mevlâna'nın üzüntü ve heyecanı bu ayrılıktan dolayı meydana gelmiş, kâinatı seyir ve müşahede ettiği aynası, yine kâinatta sır olup Hazret-i Mevlâna, sevgili mürşidini kendinde ve on sekiz bin âlemde seyir ve müşahede etmenin zamanı geldiğini hatırlatan ilâhî bir duygunun tesiri ile yollara düşerek mecrasından taşan bir ırmak gibi sevgilinin gezip dolaştığı ülkelere doğru akıp gitmiş, uğradığı her memlekette 'Dost kokusunu alabilir miyim?' diye, ümid ettikleriyle konuşarak, Hak yolunda giden her kervanın önüne geçmiş, sevgilisinin nişanlarını anlatıp haberler almak istemiştir. Tebrizi'in temiz ve pâk elbisesine bürünerek, vahdet ve mana âleminden gelen dinin Şemsi, Hazret-i Mevlâna'nın benliğini o şekilde kaplayıp istilâ etmiş ki her zerresinden ayrı bir Şems-i Hak nidası yükselmiş ve bu ilâhî aşkın yaptığı tesiri Hazret-i Mevlâna'nın üzerinde görenler, 'Bu nasıl aşktır?' diyerek hayrette kalıp kendilerini bu sonsuz heyecanın içerisinde bulmuşlardır.

Cenab-ı Hakk'ın 'Yeryüzünde lâyıkıyla Allah diyen bir kişi bulunduğu müddetçe kıyamet kopmayacaktır' fermanını işiten ve bilen Hazret-i Mevlâna, bu gerçekten aldığı hız ve kuvvetle, sevgilisini arayıp bulmak üzere yollara düşmüş, zamanının sahipsiz olamayacağını kabul etmekle beraber, arayıp bulmanın lüzumuna da inanmıştı. Şems-i Tebrizî Hazretleri bu âlemden göçeli yerler ve gökler yasa boğulmuş, sanki gönülleri gaflet, yeryüzünü karanlıklar kaplamıştı. Dünyada O'nun yerini tutacak kimse yoktu. O aşkın ve cezbenin kaynağı, aranılanın kendisiydi. O, surette bir kişi olarak gözükmüş, fakat hakikatte var olan O'ndan başkası değildi.

'İşte şu anda ben O'nun suretine ağlıyorum, çünkü âlemlerde O'nun varlığının bulunduğunu, yine O'nun suretinden duymuş, öğrenmiş ve görmüştüm.

Fakat O, bu ayrılık âleminin cefasına daha fazla tahammül edemeyip bir yıldız gibi gözlerimizin önünden akıp gitti. Tebriz'in pâk ve temiz elbisesini soyunup gözden kayboldu.

Hayır! Hayır! O gözden kaybolmadı, belki gözlerimizin arkasına gizlenip gözlerimizden gören, kulaklarımızdan işiten, gönlümüzden hisseden, hayatımızda yaşayan oldu. Bilmeyenler, tanımayanlar için kınında bir kılıçken, kınından sıyrılıp âlemlere hükmeden Zülfikâr oldu, fakat benim için, gördüğüm ilk andan itibaren kınından sıyrılmış bir kılıçtı, neden kâinat kınına saklandı, yoksa bu onların bitip tükenmeyen ilâhî âdetleri midir?

Âlem, yürürken ardında yeşil otlar biten Hızır'ı aramakta, Sen ise benim Hızır'ım olmuş, beni ölümsüzlük diyarına ulaştırıp huzur ve saadete eriştirmiştin.

Elinden yudum yudum içtiğim âb-ı hayat ile ben ve bütün kâinat bir daha ölmemek üzere dirilmiştik. Aşkın ve sarhoşluğun cazibesine kapılmış, beraber ulaştığımız sonsuz lûtufların şükrünü eda edip ey sevgili, Sana olan minnet hislerimi anlatamadan ayrılıp gittin. Eğer şimdi ardından koşup Seni arıyorsam kaybettiğim için değil, yollarında gözyaşı döküp feryad ediyorsam gafletimden dolayı sanma. Bu heyecan ve tezahürler bambaşka bir hissin menbaından gelmekte. İster istemez duygularımın esiri olmaktayım. Beni affet, çünkü kıble tamamen bozuldu; mihrabımı kaybettim. 'Küfrüm iman, imanım küfür oldu.' Şu anda kendimi Kâbe'nin içinde buldum. Ne tarafa döneceğimi şaşırmış, dündüğüm her tarafta Sana vuslat etmiş bir hale geldim. Kâh çöllerde Senin ardından gider gibi günlerce koşuyor, kâh subaşlarında eğlenip bağrı yanık yolculardan ve yüce kervanlardan Seni soruyorum. Nerede bir ışık görsem, orada Senin varlığını ümit edip ardına düşüyorum. Yeryüzü bana Tebriz kesildi; ben kâinata ışık ve nur saçan Şems-üd dinimi arıyorum, çünkü Şems-üd dinsiz Tebriz'i düşünemiyorum; Şems-üd dinsiz Tebriz bana çok karanlık geldi.

Sen yolumuzda baş verdin, biz yollarında can verirsek çok mudur? Hem sensiz olan canın ne kıymeti var. Eğer bugün bir devlete eriştimse o Senin lûtfun ve himmetinin eseridir. Seni, hem âlemlerden saklamak isitiyor, hem de âlemlere ilân edip gözlerden perdeyi, gönüllerden gafleti kaldırmak arzusundayım. Senin saltanatında Ayaz gibi ayağından çarığı, sırtından postunu çıkartıp, sultanın mevki ve rütbelerine sahip olmak, manevîyat libaslarını giyinip yedi katlı sarayında salınıp dolaşmak ne güzel şey.

Her zerresi ayrı ve eşsiz güzelliklerle dolu bu âlemde, Sensiz hiçbir şeyin zevkini bulamadım. Kaf Dağı'nın ardındasın dediler, elimden tutup beni Kaf Dağı'nın tepesine çıkarttın. Tur-î Sina'da bin bir kelâm konuşursun dediler, tecelli edip sine dağımı erittin, Yakup gibi ağladım, can Yusuf'umun gömleğini getirdin, İsmail gibi teslim olunca Halil-i Rahman'ım oldun. Ey, canıma can verenim, aşıka maşuk, maşuka aşık olmanın devletine Seninle eriştim. Sen Muhammed'e Ali, Ali'ye Muhammed'sin. Belki de hem Ali, hem Muhammed'sin.

Eğer bir gün gönlümün kararı kalmaz, aramızdaki perdeyi kaldırır, Seni aradığım halde, Sana çok yakın olduğumu cihana ilân edersem bunda benim vebalim var mıdır? Sensiz ne tedbirim, ne de kararım kaldı. Okutmuş olduğun o ilâhî aşk kitabının sahifelerini çevirdikçe, şimdi hep Seni görüyor, Senin vasıflarını okuyor, Sen hiçbir şeye benzemezken, her şeyi Sana benzetiyorum.

Bir seher vakti manevîyat ufkumda görünen Çin padişahının dillere destan sırma saçlı güzeli, gel şimdi Sen nerdesin? Gel, ey Tebriz'in padişahlar kolunda yetişen şahini, gönüllü olarak tuzağına düşmüş, arzulu olarak sırma saçlarına bağlanmışım. Her seher vakti ufuklara bakıp Seni bekleyecek her gece yollara düşüp yıldızlardan gittiğin diyarları soracağım.

Eğer şu âlemde bir tek arzum varsa, o da her zaman seninle olmak, senin hil'âtler bahşeden nazarlarına hedef olup mana âleminin sonsuzluklarına ulaşmaktır. Seninle olan gecelerim gündüz, gündüzlerim gece gibi. Belki Senin yanında gece ve gündüz birleşmiş, karanlık geceler yerine nurlu sabahlar doğmuştur.'

Manevîyat âleminin sultanı, aşıkların Kâbesi, Hazret-i Mevlâna, bu ilâhi duygular ve heyecanlı tezahürler içerisinde yoluna devam etmiş, sevgili rehberi Şems-i Tebrizî Hazretlerinin hiçbir zaman gurub etmeyecek olan manevî varlığını bulmak üzere ardına düşüp nefsinde tahakkuk eden ilâhî gerçeklere ayna olabilecek Hakikat Şems'ini aramayı kendisine vazife edinmişti." (s.46-51)

"Cenab-ı Hak, mealen:

'Ben kıyamet günü Zatımla tecellî edeceğim. Bu dünyadan âmâ olarak gidenler orada da âmâ olarak kalacaklarından, Zatımı görmeye muktedir olamadıkları için beni inkâr edecekler ve ben sonra onların zannı üzere tecellî edeceğim. O vakit işte bizim Allah'ımız budur diyecekler.'

Kur'an-ı Kerim'den öz olarak aldığımız bu Hakikat, bir gerçek olup gaflet ve zan içersinde yolunu bulmak isteyenlerin halini ne güzel anlatmakta ve bize Zâtı ile tecellînin ehemmiyetini bildirerek Cemâl-i Vahdete ulaşmamız için zandan kaçıp kıyamet günü Zatıyla tecellî edecek olan Cenab-ı Hakk'ı tasdikle gerçeğe ulaşmamız arzu edilmektedir." (s.52)

"Resûlullah Efendimizin 'Salihlerin anıldığı yere rahmet yağar' buyruğuna karşılık Hazret-i Mevlâna 'Bizim anıldığımız yere Allah yağar' buyurmuş, velâyet kılıcı ile perdeleri yırtıp hakikatleri aşikâr etmişlerdi. O öyle bir bakırdı ki Şems-i Tebrizî Hazretleri ile karşılaşınca kimya olmuş, fakat bu lûtfa erişemeyen kimseler O'nu yine bakır görmüşlerdi. Şimdi Hazret-i Mevlâna öyle bir bakırdı ki kendisine ulaşanları kimya haline getirip Cenab-ı Hakk'ın varlığının onlarda tecellî etmesine hizmet ve yardım ediyor, vahdet diyarından nişanlar ve müjdeler getiriyordu.

İşte bunun için Hazret-i Mevlâna:

'Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir, ister kâfir, ister mecusi, ister putperest olsan da gel, gel tövbeni yüz defa bozmuş olsan da gel'

diye çağırmış, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin kendisine açmış olduğu rahmet kapılarını O cihana açmış; ümitsizlere ümit, gönüllere aşk, dertlere derman olmuş, Hakk'ın sürme kutusundan Hakk'ı talep edenlerin iç ve dış gözlerine sürme çekip Hakk'ın ve kâinatın sırlarını kendilerine göstermiş, aşıklık davasında bulunanlara baş ve candan geçmenin lûzumunu belirtmişlerdir." (s.59)

"Hazret-i Mevlâna zahirî rütbe ve ilimler bakımından kat be kat kendisinden aşağı bir durumda olan Şems-i Tebrizî Hazretlerine neden bu kadar hürmet ve itibar etmiş; kendi varlığını O'nun yolunda heba edercesine çalışıp bütün mevcudiyeti ile Şems-i Tebrizî Hazretlerine bağlanmış ve O'na olan teslimiyeti ile aşkını çekinmeden cihana ilân edip 'Şems-i din'in Tebriz'inden madem ki nimetler geldi Tebriz'den ve Şems-i din'den başka her varlık nazarımda yoktur' diye haykırmış; yalnız dış yüzünü görenlerin gözlerindeki perdeleri yırtıp varlık âleminin Şems-i Tebrizî Hazretlerinin bir cüz'i olduğunu söylemiştir?

İşte bu sırrın manasını çözebilmek için onların içinde yüzdüğü mana denizinin derinliklerine dalmak, Cennet'in bal, su, şarap ve süt ırmaklarından meydana gelmiş Kevser Şarabından kana kana içip mestlik diyarının aşıkları arasına katılmak lâzımdır.

Hazret-i İsa için Meryem, Hazret-i Yakup için Yusuf, Hazret-i Musa için işlerine akıl ermeyen Hızır nasılsa, Hazret-i Mevlâna için de Şems-i Tebrizî Hazretleri öyledir. Hazret-i Mevlâna, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin Tebriz'ini Meryem'e, Şems-i dinini şahsına teşbih etmiş, Hırıstiyanlara İsa, Musevilere Musa, aşıklara Yusuf olmuş, cümle Peygamberlerin hususiyetlerini şahsında toplayarak iki Cihan Serveri Hazret-i Muhammed Mustafa' (S.A.V.) ya lâyık bir Dost ve vâris olup bu madde âleminden göçüp giderken her dinin mümessili ardına düşüp 'O mana âleminin padişahı, bizim yol göstericimiz, bizim rehberimizdir' diyerek göz yaşı dökmüşlerdir.

İlm-i Ledün kitaplarda yazmayan, fakat gönülden gönüle mayası aşılanan Cenab-ı Hakk'ın Zatına ait bir ilimdir ve bu İlm-i Hakk'a talip olan kimseler tahsil ederler. Bu ilim dünyanın da, ukbanın da ötesinde bir ilim olup buna Maye-i Muhammediye veya Hakikat-i Muhammediye de denir. Yeryüzünde yaşarken Hakk'a vuslat etmeyi arzu eden veya bu aşkı şahsında duyan kimseler, her şeyden evvel kendilerine bu yolda rehberlik edecek, İlm-i Ledüne sahip bir kimseyi bulmalıdırlar, çünkü Hazret-i Mevlâna bir eserinde

'Bir kimseye istediği kadar ömür verseniz ve önüne odalar dolusu kitap getirseniz, yine Hak ve Hakikati anlayamaz ve Hakk'a vuslat edemez, illâki bir insanın himmetine nail olup bu Hakikat İlmini O'ndan tahsil etmedikten sonra'

diyor. Eğer bizlerin de bu vadide bir inanç ve arzumuz varsa, kendilerine inanıp imân ettiğimiz bu mutlu kişilerin sözlerinden ve irşatlarından faydalanıp Hak yoluna bu duygularla girip pervane gibi atılmamız ve ateş-i aşkta yanmamız lâzımdır." (s. 69-71)

"Hazret-i Mevlâna, bir gün kendisini methedip yüce vasıflarını sayan ve bu vasıfların Şems-i Tebrizî Hazretlerinde olmadığını söyleyerek inkâr eden bir şahsa: 'Bizde gördüğünüz bu nur, bu ululuk ve bu vasıflar bize gönlümüzün Sultanı Şems-i Tebrizî Hazretlerinden intikâl etmiştir. Eğer bu sıfatlar onda olmasaydı, bize nereden gelirdi?' diyerek, hakiki dostluğun Dost'un rengine boyanmak olduğunu anlatmıştır." (s. 73)

"Lâmekân âlemine yükselmek isteyen taliplerin, Tanrı erlerinin ruhuna ve gönlüne girmesi lâzımdır, çünkü Tanrı erlerinin gönlü suret, şekil ve mekân âleminden arınıp mekânsızlık âlemine huruç etmiştir. Bunun delilini istersen sana göstereyim: O senin yanında bulunduğu ve bir mekân ile de kayıtlı olduğu halde, sen O'nu yine tanıyamaz ve Hakk'a vuslat edip lâmekân âleminde mekân tutmuş o gerçeği aradığını söylediğin halde bulamaz ve göremezsin. Kim bilir senin hayatında nice kutlu kişiler karşına çıkmış, fakat sen de onları görecek göz olmadığı için kendilerine sırtını çevirip lâmekân âleminin mensuplarını aradığını iddia etmişsindir. İşte Hazret-i Mevlâna böyle bir lûtfa erişince gaflete düşmemiş, 'Şems-i Tebrizî'nin ayağı ruhların başları üzerindeydi; O'nun ayağını bastığı yere ayağını koyma başını koy' diyerek Hak dostlarının yüceliğini bizlere anlatmışlar ve Tanrı erlerinin yüzünü görenlerin kıyamet günü soyuna sopuna şefaatçi olacaklarını bildirmişlerdir." (s. 73-74)

"Hak yolunda gidenler için 'Ölmeden evvel ölmek' bir lûtuf olup bu ölümü Hazret-i Mevlâna gibi ercesine tatmak, her talibe nasip olmamıştır. O, Şems-i Tebrizî Hazretlerine tıpkı bir mevta gibi teslim olmuş ve Ali'yyül Mürteza gibi de Muhammed'ine inanıp iman etmiştir. İşte Hazret-i Mevlâna'yı yükselten ve bu yüce vasıflarla şereflendiren O'nun bu aşkı ve teslimiyeti olduğu gibi, Hakk'ı arayan ve Hak yoluna talip olanların da muradı, bu imtihanın neticesine bağlıdır." (s.74-75)

"Maneviyat âleminin sultanlarına, bu derece inanış, bu derece bağlanış ve teslimiyet akıl ve mantık sahiplerinin havsalasına belki sığmayabilir, fakat insanlık âlemi şunu iyi bilmelidir ki dünyanın ve ukbanın saltanat ve saadeti, o yüce insanların gönüllerinde saklı bir hazine olup bugün medeniyet dediğimiz kuvvetin baş edemediği lûtuf ve saadetlerin yüzlerce misli Onların nazarlarında ve bilgilerinde saklıdır. Onlar kâğıtlar üzerine yazılmış bir kitap değildir ki okuyabilesin, Onlar yalnız gökyüzünde görülen bir güneş değildir ki aydınlanıp ısınabilesin, Onlar tabiatın rahmeti değil ki akıp giden bu vahdet pınarlarından faydalanabilesin. Onlar öyle bir kitaptır ki her harfinden binlerce kitap yazılmış, Onlar öyle bir güneştir ki güneş dahi nurunu onlardan almış, Onlar öyle bir rahmettir ki bir nazarda kâinat suya gark olup Tanrı rahmetine kavuşmuştur." (s.75-76)

"Bizim Peygamberimizin dini aşktır; biz aşktan meydana geldik" diyen Hazret-i Mevlâna'nın Mesnevî-i Şeriflerinden aşağıya aldığım parçaları, evvelâ yazıldığı gibi, anlamaya çalışmanızı ve bilâhare altındaki Ledünnî izahına geçip aradaki farkları ve bağları görmenizi arzu ederken Hazret-i Mevlâna'nın fikir ve sözlerini her şeyden evvel bir ilâhî aşk süzgecinden geçirip bir an için de olsa ifade ettiği manaların engin ufuklarına dalmanızı tavsiye edeceğim." (s.87)

"Bakın mana ufkumuzda her gün yeni bir tecellî ile doğan Hazret-i Mevlâna bizlere neler anlatıyor ve bizler bunları nasıl anlıyoruz:


ÖRNEK 1:

Bir gün Hindistan'a mal almaya gitmek üzere hazırlık yapan tüccarlardan birisi, ailesinin fertlerine 'Size Hindistan'dan neler getireyim?' diye sormuş ve onların arzularını öğrenmişti.

Bu tâcirin kafes içerisinde bir de Dudu kuşu vardı, tâcir ona da sordu, 'Sen ne armağan istersin?' diye.

Dudu kuşu da tâcire, 'Hindistan'da benim hemcinslerim var, onlara benden selâm söyle ve burada kafeste olduğumu anlat, sonra sana ne derlerse ve ne yaparlarsa gel bana haber ver' dedi.

Tâcir Hindistan'a gidip mallarını aldı, çocuklarının ve ailesinin siparişlerini temin etti ve tam döneceği zaman Dudu kuşunun dediği hatırına geldi. Onun arzusunu da yerine getirmek üzere ormana giden tâcir, orada kendi Dudu kuşu gibi kuşların bulunduğunu ve uçtuklarını gördü. Yanlarına yaklaşıp içlerinden en büyüğüne:

'Ey Dudu kuşu, sizin cinsinizden benim de evimde kafes içinde bir Dudu kuşum var. Size selâm gönderdi' diyince, Dudu kuşu kanatlarını çırpıp yere cansız düştü. Tâcir bu hadiseden çok müteessir olup 'Keşke söylemeseydim. Herhalde hasretine dayanamayıp öldü' dedi ve bu hislerle memleketine döndü. Tâcir ailesine ve çocuklarına hediyelerini dağıttığı bir sırada Dudu kuşu da kendi armağanını sorunca, tâcir:

'Şikâyetlerini ve selâmını ormanda sana benzeyen Dudu'ların en büyüğüne söyledim, o da senin selâmını ve şikâyetlerini duyunca kanatlarını çırparak yere düşüp öldü' dedi.

Bu haberi duyan kafesteki Dudu kuşu da kanatlarını çırparak kafesin içinde ölür. Tâcir buna çok üzülür, 'Selâmını ona söyledim o öldü; geldim buna haber verdim bu öldü. Keşke söylemeseydim iki kuşun ölümüne sebep oldum' diyerek kederlenir.

Tabii ölü kuş kafeste tutulamayacağından tâcir kafesin kapağını açıp ölmüş olan Dudu kuşunu dışarı çıkarınca, kuş hemen uçar ve yakında bir ağacın üzerine konar. Bunun üzerine tâcir Dudu kuşuna:

'Peki bu şekilde kafesten kurtuldun, fakat bütün bu olanlardan muradın neydi?' diye sorar ve Dudu kuşu anlatır:

'Efendim, ben sizinle hemcinslerime selâm ve haber gönderdim. Ben filân yerde kafesteyim bu kafesten, hapisten nasıl kurtulurum diye sordum. Hindistan'daki Dudu kuşu da bana, yapmış olduğu hareketle ölmeyince kurtulamazsın dedi ve ben de öldüm, ölünce siz de beni kafesten çıkardınız ve şimdi kafesten kurtulup hürriyetime kavuştum' demiştir.


AÇIKLAMA:

Bu hikâye, Mesnevî-i Şerifin birinci cildinde yazılı olup mana ve bilgi bakımından bizlere çok şeyler öğretmekte ve bir kimsenin bu âlemdeyken ihtiyarî ölümle ölmedikten sonra ten kafesinden kurtulup Hak sırlarına ve Dost vuslatına erişemeyeceğini anlatmaktadır.

Bu hikâyede tâcir sensin, çünkü Cenab-ı Hak seni bu âleme gönderirken namütenahi zenginlikler ve sıfatlarla süslemiştir. Hindistan'a ticarete gitmen, ruhlar âleminden , yeryüzüne zuhur etmendir. Ailene ve çocuklarına hediyeler alman, nefsinin ve duygularının bu yeryüzünde nasiplerini vermen demektir. Kafesteki Dudu kuşu senin ruhun, kafes cismindir. Hindistan'da serbest ve hürriyet içersinde gezen Dudu kuşları, senden evvel Hak vuslatına erişmiş, yokluğunu idrâk edip Hakk'ın var olduğunu anlamış, yalnız nefsinin ve cisminin esiri olmadığını isbat etmiş Hak dostlarıdır. Senin Dudu kuşunun kafesten kurtulmak üzere selâm ve haber göndermesi, ruhunun ilâhî duygulara ve Allah aşkına karşı bir meyil hissetmesi ve bunun gerçekleşmesi için ne şekilde hareket etmeni öğrenme arzundur. Hindistan'daki Dudu kuşunun yaptığı hareket de senden evvel Hakk'a ulaşmış bir kimsenin, sana Hakk'a vuslat etmek istiyor ve bu ten kafesinden çıkmayı arzuluyorsan 'Ölmeden evvel ölmen' lâzım geldiğini tavsiye eden sözleridir. Ölmeden evvel ölmek de, bir insan-ı kâmilin ilim ve terbiyesi ile kendine mal ettiğin hiçbir şeyin senin olmadığını sana anlatıp izah ile seni ikna ederek bu âlemde cismaniyetin esiri olmaktan seni kurtarıp Hakk'a kavuşturması demektir. Size bir veçhesini anlattığım bu hikâyenin, Ledünnî manası ile sizlerin hikâyeyi ilk okuduğunuz zaman zihninizde canlanan mana arasındaki farkları herhalde görecek ve sizlere ayrı bir duygu ve zevk aşıladığının farkına varacaksınız." (s.89-92)

"Şimdi Mesnevî-i Şerifin ikinci cildinden bir başka hikâyeye geçiyorum.

ÖRNEK 2:

Bir Doğan yolunu şaşırarak bir viraneliğe düşer ve orada bulunan Baykuşların arasında kalır. Bunu gören Baykuşların hepsi birden toplanıp Doğan'ın başına vurmaya, kanatlarını yolmaya başlarlar ve 'Bu Doğan bizim yerimizi almaya geldi, buradan kovalım, kendisini Padişah'ın cinsinden sanıyor' diye bağrışırlar.

Doğan onlara, 'Ben Baykuşlara lâyık mıyım? Burada kalmam, ben Padişaha dönmek isterim. Beyhude tasalanıp kendinize kıymayın bu harabe sizin gözünüze hoş bir yer gözüküyor ama, bana değil...' dedi.

Buna karşılık Baykuşlar bağrışarak, 'Doğan bizi evimizden, barkımızdan edecek, hileye sapıyor' dediler.

Doğan Baykuşların bu sözlerine karşılık, 'Siz bana inanmıyorsunuz ama, benim bir tüyüm bile kopsa Padişah baykuş yuvasının kökünü kazır. Nereye varırsam Padişah benim arkamdadır. Şimdi beni sizin aranıza attı. Buna sebep benim yüzümden sizin de Doğanlaşmanızdır. Bana yapışın da Doğan olun. Böyle bir Padişaha sevgili olan nereye düşerse düşsün garip olmaz. Ben mülk sahibiyim. Başkasının sofrasına oturup yemek yemem. Ben Hakk'ın sırlarına vâkıfım' diyerek cevap vermiş.


AÇIKLAMA:

Hazret-i Mevlâna bir çok hakikatleri bu hikâyeyle önümüze sermiştir. Bu hikâyede Baykuşların yaşadığı viraneden murat, bizleri türlü nakış ve şekilleriyle aldatan ve cazibesine kaptırıp Hak'tan uzaklaştıran dünyadır. Baykuşlardan murat, gönlünü dünya muhabbeti ve zevkleriyle doldurup hiçbir zaman Hakk'ı düşünmeyen kimselerdir. Padişahların elinde terbiye olup Padişahlar namına av yapan ve Padişahın sevgi ve lûtuflarına kavuşmuş Doğandan murat da, Hakk'ın ilim ve irfaniyetiyle yetişmiş ve Hak dostluğuna ulaşmış bahtiyar kimselerden birisidir. Onların bir virane gibi olan şu dünyaya gelip Baykuş gibi nefsinin esiri olan insanların arasında zuhur etmesi, cehalet ve gaflet ile dolu insanları ilim ve irfaniyetleriyle Hakk'a ulaştırıp Hak Dostluğuna kavuşturabilmek içindir. Doğan, Baykuşlara 'Bu varlık, bu virane dünya sizin mi? Yoksa Hakk'ın mıdır?' diye sorunca, İlm-i Ledünden, Hak sırrından haberi olmayan Baykuşlar 'Hileyle bizim yerimizi almaya geldi' dediler. Allah aşkı ve terbiyesi ile yetişen Doğan onlara, 'Ben sizin duygu ve düşüncelerinize lâyık değilim. Ben bu âleme tekrar Hakk'a dönmek için geldim. Sizleri aldatıp Hak'tan uzaklaştıran bu dünya, sizin gözünüze hoş görünüyor ama, benim nazarımda bir kıymeti yoktur. Sizin ve kendinize mâlettiğiniz her türlü duygu ve varlıklarınızın sahibi Allah'tır. Bana inanmıyorsunuz ama, benim bir tüyüm kopsa, yani beni incitirseniz ve anlamazsanız ben Hak tecellîsine sahip olduğum için Hakk'ı incitmiş olursunuz ve o zaman Allah sizi, kendisine ulaşabilmeniz için, benimle yaptığı lûtuflarından mahrum eder. Benim her türlü varlığım Hakk'ın olduğu için, Allah daima benimle beraberdir. Eğer bugün ben şu dünyada sizlerin arasındaysam, bu Cenab-ı Hakk'ın size bir lûtfu olup sizleri de benim gibi kendi sıfatlarıyla tezyin etmek içindir. Benim sözlerimi ve duygularımı anlayın da siz de benim gibi bir Tanrı eri olun. Ben yokluğumu idrâk ettiğim için, Hakk'ın mülküne sahip bir sultanım ve Hakk'ın sırlarını arayan insanlara, ben o sırra vakıfım' diye seslenmekte ve bizlere Hakk'a ulaşmanın ne şekilde mümkün olacağını göstermektedir." (s.92-94)

"Bakın Mesnevî-i Şerifin ikinci cildinin bir başka hikâyesinde de Hazret-i Mevlâna bizlere ne hikmetler ve sırlar saçıyor:

ÖRNEK 3:

Bir Bedevî devesine iki dolu çuval yüklemiş ve kendisi de çuvalların üstüne binmiş, yolda giderken yolda gidenlerden birisi ona söz atıp memleketini sordu ve birçok yüksek sözler söyleyip en sonunda Bedevî'ye 'Bu çuvalların içersinde ne var?' dedi ve Bedevî cevabında 'Çuvalın birinde buğday var, öbüründe dengeyi temin etsin diye kum var' diyince Filozof, 'Neden bu kumu doldurdun? Buğdayı iki çuvala taksim etseydin hem yükün azalır, hem de dengeyi temin etmiş olurdun' dedi. Bu fikri çok beğenen Bedevî, 'Ey akıllı hakim! İnce bir fikre sahip olduğun halde neden böyle çıplaksın?' deyip hakime, acıdı ve deveye bindirmek istedi. Yola devam ederlerken Bedevî Filozofa sordu, 'Ey güzel sözlü hakim, bana biraz halinden bahset!... Bu kadar akılla sen Vezir misin ve yahut Padişah mısın?' Filozof Bedevî'ye cevap verip, her ikisi de olmadığını, halktan bir kimse olduğunu söyledi. Bedevî suallerine devam edip 'Ne kadar deven, ne kadar sığırın var? Ne kadar naktin var? Çünkü sen bakırları altın eden bir adamsın' diye sorunca Filozof 'Hiçbir şeye malik değilim. Ey! Arab'ın güzidesi. Allah hakkı için hiçbir şeyim yok, hatta bir gecelik yiyecek için dahi harçlığım yok. Her tarafa ayağım ve tenim çıplak koşmaktayım. Kim bir ekmek verirse oraya giderim. Bana bu hikmet ve hünerden bir fayda yoktur. Bir hayâlden ve baş ağrısından başka bir kazancım olmadı' diyince Bedevî hakime 'Defol benim yanımdan!... Senin hikmet ve kelâmın bütün halk üzerine nedamet yağdırır. Benim çuvalımın birinin buğday, öbürünün de kum dolu olması, senin bu zekâ ve hilelerinden üstündür. Bu benim ahmaklığım mübarek bir ahmaklıktır. Benim cahilliğim senin ilminden yeğdir' sözleriyle cevap vermiş.


AÇIKLAMA:

Hazret-i Mevlâna bu hikâyeyle önümüzde bir çok gerçeklerin rumuzlu ifadesini sermişlerdir.

Burada Bedevî bir insan olup devesi onun vücud-u cismaniyesidir. Buğday çuvalı onun ruhunun gıdası olan ahirete müteallik bilgisi, duygusu ve amelleri olup kum çuvalı da vücud-u cismaniyesinin arzularını ihtiva eden dünyaya ait, çalışma ve bilgileridir. Yani bu kimse hem dünyasını ve hem de ahiretini mamur etmeye çalışan bir şahıstır. Yol insanların üzerinde yaşadığı bu âlemdir. Bedevî'ye yolda takılıp sual soran Filozof, aklı ve kurnazlığıyla bazı şeyleri kazandığını zanneden, fakat bilgisinin neticesine ve ruhuna vâkıf olmadığı için her zaman mahcup ve ömrünü beyhude yere geçiren bir kimse demektir. Bedevî dünya ve ahiretini kendi vücudunda müsavi şartlarla götürürken Filozof aslına vâkıf olmadığı ve akıl yoluyla elde ettiği fikirlerine dayanarak, Bedevî'ye 'Dünyana ait bilgi, düşünce ve çalışmalarını terk et, kendini yalnız Hak yoluna ver, dünyanı da ahiret fikir ve çalışmalarıyla doldur' diye tavsiye edince, saf bir kimse olan Bedevî, bütün varlığınI Hak yoluna hasretmiş kimselerin yüce makam ve mertebelere, mânevî duygu ve zenginliklere kavuşmuş olacağını düşünerek filozofun bu mânevî lûtuf ve ihsanlara sahip olup olmadığını sorar. Filozof da akıl ve kurnazlık yoluyla başkalarından duyarak, kitaplardan okuyarak, manasını anlayamadığı fikirlerine istinaden kendisinin hiçbir mânevî rütbeye sahip olmadığını ve hiçbir zenginliğinin bulunmadığını, çünkü kendisinin yokluğunu kabul ettiği için, hiçbir şeye sahip olmadığını ve safsata ile bu felsefî hüner ve bilgilerin kendisine bir fayda vermediğini, bu bilgileri kimde görse ondan aslına vâkıf olmadan aldığını ve bunun için de aklı ile anlamaya çalışmak istediğinden, hayallerle uğraşıp baş ağrısından kurtulamadığını söyleyince Bedevî, Filozof gibi, aklının esiri olan kimselerin, aslını ve hakikatini bilmedikleri ve nefislerinde tatbik etmedikleri hüner ve sözleriyle kendisi gibi safîyâne bir şekilde dünyasını da, ahiretini de değerlendirmeye çalışan insanlar için, zararlı olacaklarını bu bakımdan onlardan uzaklaşmasını ve kendisinin ahmakça ve cahilâne yaptığı ibadet ve hareketlerin filozofun akıl ve kurnazlık yoluyla elde ettiği ilim ve hünerlerinden daha hayırlı olduğunu bu hikâye bize anlatmış bulunuyor." (s.94-96)


ÖRNEK 4:

"İşte vahdet deryasının bitip tükenmeyen cevherlerinden birisi daha:

Bir gün Çin ressamları 'Biz resim sanatında ileriyiz' dediler. Rum ressamlar da kendilerinin maharetinin daha üstün olduğunu iddia ettiler. Nihayet Padişah onlara 'Sizi imtihan edeceğim, bakalım hanginiz davasında daha haklı' dedi.

Her iki diyarın ressamları da hazırlandılar. Rum ressamları sanatlarında daha mahirdiler. Bir salonun, ortadan perdeyle bölünmesini istediler. Perdenin bir tarafı Çin, diğer tarafı Rum ressamlarına tahsis edildi. Çinliler Padişahtan yüz çeşit boya istediler. Padişah derhal emretti ve istedikleri verildi. Rum ressamlarıysa hiçbir şey istemediler. Her iki taraf da işe girişti.

Rum ressamları perdenin karşısındaki duvarı cilâlamaya başladılar. Duvarı gök gibi tertemiz berrak bir hale koydular. Çinli ressamlar da almış oldukları yüz çeşit boya ile duvarları boyayıp işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin güzelliğine seviniyorlardı. Rum ressamları hiçbir resim yapmadan Çin ressamlarının yaptıkları resimleri perdeyi kaldırınca karşı karafa aksettirecek bir şekilde duvarı cilâladılar. Padişah evvelâ Çin ressamların yaptıkları resimleri gördü ve hakikaten bu resimler akıldan hariç çok güzel bir sanat eseriydi. Çin ressamlarını takdir etti. Ondan sonra perde kaldırılıp Rum ressamlarının tarafına geçilince Çin ressamlarının yapmış oldukları resimler, cilâlanmış duvara çok güzel aksetmişti. Orada ne varsa burada daha iyi görünüyordu. Resimlerin aksi adeta göz kamaştırıyordu ve Padişahın büyük taktirlerini Rum ressamları kazanmıştı.

AÇIKLAMA:

Şimdi bu hikâyede, Padişahtan yüz çeşit boya isteyen Çin ressamları, şu zuhur âleminin türlü türlü nakışlarına aldanan ve bütün bilgi ve marifetlerini şekillere göre kıymetlendiren ehl-i zahirdir. Duvarı cilâlayarak Çin ressamların yaptıkları resimleri kendi duvarına aksettiren Rum ressamları, da her türlü şekil ve renkten arınan ehl-i Hakikat ve arif kimselerdir. Kendi durum, istidat ve çalışmalarına göre ehl-i zahirin yaptığı ibadet ve tahsil etmiş olduğu ilim de güzeldir. Yüz çeşit boya Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnadan olan yüz ismidir ve bunlar bu âlemde mevcuttur. Ehl-i zahir, kendi benlik ve vücut şirklerinden dolayı, Hakk'ın bu yüce esmalarını hariçte ararlar. Ehl-i Hakikat ise kendilerini benlik ve vücut şirklerinden temizledikleri için, aradaki perde kalkınca Cenab-ı Hakk'ın varlığı onlarda tecelli eder ve bu güzellik hiç şüphesiz ki diğerlerinden kat be kat üstündür. Ehl-i zahirin taşrada aradığını, onlar özcanlarında bulmuşlardır.

Mesnevî'-i Şerifin birinci cildinde bulunan bu hikâyeyle bizlerin Hakk'ı ne şekilde aramamız icap ettiğini ve Hakk'ın vuslatına erişip yüce varlığıyla şereflenmemiz için her şeyden evvel temizlenip arınmamız lâzım geldiğini bizlere duyurmuşlar ve bu misalle de bir örnek vermişlerdir." (s. 96-98)

 

ÖRNEK 5:

"Senin bir deven var. Bir gün bu deven kaçıp bir yere gizlenmiştir. Gece yaklaşmış, kervan uzaklaşıyor. Sen telâş içerisinde herkese sorarsın: 'Ey, Müslümanlar! Ahırdan bir deve kaçtı, göreniniz var mı? Kim gördüyse müjdesine şu kadar para vereceğim' dersin.

Şimdi senin telâşına herkes güler ve alay ederek:

Birisi: 'Evet gördüm, şu tarafa, çayıra doğru gidiyordu',

Öbürsü: 'Üstünde nakışlı bir çuval da vardı' der.

Bir diğeri: 'Gördüm tek gözlüydü'

Bir başkası da: 'Uyuzluktan tüyleri dökülmüş, çıplak bir deve değil miydi?' diye müjde almak için deveciye herbirisi bir şey uydurmuşlardır .


AÇIKLAMA:

Şimdi Mesnevî-i Şerifin ikinci cildinde bulunan bu hikâyeyle Hazret-i Mevlâna bizlere şunu anlatmak istemiştir:

Deve senin vücudundur, varlığındır. Deveci akıldır. Bu âleme gelince kendini Hak'tan ayrı bildiğin için deveni kaybetmiş vaziyettesin. Gecenin yaklaşması ihtiyarlaman, ölüm zamanının gelmesi; kervanın uzaklaşması Hakk'ı bilen insanlardan ayrılman demektir. Hakk'ı bilenler kervanı, sana birçok lûtuflarda bulunmak isemişlerdir. Sen de onların bu sözlerden ve ilimlerinden bir şeyler elde edip faydalanmak istiyorsun, fakat nasibinde olmadığı için onların kervanına katılamıyorsun. Bu mutlu kimselerin sözleri ve ilimleri de hoşuna gittiği için, katılmayı arzu ediyorsun. İşte bunun için onlardan duyduğun sözlerin ve ilimlerin doğru olup olmadığını etraftaki türlü türlü görüş ve düşüncelere sahip kimselere sorunca, onlar senin dostluğunu ve yakınlığını kaybetmemek için, sorduğun o sözler ve ilimler hakkında kendi bilgilerine göre cevap verip küçük göstermek isterler. Hak yolunda gitmeye de arzulu olduğun için, bunu ümit ettiğin bir kaç kişiye sorarsın, fakat onların Hak ilminden nasipleri olmadığı için, her birisi ayrı birer cevap verir ve hatta seninle böyle bir arzundan dolayı alay bile ederler.

İşte bu hikâye, Hak kervanına katılmak isteyen, fakat tereddüt içerisinde bulunup da ehli olmayan kimselere soran bir şahsın perişan halini göstermektedir." (s.98-99)


ÖRNEK 6:

"Mana âleminin hazinelerine sahip olan Hazret-i Mevlâna, Mesnevî-i Şerifin beşinci cildinde anlatmış olduğu şu hikâyeyle bizlere yeni bir lûtuf kapısı açmış bulunuyor:

Bir sakanın gayet cılız bir eşeği vardı. Mihnet ve zahmetten iki büklüm olmuştu. Zavallı eşek bu durumdan dolayı daima ölümünü istemekteydi. Arpa şöyle dursun kuru ot bile bulamıyordu. Sırtında derin bir yara açılmış olmasına rağmen sahibi onu daima imballayıp dururdu.

Bir gün Padişahın ahırcı başısı, eşeği görüp çok acıdı ve sahibine: 'Neden bu eşek böyle iki büklüm olmuş?' deyince, eşeğin sahibi, 'Eşeğin bu hali benim yoksulluğumdandır. Bu ağzı dili bağlı hayvanın ne suçu var. Saman bile bulamıyor' dedi ve ahırcı başı da 'Sen bu eşeği bir kaç gün bana ver de Padişahın ahırında kuvvetlensin' dedi.

Bu suretle eşek ahıra bağlandı. Ahırda hep Arap atları bağlıydı. Hayvanların bastıkları yerler süpürülmüş, tertemizdi. Mükemmel tımarları yapılıyordu.

Zavallı eşek bunları görünce dedi ki 'Ey ulu Tanrım!... Gerçi ben bir eşeğim, fakat senin mahlûkun değil miyim? Neden böyle perişanım? Neden sırtım yaralı? Istıraptan ölümümü istiyorum. Şu atların haline bak, ne mükemmel... Peki ama, bu azap yalnız bana mı mahsus?' derken ansızın bir savaş koptu. Arap atlarına eyerleri vurup savaşa sürdüler. Atlar harpte düşmandan bir çok oklar yediler, her tarafları yara içinde kaldı. Nihayet hepsi perişan bir şekilde savaştan dönüp ahıra düştüler. Nalbantlar gelip hançerleriyle bedenlerini yardılar, bir feryattır koptu.

Eşek bunları görünce 'Yâ Rabb'i, ben eski yokluğuma ve hiç olmazsa kendime göre sürdüğüm şu hayata razıyım. Ben bu vaziyette şu gıdayı istemem. Halimden memnunum. Beni affet' dedi.


AÇIKLAMA:

Bu hikâyede, bir ehl-i zahir ile Hak yolunda giderken bir çok ıstırap ve mücadelelere sahne olan ehl-i Hakikatin arasındaki bariz farkları ve kendinde bu mücadeleye atılabilecek kuvveti göremeyen ehl-i zahirin haline razı oluşunu görüyoruz.

Bu âlem, Padişahın bir ahırıdır. 'Sizin nefisleriniz binek hayvanınızdır, onlara iyi bakın' Hadis-i Şerifine göre de, insanların vücud-u cismanileri, vücud-u nuranilerinin binek hayvanlarıdır. Saka, su taşır ve taşıdığı sudan kendisi istifade edemez. Ehl-i zahir de bilgisini başkalarına anlatır, fakat bu bilgisinin hakikatinden kendisi faydalanamaz. O şekle göre hareket ettiği için daima vücudu cismanisinin arzularına ve isteklerine muhalefetle uğraşır ve bu yüzden de vücudu zayıflar, bir çok dertlere müptelâ olur.

Padişahın ahırcı başısı, Hakk'ın ilim ve irfaniyetine sahip kimse demektir. O'nun mensupları ruhun gıdasıyla beslendiklerinden semiz ve ilâhî duygularla dolu olduklarından muhitleri gayet temiz kimselerdir. Ehl-i zahir olan bir kimse bu muhite girince, onların bu haline çok imrenir, acziyetini ifade eder. Ahırcı başı da "Gel biraz bizim muhitimizde bulun. Bu maddi sıkıntı ve acılardan kurtulursun" der. O kimse bu muhite girince, mânevî gıdalarını bol bol alan ve temiz bir muhitte yaşayan insanların bu ilâhî duygulara ulaşabilmeleri için nasıl mücadele ettiklerini, hayatın acı ve üzücü taraflarına nefislerini terbiye etmek için nasıl tahümmül ettiklerini görerek hayret eder ve kendisinin böyle fedakârlıkları yapamayacağını kabul ederek o Padişahın, yani Allah'ın saltanatında yaşayan kimselerin yanından ayrılıp kendi halinin ve çalışmalarının kendisi için, iyi olduğuna ve kâfi geldiğine inanır. Allah'ın kendine yakınlık bahşeden lûtuflarından istifade etmek istemez.

Cemiyetimiz her zaman bu gibi, düşünen insanlarla doludur ve Hazret-i Mevlâna bu hikâyeyle onların halini bize ne kadar güzel bir şekilde anlatmaktadır." (s.100-101)


ÖRNEK 7:

"Mesnevî-i Şerifin altıncı cildinde bulunan bu hikâye bizlere bakın neler anlatıyor:

Bir gün bir Deve, bir Öküz, bir Koç yolda giderlerken bir otluk bulmuşlar. Koç 'Bu otu aramızda paylaşırsak hiç birimizin de karnı doymaz, çünkü taksim edersek hisselerimize azar azar düşer. İşin münasip olanı, içimizde kimin yaşı ziyadeyse bu otu ona verelim. Küçüklerin büyüklere riayet etmesi lâzımdır, çünkü bu Peygamberimizin sünnetidir.' der ve sonra Koç sözüne devam ederek 'Arkadaşlar madem ki yaşa hürmet edeceğiz, haydin bakalım, her biriniz yaşınızın başladığı tarihi bildiriniz' demiş ve içlerinden en yaşlısının kendisi olduğunu iddia ederek 'Benim gelişim, Peygamber İsmail'in Koçuyla başlar. Ben o vakitten beri yaşıyorum.' diyince bunun üzerine Öküz söze başlayarak. 'Ben de Âdem Aleyhisselâmın çift sürdüğü öküzle yaşadım. Böyle olunca ben hepinizden ihtiyarım' der. Şimdi Deve Koçtan ve Öküzden bu sözleri işitince şaşırır, hemen başını indirip büyükçe bir ot demetini havaya kaldırır ve der ki 'Ey arkadaşlar! Benim için yaş tarihine hacet yoktur, zira benim cüssem ve boyum uzundur, yetişebilirseniz alın' diyerek otu çiğnemeye başlar.


AÇIKLAMA:

Hazret-i Mevlâna, bu hikâyede Koç ile bir Tarikat mensubunu, Öküz ile bir ehl-i zahiri, Deve ile de bir arifi, yani bir Hakikat ehlini anlatmak istemiştir.

Yeşil ottan murat, insanların manasını anlayıp, hazmedip, ifade ettiği hakikate ulaşarak bizleri Hakk'a yaklaştıracak bir söz, bir fikir olup bu üç kişi arasında konuşunca, Ehl-i Tarikat olanlar, hemen kendilerinin geçmiş pîrlerinden ve büyüklerinden bahsederek bu sözün ifade ettiği manayı anlamak istemezler veya anlayamadıklarını gösterirler. Ehl-i Zahir olan kimseler de böyle bir durum karşısında bu ana kadar yapmış oldukları, ibadet ve sevaplarla övünüp gelecek için kendilerine hisse çıkartırlar. Ehl-i Tevhidi temsil eden Deve ise bir Hakikat ehli olup bu kimseler, karşılaştıkları her türlü fikir, söz ve hareketten o anda istifade etmesini bilen ve onda duyduğu, karşılaştığı fikrin ve sözün manasını yaşayarak zevkine varan ariflerin durumunu anlatmaktadır.

Bu hikâye ehl-i Hakikatin ne geçmişe ve ne de geleceğe itibar etmeyip hale nazar ettiklerini bize göstermektedir." (s.101-103)


ÖRNEK 8:

"Mesnevî-i Şerifin altıncı cildinde bulunan şu hikâye de bizlere ders vermesi bakımından faydalı ve ehemmiyetlidir:

Bir fare çay başında bir kurbağa ile arkadaş olup tanışmışlar. Bunlar her sabah bir köşede birleşir, konuşurlarmış. Bu buluşup konuşmayı sık sık arzu eden fare, kendisini görmediği zamanlar huzursuz olduğu için kurbağaya 'Sana bir sır söylemek istiyorum. Sen çayın içerisindesin, ben de oraya yanaşamam. Gerçi bazen ırmağın kenarına gelir seni çağırırım ama, sen duymuyorsun. Benim ise suya dalma imkânım yok, çünkü toprak hayvanıyım. Bunun için seninle bir elçi vasıtasıyla görüşelim' dedi.

Bunun üzerine şu kararı aldılar: Bir uzun ip bulacaklar, zaman zaman bu ipin çekilmesi onların birleşmesini temin edecektir. Fare ipin bir ucunu kendi ayağına, diğer ucunu da kurbağanın ayağına bağlayacak ve ip bir uçtan çekilince bu şekilde buluşacaklardı. Bu karar kurbağanın pek hoşuna gitmedi ama, yine de razı oldu. İpi her ikisini de ayaklarına bağladılar ve arasıra bu şekilde buluşurlardı. Bir gün ansızın bir karga geldi, fareyi yakaladığı gibi havaya uçunca fare de, ona bağlı kurbağa da onunla beraber havalandı. Hâdiseyi gören halk 'Karga acaba suda yaşayan kurbağayı nasıl yakalayabildi?' diye hayrete düşüp şaştı.


AÇIKLAMA:

Bu hikâyede fare cismine, bedenine ve şahsî arzularına esir olmuş, Hak bilgi ve duygularından mahrum bir kimse. Kurbağa ise su içerisinde, yani Hakk'ın varlığında yaşayan, Hak ilmine, bilgisine ve duygularına sahip bir kimseyi remzeder. Biri daha ziyade dünya duyguları ile dolu, diğeri mânevî bilgi ve duygular içersinde yaşayan kimse demektir.

Mânevî duygulara sahip olan kimseler, dünya muhabbetiyle meşgul olan kimselerle pek arkadaşlık, dostluk yapmak istemezler, fakat dünya duygusuna mağlup olan kimseler zaman zaman Hak ilmine, ahiret zenginliğine sahip kimselerle dostluk yapmayı arzu ederler. Eğer manevî duygulara sahip olan kimse, dünya muhabbetine bağlı olan kimseyle fazlaca alâkadar olacak olursa, onun dünyaya ait fikir ve düşünceleri ve karga gibi tuy-i emel sahibi dünya ehli arkadaşları, Hak yolunda giden insanı da azıtıp onu da kendileri gibi perişan ederler ve Hak'tan uzaklaştırırlar. Böyle kimseler, dünya ehli olanlarla arkadaşlık ederlerse, Hak'tan mahrum olarak cezalarını bulmuş olurlar.

Halk, Hak yolunda giden kimselerin cahil kimselerle arkadaşlık etmelerini hayretle karşılar ve şaşırırlar.

Onun için büyükler 'Dünya ehline ahiret haram, ahiret ehline dünya haram, ehlûlallaha ise hem dünya ve hem de ahiret haramdır' demişlerdir.(s.103-104)

"Sırlar çözüldükçe manalar meydana çıkar; manalar meydana çıktıkça, güzellikler ve zevkler doğar. Manasız hiçbir şey güzel değildir ve her şeyin en az bir manası olduğundan ve her şey bir mana taşıdığından güzeldir ve zevklidir. Cenab-ı Hak yeryüzünde abes olarak hiçbir şey yaratmamıştır.

İşte Hazret-i Mevlâna'nın Mesnevî-i Şerifinde güzel manalar ifade eden hikâyelerden birisi daha:

ÖRNEK 9:

Su sığırı denilen bir hayvan daima denizden bir mücevher çıkararak sahile bırakır ve şımşırak taşı denilen bu mücevherin ışığı altında otlar. Yediği şeyler, güzel kokulu, nilüfer ve nergis gibi çiçekler olduğundan, amber onun pisliğidir.

Bir gün su sığırı, sahilde otlarken çıkardığı mücevherlerden biraz uzak düşmüştü. Her zaman bu mücevherleri toplayan bir tacir, yine çayırı karanlıkta bırakıp mücevherleri almak için, hemen mücevherin üzerini bir çamurla sıvar ve ağaçların arkasına gizlenir.

Karanlıkta kalan su sığırı, bu vaziyet karşısında bunu yapanı süsmek için çayırın etrafında dolaşır; arasa da bulamaz. Nihayet mücevheri bıraktığı yere gelir. Mücevherin o çamurda gizli olduğunu ne bilsin. Homurdana homurdana tekrar suya girer.

 

AÇIKLAMA:

Burada su sığırı, dinin her türlü ilim ve şubesini zahiren tahsil eden bir kimsedir. Sudan murat, bir hakikat denizi olan Kur'an-ı Kerim ve zuhur-u ilâhiyedir. Bu vahdet deryasının içi, Cenab-ı Hakk'ın insanlara tahsis ettiği namütenahi cevherlerle doludur. Geceleri su sığırının sahile çıkıp ışığında otladığı cevher, Kur'an'ı Kerim'de Cenab-ı Hakk'ın varlığını ve hakikatini bizlere bildiren Ayet-i Kerimeler, Hadîs-i Şerifler ve ehl-i Hakikatin kıymetli sözleridir. Bunların üzerine çamur kapatıp onu ehl-i zahirin gözünden gizleyen ve sonra alıp o mana cevherinden istifade eden tacir, ehl-i Hakikat ve Hakk'a arif bir kimsedir.

Cenab-ı Hak varlığını, gerek bu âlemde, gerekse Kur'an-ı Kerimi'nde bir şekille, bir örtüyle bizlere göstermiş ve bildirmiştir. Bizler her zaman hakikatlerle karşı karşıya olduğumuz halde, örtüleri ve şekilleri görür, içindeki saklı olan mana-i cevheri göremeyiz.

İşte bu duygular ve bilgilerle dolu iki kimse, Cenab-ı Hakk'ın bizlere göstermek istediği hakikatleri konuşurlarken ehl-i zahirin anlayamadığı ve idrâkinden aciz kaldığı bu zuhur âleminin aradığı cevher olduğu, kendisine söylenince, 'Nasıl olur bu çamurda, yani şu zuhur âleminde Hakk'ın varlığı bulunabilir?' diye homurdana homurdana suya girer, yani Kur'an ve zuhur âlemi bir Hakikat denizi olduğundan, onun cevherinden istifade edemeden, yalnız ve yalnız Kur'an-ı Kerim'in zahiri ile meşgul olur. Bu tıpkı şeytanın Âdem Aleyhisselâmın varlığında gizlediği Hakikati görememesi gibidir.

Bu hikâye bile, bir cevher gizlediği halde bir çok rumuzlu sözlerle saklanmıştır. Su sığırı, mücevher, üzerindeki çamur ve tacir sözleri hakikatleri gizleyen birer örtü ve rumuz değil midir?

Mesnevî-i Şerifin altıncı cildinde yazılı bulunan bu hikâye de, bizlere çok şeyler öğretmekte ve yalnız Kur'an-ı Kerim'in veya herhangi bir şeyin dış yüzüne göre hareket edenlerin su sığırı gibi hakikatlerden mahrum olabileceğini anlatmaktadır." (s.104-106)


Evet, gördüğünüz gibi Aşık Niyazi Hazretleri, Mevlâna -Şems-i Tebrizî ilişkisini ne kadar güzel açıklıyor. Onların yaşadıklarına öylesine aşina ki zaman zaman Mevlâna mı konuşuyor, Aşık Niyazi mi insan karıştırıyor. Evet, ikisinin ortak olan yönleri, ayrı devirlerde aynı aşkı yaşamış olmalarıdır. Öğrendikleri ilim aynı İlm-i Ledün, kavuştukları aşk aynı aşktır ve ikisi de bu aşka bir insan-ı kâmilin gönlüne girerek ona kulluk ederek kavuşmuşlardır.

Aşık Niyazi'nin çoşkulu anlatışı Efendisine olan aşkından dolayıdır. Aşkı böylesi dile getirebilmek, ancak bunu yaşayanlar için mümkündür.

Aşık Niyazi Hazretleri de Efendisini kaybettikten sonra Mevlâna'nın arayışlarını nefsinde tatmıştır. Aynı yalnızlığı duymuş Efendisinin kendisinden göründüğünü anladıktan sonra, irşada başlamış ve büyük AŞIK, İlhami Doğmuş Hazretlerine MAŞUK olmuş ve sonuçta ona icazet vererek ondan görünmüştür.

Her devirde ara vermeden gönülden gönüle gelen bu AŞK günümüzde de yaşanmaktadır, günümüzde de Mevlânalar, Şemsler, Aşık Niyaziler, Ulvi Durak Erdenilgenler, İlhami Doğmuşlar mevcuttur.

Ne mutlu aşıkım diyebilene ve aşkını ispat edebilene.

 

SON AKIŞLAR

On sekiz bin âlemin sahibi sevgili Efendim ANKARALI AŞIK NİYAZİ DEMİRÖRS'ü onun bize bahşettikleriyle anlatmaya çalıştım. Baştan kendilerinden izin aldığım için, genellikle açık ve çok açık anlattığımın farkındayım ama, aksini yapmak elimden gelmiyor, aklım dur diyor ama, aşkım beni kararsız kılıyor.

Gerçekleri tüm kâinata değil, yalnız Hakikat yolcularına haykırmak istiyorum.

Açıklama konusundaki kararlılığım, otuz sene zarfında yaşadığım pek çok olay nedeniyledir. Bu zaman zarfında

· Hem Hakikat öğrenimine girip hem de bunun gereğini yapmayanları,

· Hem bir mürşide bağlanıp hem de ona teslim olmayanları,

· Mürşidine gerçekten teslim olup hizmet, feda ve yok oluş gösterenlerin anlaşılamadıklarını,

· Mürşide hizmet etmeden sadece sohbet dinleyerek sonuç alınacağını zannedenleri,

· Efendilerini Şeriata davet edip akıl verenleri,

· Aile efradını, Efendiye tercih edip gerektiğinde Efendiye karşı onları savunanları çok gördüm.

Gerek Aşık Niyazi Hazretleri, gerekse İlhami Doğmuş Hazretleri hep gönüllerinde olanı sakladılar. Hiçbir zaman "Her şeyini Efendine feda edeceksin!" demediler. Daima iyi ahlâk ve Şeriat kurallarına uygun davranışlarla kendilerini gizlediler. "Kocan istemiyorsa bu yolu bırakmalısın", "Evlenmeyen Cennete giremez", "aman Şeriata uyun, yolumuza taş attırmayın" gibi sözlerle gönüllerindeki gerçeği gizlediler ama, günü gelip ben gerçekleri fark ettiğimde İlhami Efendim, bana sohbet görevi verdi. O zaman ben diğerlerine:

· "Efendi daima bizim kendisine endeksli bir hayat yaşamamızı ister.

· Evlilik için Allah terk edilmez.

· Paran yoksa borç al yine Efendine hizmet et.

· Senin evinde olan Efendinin evinde yoksa, onu Efendine götürmelisin

· Hasta da olsan hizmete devam et.

· Gönlüne Efendiden başka bir şey sokma, Allah kıskançtır.

· Efendi ister genel ahlâka uyar, isterse uymaz; ister kahır, ister lûtuf görüntüsü verebilir.

· Efendi yargılanamaz ve eleştirilemez ve istediği hale girebilir, sen onu tasdik edeceksin.

· Efendi içki içerse sen de içeceksin.

· Efendi için altınını satabilmelisin."

gibi tavsiyelerde bulunduğumda, bunların bir kısmı nefislerine ağır geldiğinden tepkiler gösterdiler. Bir kısmı da böyle Şeriat ve genel ahlâka aykırı tavsiyelerde bulunan birisine sohbet yetkisi verdiği için Efendiyi inkâr edip gittiler. İşte ben bunlara karşıyım.

Şimdi size o günlerden sonra okuduğum kitaplardan alıntılar vermek istiyorum. Göreceğiniz gibi Şems de, Mevlâna da hiç de ahlâklı görüntüler vermiyorlarmış, yani herkesin hayalinde yaşattığı gibi değillermiş.

Önce bu konuda bir hadisten bahsedelim:

Ramazan ayına rastlayan bir fetih sırasında oruçlu olan Peygamberimiz ikindi vakti sahabelerin önünde bir bardak suyu havaya kaldırdı ve içti. Çevresinden itirazlar oldu. “Neden böyle yapıyorsunuz? Oruçlular var.”

Allah Resûlü şöyle buyurdular:

“Halâ oruçlu olanlar isyan içindedirler, halâ oruçlu olanlar isyan içindedirler...” (Öztürk, Açıklamalarıyla 40 Hadis, 8)

 

ÖRNEK 1:

"Bir gün Mevlâna, yanında müritleri olduğu halde, yürürlerken onun geçtiğini gören ve ona inanmayan bir kişi şu sözleri söyler:

'Bakın Mevlâna'nın ne acayip sureti var, ben bunun ne yüzünde, ne de tarikatında bir nuraniyet görmüyorum, hem de bunun ne adam olduğu belli değil.'

Bunu kerametiyle keşfeden Mevlâna, gayet şiddetli ve oldukça gazaplı bir vaziyette haykırarak 'Ya hıyz!' der. 'Hıyz', 'ibne' veya 'puşt' demektir." (Demir, s.223-224)


ÖRNEK 2:

"Şems kendisine bağlanmak isteyen Şeyh Evheddin-i Kirmani'ye 'Sen benim arkadaşlığıma tahammül edemezsin' deyince Evheddin ısrarda bulundu. Bunun üzerine Şems, 'Bağdat pazarının tam ortasında herkesin gözünün önünde hurma şarabı içmek şartıyla' buyurdu. Evheddin 'Bunu yapamam' dedi. 'Ben içerken benimle arkadaşlık edebilir misin? ' dedi. Evheddin 'Edemem' dedi. Bunun üzerine Şems ona 'Erlerin huzurundan ırak ol!' diye bağırdı. 'Sen bunu yapacak adam değilsin, çünkü sende bunu yapacak kudret yoktur. Bütün müritlerin ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk, erlerin ve bilenlerin işidir.' dedi. (Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri II, s.78)

ÖRNEK 3:

"Bir gün Arif Çelebi'nin ziyaretine bir kadın geldi. Hayli nimet, hediye ve elbiseler getirmişti. Uzun bir sohbetten sonra, 'Kıyamet günü bizim akibetimiz bu dünyada ne olacak?' diye sordu. Arif Çelebi 'Yüce Tanrı bir inayet buyurur. Sen Cennet-i berine gidersin.' Kadın 'Başka ne olacak?' dedi. 'Tanrının velileri için, bir şarap vardır' sözünde geçen temiz şaraptan sonsuz seneler sarhoş olacaklar.' Kadın yine 'Başka ne olacak?' diye sordu. 'Cennette bulunan son nimet, kudretten yaratılmış minare boyunca tenasül aletleri olacak ve bunlarla dul ve işve dolu olan fakir kadınlar tatmin edilecekler.' Bunun üzerine kadın baş koydu ve giydiği ne varsa hizmetlilere bağışlayıp gitti. "(Eflâk, Ariflerin Menkıbeleri II, s.318)


ÖRNEK 4:

"Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled anlatıyor: 'Bir gün Şems Mevlâna'dan bir sevgili istedi. Babam Mevlâna da kendi karısı Kira Hatunu elinden tutup götürdü. Şems 'Bu benim kızkardeşimdir, bu olmaz. Bana hizmet edecek güzel bir erkek çocuğu getir' buyurdu. Babam da beni [Sultan Veled] peşkeş çekerek 'Umarım ki bu sizin hizmetinize ve ayakkabılarınızı çevirmeye değer bir kul olur' dedi." (Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri II, s. 81)


ÖRNEK 5:

"Mevlâna Hazretleri birisinden incinince ve o kimsenin inadı da haddi aşınca ona 'gerhaher' (kızkardeşi fahişe) der onu berbat bir hale getirirdi" (Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri I, s.163)

 

ÖRNEK 6:

Mesnevinin 5.Cildinde şöyle bir hikâye görüyoruz:

"Bir gün Cuha adlı bir erkek çarşaf giyerek kadınların arasında vaaz dinlemekteyken bir kadın, vaize 'Kasıktaki kıllar namazın bozulmasına neden olur mu?' deyince vaiz 'Bir arpa boyu uzun olursa traş etmek farzdır' dedi. Kadın kılığındaki Cuha o kadına 'Tanrı rızası için elini uzat da bak benim kasığımdaki kıl uzamış mı?' Kadın Cuha'nın şalvarına el atar atmaz eline aleti (penis) geldi ve derhal bir nara attı." (s.272)


Bir gün Efendim Niyazi Demirörs bana "Sen herkesi kendin gibi mi zannediyorsun? Çoğu kişi bize teslim olur gibi gözükür ama, devamlı tenkitçi gözlerle incelerler" demişti. Evet, bu gibi kişilere karşı büyük bir tepki duymaktayım. Bu konuda örnek olabilecek iki olay aktarmak istiyorum.

İstanbul'daki ihvanlardan Turhan Bey, bir Ankara'ya gidişinde önce Efendisini ziyaret edeceğine arkadaşlarıyla eğlenmeye gider ve burada kalp krizi geçirir, bunun üzerine Aşık Niyazi Hazretlerinin söz konusu ihvanın Ankara'ya geldiğinden haberi olur. Böylesine büyük bir hatanın arkasından Efendim Istanbul'a geldiğinde o kişinin evinde yapılan sohbette bizim de şahit olduğumuz bir şekilde: "Efendim, siz sık sık bizlerden borç alıyorsunuz. Bundan ben şahsen rahatsızlık duymuyorum. Borç verip de geri almadığım bir çok arkadaşım vardır. Aslında ben paraya önem de vermem, fakat herkes sizin bu hareketinizi Şeriata aykırı bir hareket olarak değerlendiriyor. Sizin namınıza üzülüyorum" dedi.

Açık seçik Efendiyi eleştiren ve dolayısıyla inkâr eden Turhan Bey, o günkü ihvanlardan Ahmet Beyi de peşine takarak aramızdan ayrıldı. Daha sonraki duyumlarımıza göre kendisinin icazeti (irşat yetkisi) olmadığı halde pek çok kişiyi etrafına toplayıp mürşitlik yapmış, bir de kitap yazmış, ölmeden önce de Ahmet Beye el vermiştir. Hâlıhazırda Ahmet Bey mürşitlik yapmaktadır. Yine aldığımız duyumlara göre Turhan Beyle beraber Aşık Niyazi Demirörs’ü inkâr ve tenkit ederek onun müritliğinden vazgeçen Ahmet Bey, yaptığı sohbetlerde Şeriata uymamakla tenkit ettiği bir kişinin ilâhilerini okutabilmek gibi bir büyük tenakuza, yani ikileme düşmektedir. Eğer bir kişi kabul edilmemiş ise ,ilâhisi nasıl malzeme olarak kullanılabilir?

Bu olaylar tıp fakültesine devam etmiş ama, diploma almamış bir talebenin kanunlara karşı gelerek doktorluk yapması ve pek çok kişiyi kandırmasıyla eş değer bir davranıştır.

Bu sahte mürşitlere sormak isterdim: "Bir Efendi müşkül anında kendisine en yakın olması gereken ihvanından (talebelerinden) mı, yoksa yabancılardan mı yardım istemelidir?

Hz.Muhammed'in 'Herkes malından bir miktar getirsin' demesi üzerine Hz.Ali, Hz.Ebû Bekir, Hz.Osman, Hz.Ömer tüm mallarını Hz.Muhammed'e harcamışlar, Mevlâna daha ilk karşılaştığı anda evini Şems'e teslim etmiştir.

Eflâki'den nakledeceğimiz menkıbe ise şöyledir:

"Sultan naibi Eminettin Mikail, Mevlâna Hazretlerinin mürşidi Şems-i Tebrizi'yi ziyaret etmek ister. Mevlâna bu isteği Şems-i Tebrizi'ye iletince Şems-i Tebrizi, 'Kırk bin dirhem versin ondan sonra içeri gelsin' der. Eminettin yalvarıp yakarır ve nihayet otuz bine razı eder. Şems'in huzuruna girince Şems Hazretleri ona o kadar hakikatler anlatır ki kalemle anlatılamaz. Eminettin Mikail, secdeler ederek sarhoş gibi yanından çıkarak müritlere on bin dirhem daha dağıtır." (Ariflerin Menkıbeleri II, s.195).

Bu durumda acaba Hz.Muhammed ve Şems-i Tebrizî de mi Şeriata aykırı hareket etmişlerdir?"

İkinci anlatacağım olayda da yine Istanbul'daki eski ihvanlardan Fuat Bey, kendisi gibi ihvan olan kızkardeşi Nimet Hanım ile Efendisi arasında geçen bir sürtüşmede kızkardeşini haklı bulmuş ve hakaretamiz bir mektup yazarak ayrılmıştır.

O kişiye de Hz.Muhammed'in 'Benliğim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki hiçbiriniz, ben ona ebeveyininden ve çocuklarından daha sevgili olmadıkça imanda, kemâle eremez." hadisini hatırlatmak isterdim. (Buhârî es- Sahîh, iman 8; Müslim es- Sahîh , iman, 69)

Aslında bu gibi olaylar, o kişilerin teslimiyetinin ve bağlılığının ve Efendiyi Hz.Muhammed'in varisi mi, yoksa herhangi bir kişi gibi mi değerlendirdiklerini ortaya çıkartmak için cereyan etmektedir; bunlar Allah'ın tuzaklarıdır.

Kendi açımdan konuşacak olursam "Aman Şeriat'a ters düşmeyelim" tavrı ve Efendimin hoş görülü tavırları benim de gerçeği fark etmemi geciktirdi. Eğer Efendim lûtfedip de gerçekleri anlamam için bazı davranışlarda bulunmasaydı, daha da anlayamayacaktım.

Ben Hakikatin sadece lâfını dinleyip de tatbikatını yapmayanlara karşıyım. Sehabenin Hz.Muhammed, Mevlâna'nın Şems için yaptıklarını dinleyerek oturdukları yerden onların seviyesine varmak isteyenlere karşıyım.

Efendim zaman zaman maddi darlığa düşer, bizden borç alır, bir süre sonra da iade ederdi; biz de kabul ederdik. Hem Efendiyi canından çok seveceksin, hem de ona borç mu vereceksin? Kocan, çocuğun, annen, baban için yaptıklarını borç olarak mı yapıyorsun da Efendiye borç veriyorsun? Efendiye borç verilmez; Efendiye feda edilir. Neyse ki sonradan bunu fark ettim ama, uzun süre bunu idrak edemedim.

Bu konuyla ilgili Eflâki'den bir menkıbe nakletmek istiyorum:

"Çelebi Hüsamettin (Mevlâna'nın halifesi), Şems-i Tebrizi'nin hayatta olduğu yıllarda Şems-i Tebrizi'ye tevazu ve saygı gösterirdi. Bir gün Şems, 'Ey, Hüsamettin bu böyle olmaz. Din parayla olur sözü gereğince bir şey ver ve kulluk et ki bize yol bulasın' dedi. Hüsamettin hemen kalkıp eve gitti. Evin eşyasından ne varsa para pul, kap kacak, kadınların ziynet eşyasına varıncaya kadar hepsini getirdi. Filiras Köyü'nde de Cennet bağına benzer bir bağı vardı. Hemen onu satıp parasını Şems'in pabuçları içine döktü. Şems ona, 'Evet, Hüsamettin, ben Tanrı'nın inayetinden ve erlerinin himmetinden böyle ümit ederim ki bugünden sonra, en olgun velilerin gıpta ettiği bir kimse olacaksın. Her ne kadar Tanrı erleri hiçbir şeye muhtaç değiller, hiçbir şeyden fakirlik çekmez ve her iki dünyadan ellerini çekmişlerse de ilk adımda sevilen, sevenin sevgisini, dünyayı ve ikinci adımda da Tanrı'dan gayrı herşeyi terk etmesiyle imtihan eder. Çok isteyen mürit hiçbir şekilde muradına yol bulamaz. Ancak hizmet ve bol bol vermekle yol bulabilir' dedi" (Ariflerin Menkıbeleri II, s.85)

Bu arada gerçek bir aşk örneği vermek istiyorum. Niyazi Efendimin yegâne icazet verdiği emekli albay MEHMET İLHAMİ DOĞMUŞ HAZRETLERİ, Efendisi hastalanıp hastaneye yattığı zaman, sırf onun yanında olmak ve sırf ona bakabilmek, onunla beraber olabilmek için şeker hastalığını gerekçe gösterip hastanede onunla aynı odayı paylaşmıştı.

Daha sonra kendisi ağır şeker ve tansiyon hastası olmasına rağmen Efendisinin inşaatında bir işçi gibi çalışmıştı. Bir gün bu konuda "Efendim beni canımla bile denedi. Bir tehlike anında onu kurtarayım derken neredeyse inşaattan düşüp ölecektim" demişti.

Niyazi Efendimin vefatından sonra daha önce bahsettiğim gibi, yalnız kendisine icazet verdiği için İlhami Doğmuş Hazretlerine bağlandım, vefatına kadar kendisine beş yıl hizmet ettim.

Benimle beraber on küsur kişi İlhami Doğmuş Hazretlerine, geri kalan on küsur kişi de bir başka Melâmi mürşidi olan Hasan Özlem Efendiye bağlandılar. Sonradan İlhami Doğmuş Hazretlerinden ayrılan bir kısım ihvan da Hasan Efendiye bağlandı.

Burada dikkat çekmek istediğim iki nokta var.

Birinci nokta Hasan Efendiye bağlanan kişilerin kendi Efendileri Aşık Niyazi Hazretlerinin seçmiş ve icazetle görevlendirmiş olduğu bir Efendiyi kabullenmemek suretiyle gerçekte Aşık Niyazi Hazretlerinin seçimini kabul etmemiş olmalarıdır. İlhami Doğmuş Hazretlerini reddetmenin Aşık Niyazi Hazretlerini reddetmek olduğunu farketmemişlerdir. Eğer yeterli olmasaydı Aşık Niyazi Hazretleri İlhami Doğmuş Hazretlerine icazet vermezdi. Burada kişisel değerlendirmeler, kıskançlıklar ve yargılamalar söz konusu olmuş, Aşık Niyazi Hazretlerinin lâyık gördüğü kişi, bazıları tarafından lâyık görülmemiştir. Bu büyük bir hatadır; mürşidin gönlünü kırmak ona teslim olamamaktır. Aşık Niyazi Hazretlerinin mübarek ruhları mutlaka incitilmiştir. Bu açık seçik böyledir.

İkinci nokta ise daha sonra İlhami Doğmuş Hazretlerinden ayrılan, onu inkâr eden kişileri Hasan Efendinin kabul etmiş olmasıdır. Efendisi hayattayken onu inkâr etmiş bir ihvanı bir başka Melâmi mürşidi kabul ederse

· Mürşide kayıtsız şartsız teslim olmak lâzım

· Mürşidi her şeyden çok sevmek lâzım

· Mürşit her zaman haklıdır

kurallarını çiğnemiş olan birisi hoş görülmüş ve kabullenilmiş olur ki bu da Tevhitte büyük hatadır.

"Demek ki bu adam mürşide teslim olmayı bilmiyor. Ona olamazsa bana da olamaz" diyerek Efendisini inkâr etmiş bir suçluya kucak açmayıp o kişileri geri çevirmesi gerekirdi. Hasan Efendi, Efendiyi terk eden bu kişileri kabullenmekle kitabında yazdıklarına ters düşmüştür.

Bakın Hasan Efendi "Arifler Gülbahçesi" adlı kitabında teslimiyeti nasıl ifade ediyor:

"Hem teslimiyetin yok, hem de 'Kâmilim bana himmet etmedi, ben bu yoldan hiçbir lezzet almadım' dersen o zaman kabahat kâmilin değil senindir. Bir salik Efendisinin sevgisini canına koyarsa bilsin ki o sevgi her beliyyeyi (belâyı) onun üstünden savacaktır. Senin o sevgin başına belâ getirmeyecek bilâkis o belâyı defedecektir ama, bazı imtihan halleri de olabilir. Bu imtihan senin kemâle gelmen içindir. Buna tahammül etmen gerekir." (s.165-166)

Hasan Efendi kitabının bu satırlarını Efendi terketmişlere okuyup anlatsaydı, belki de onları doğru yola iletmiş olur ve Efendilerini yargılayan bu ihanet ehlini derğâhına kabul etmemekle Hz.Ali'nin "İhanet ehline vefalı olmak, Allah katında ihanettir. İhanet ehline gadretmek ise Allah katında vefadır" (Hz.Ali, Nehcü'l Belâğa, s.435) sözüne muhatap olmalarını önlemiş olurdu.

Bir gün Efendim İlhami Doğmuş Hazretlerine banka arkadaşlarımın beni ne çok sevdiğini söyleyerek Efendiden başka bir sevgiyi, Efendiye anlatmak gafletinde bulunmuştum, o da bana gülerek bakmıştı. O anda anlayamadım ama, sonra büyük bir hata ettiğimi anladım. Onun gönlünde bir kırılma olduğundan bankada başıma gelmedik kalmadı, böylece cezamı çektim.

O zamanlar sohbetleri İstanbul'da ben yapıyordum. O sırada beğendiğim ve istediğim bir kişiyle evlenme meselesi çıktı ama, benim başka bir şehre gitmem söz konusuydu. Efendim bana "Hayır, gitme sen bana Istanbul'da lâzımsın demedi." Yine Şeriata uygun davranışlarla "Evlenmeyen Tevhidi anlayamaz, Cennete gidemez" gibi sözler söyledi ama, artık benim gözüm açılmıştı. Onun gönlünün benim evlenmeyi feda etmemi istediğini anladım, evlenmekten vazgeçip gitmedim.

İlhami Efendimin beni denemiş olduğu bir olay da şöyle gelişmişti:

O zaman evlenme çağında olduğumdan ihvandan birilerinin tavsiye ettiği bir kişiyle İlhami Efendimin evinde karşılaştık. Bilahare damat adayının şizofren olduğu meydana çıktı. Efendim bana "Evlenmeni istiyorum. Cenab-ı Hak lûtfeder adam iyileşir" deyince önce çok şaşırdım nasıl olur diye düşünürken bu olayın benim Efendime gerçekten teslim olup olmadığımın ve kendimi onun arzusuna feda edip etmediğimin anlaşılması için olduğunu anladım ve kabul ettim. Aslında çok korkuyordum ama, can ve başın Efendiye feda edilebildiği ispat edilmeliydi, dolayısıyla evlenmeyi göze aldım ve gene İlhami Efendimin evinde bir çok ihvanın önünde o kişiye "Ne zaman nişanlanırız?" diye sorduğumda adam önce cevap vermedi, sonra da evlenmekten vazgeçtiğini söyledi. O anda aklıma Hz.İbrahim'in oğlu İsmail'i kurban edecekken Allah'ın bir koç göndererek onları kurtarışı geldi. Damat adayının vazgeçişi, sanki böyle bir olaydı benim için. Eğer Efendim beni göz göre göre mahvediyor diye düşünseydim, bu feda şansımı kaybedecektim, çok şükür ki Efendimin himmetiyle onun arzusunda yok olabildim.

Ancak böyle olaylar ve sınamalar, bizim gerçek aşık mı, yoksa yalancı aşık mı olduğumuzu belirler. İnkâr edenler hep nefislerine zor geldiği ve bu gibi talepleri efendiye yakıştıramadıklarından inkâr ederler.

Sonuç olarak anlatmak istediğim, Hakikati yarım yamalak anlayacak olanlar yüzünden gerçekten anlayabileceklerin şansları azaltılmamalı ve geciktirilmemeli diye düşünüyorum.

Hakikatin tüm kurallarını ve zorluklarını ilk baştan talip olanlara anlatmak gerek, razı olursa ne alâ. Hakikati buna göre yaşayacak olanlara anlatmalı, yoksa Allah için keyfini bozamayanlara değil. Sonuca sohbet dinleyerek değil, hizmet ve teslimiyetle gidileceğini baştan söylemek gerek, insan-ı kâmilin Tevhidi, Hakikati yaşatan yegâne faktör olduğunu, yalnız ilim ve bilgi mercii olmadığını anlatmak gerek.

Ben ne kazandıysam hizmet ve fedadan kazandım, ilimden değil. Aşk ilmini yaşadım. Diğer tüm ilimler, kitaplar ve sohbetlerle aşk ilmiyse yaşanarak öğrenilir. Daha doğrusu aşk ilmi mürşidin gönlünden okunur. Mürşidin gönlünün nasıl bir mekanizması olduğunu keşfetmek ve davranışları buna göre ayarlamak gerekir. Bu iş iyi niyet veya kötü niyet meselesi değil, gereği gibi kavrayıp ona göre davranmak meselesidir. Kale önünde gol atmak için bilinçsiz, fakat iyi niyetli davranışlar nasıl gol atmayı sağlayamazsa, mürşidin gönlüne göre yanlış, kişinin kendine göre doğru davranışlarda bulunması da bir netice vermez. Tek kural vardır: YOKLUK. Evet, yokluk aşkı formüle eden tek kelimedir. Biliniz ki Efendiye feda edemeyeceğiniz ne varsa sizin putunuz onlardır, onlara tapmaktasınız. İster para, ister eş, ister çocuk, ister mevki, ister rahat ve keyif, ister prestij, ister merhamet, ister doğruluk ve dürüstlük, ister çevreniz vb., yani aklınıza ne gelirse.

Bu son sözlerimle çok tepkiler alacağımı biliyorum. Olsun. Gerçek aşıklara hizmet ediyorum, herkese değil.

Bu kitabı önce sevgili Efendim ANKARALI AŞIK NİYAZİ DEMİRÖRS'e ithaf ediyorum, sonra da şartlar ne olursa olsun Efendisine teslimiyetini kaybetmeyen ve ona her şeyini feda edebilen gerçek Hakikat yolcularına hediye ediyorum. Geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki tüm Hakikat yolcularını canları ve başlarıyla aşkı yaşayan ve yaşatanları selâmlıyorum. Bizler ve sizler eşitiz, biriz, aynı aşkın mahkûmlarıyız. Ne mutlu bize.

Sevgili Efendim, kalemimi Size teslim ettim. Bunlar ortaya çıktı. Ben masumum. Sizin gönlünüzü açıklamasaydım bir eksiklik kalacaktı. Rahat edemeyecektim. Ben Sizin gibi sabırlı olamadım, gönlünüzü anlayamadığım her an için affınıza sığınıyorum.

Size lâyık olabilmek için yüce himmetlerinize sığınıyor, Sizi anlatan bu kitabı kabul buyurmanızı dileyerek kâmil ellerinizden hasretle öpüyorum.


A.NURAY OKTAY

18.11.1994

İstanbul


AŞK


Efendim Size bugün

Bir kitap sunuyorum

Bu kitapla adeta

Göklere uçuyorum.


Bizim mezhebimiz AŞK,

Yolumuz AŞK yoludur

AŞK uğruna sınırsız

Cefalar çekeriz biz.

 

Sen öğrettin bize AŞKı

Sen yaşattın bize AŞKı

Sensin AŞKın madeni

Sensin AŞKı yaratan.

 

Celâlinden Cemâle ancak bizler varırız

Zahmetlerle safaya ancak biz tırmanırız.

Ali'nin kılıcıyla perdeleri yırtarız

Perdesine yapışıp kalanlara şaşarız.


Geldin bizi de aldın

AŞK alanına kattın.

AŞKı miras bıraktın

8 Aralıkta nereye kaçtın?


Cevabın şaşırtıcı:

"Kaçmadım kovaladım.

Attığım tohumları

Senelerce suladım"


"Şimdi karşımda sen ve

Senin yanındakiler

İşte benim AŞKımın

Meyvaları geldiler."


"Değil gözüm arkada

Gönlüne gizlendim ben

Yeni yeni tohumlar

Bekliyorum yeniden."


"Kitabımız konusunda

Sana neler söylesem

Hakkıdır Hakk'a tapan

AŞIKın böyle işler."


On sekiz bin âlemin

Sahibisin EFENDİM

Bunu nasıl saklarım

Nuray mıydı söyleyen?



A. Nuray Oktay

Kulunuz

8.12.1994