ALLAH AŞK ve MUHAMMED'in GERÇEK YÜZÜ

Bu kitabı okursanız; Mevlâna, Yunus ve diğer evliyalar, tekâmül olgusu, yalancı ve gerçek mürşitlerin nasıl ayırt edileceği, mürşitlerin doğa üstü olaylar yaratmaları ve iyi ahlâklı olmaları kıstasları ile değil, icazet adı verilen irşat yetkisine sahip olmaları ile belirlenmeleri gerekliliği, mürşitlerin Peygamber sülalesine kan bağıyla bağlı olmaları gerekmediği, uzaydan mesaj alanların gerçek yüzü, şeriat kurallarının Hakikate göre açıklanması, yepyeni bir perspektifle sunulacaktır.

Kitaptan Bölümler

İnsan-ı kâmil nasıl bir kişi olabilir?

Genellikle vereceğiniz cevaplar şöyle olacaktır:

  • 1. İyi ahlâklı olmalıdır;
  • 2. Aşırı görünen hiçbir hali olmamalıdır;
  • 3. Çok fedakâr olmalıdır;
  • 4. Kimseye kötülüğü bulunmamalıdır;
  • 5. Affedici olmalıdır;
  • 6. Hiçbir maddi menfaat gözetmemelidir;
  • 7. Son derece sabırlı, şefkatli, kibirsiz ve alçak gönüllü olmalıdır gibi şeriat ilminin veya bizi yönlendiren duygularımızın iyi bir insana yakıştırılabilecek özelliklerinin azamisinin bu kişide bulunması gerektiği cevabını verdiğinizi göreceksiniz.

Bütün handikap da bizim bu cevabımızda yatmaktadır, çünkü İlm-i Ledün bir kimseyi iyi ve güzel huylu veya pastel görünüşlü, naturel davranışlı yapmak için, değildir.

O halde, biz bu insan-ı kâmili ararken eğer bir gün karşımıza böyle olduğunu iddia eden biri çıkarsa, o kişide arayacağımız yegâne özellik, bu ilmi daha önce bir mürşid-i kâmilden tahsil etmiş ve en önemlisi bu ilmi başkalarına öğretmeye yetkili olması, yani bu yetkinin Hz.Muhammed’den kendisine kadar silsile yoluyla gelmiş olduğunu gösterir bir icazetnamenin (İlm-i Ledünü o kişinin tahsil ettiğini ve başkalarına da bu eğitimi vermeye yetkili olduğunu belirtir belge) o kişinin elinde bulunmasıdır.

Eğer söz konusu icazetname o kişinin elinde varsa artık o kişinin hangi sıfatta bulunduğu, saç rengi, kılığı kıyafeti, huyları, özel zevkleri veya özel hayatı bizim incelememizin dışında kalmalıdır. Dış görünüş, iyi ahlâk kuralları, kadın veya erkek oluşu gibi faktörleri hesaba katmadan, onun söylediği sözler ve sorularımızı aydınlatış biçimi bizi rahatlatıyorsa, o zaman aradığımız kişiyi bulmuşuz demektir.

Bundan sonrasında artık bir mürşidin veya insan-ı kâmilin şöyle olması lâzım, böyle olması lâzım gibi kavramlarımızı unutmamız gerekiyor, çünkü başta da belirttiğimiz gibi karşımızdaki kişinin bizim varmak istediğimiz noktaya, yani Allah’a kavuşmuş bir kişi olduğuna inanmıştık. Olmak istediğimiz durumun, yani karşımızda inandığımızı söylediğimiz insan-ı kâmilin durumunun ne olduğu bizim meçhulümüzdür. Bilmediğimiz bir durumun kurallarını koymak, nasıl olması veya olmaması gerekenini söylemek, sizin de kabul edeceğiniz gibi son derece abestir. Eğer böyle olsaydı o zaman bütün insan-ı kâmillerin aynı vasıflara haiz olması gerekirdi.

Şimdi sizin kafanızı dağıtmamak için, ismini bildiğiniz bazı evliyalardan bazı örnekler vereceğiz. O zaman göreceksiniz ki bu kişileri görmek istediğiniz gibi görmektesiniz; ölüp gittikleri için, hayalinizde canlandırdığınız vasıflarıyla değerlendirmektesiniz. Eğer bugün onlar yaşıyor olsalardı ve size anlatacağımız olaylara tanık olsaydınız, onları kesinlikle reddederdiniz .

Bunları anlatmamdaki maksat, bu evliyaullahı asla gözünüzden düşürmek değil, aksine bugüne kadar onlara şartlanmış bakış açınızı değiştirmek ve onların kendi ölçülerinizle izah edemeyeceğiniz davranış ve sözlerinin olduğunu göstermektir.

Sonunda göreceksiniz ki Allah’ın “sevgili”si olduğundan hiç şüphe etmediğiniz bu kişiler, hiç de sizin zannettiğiniz gibi son derece mütevazı, yumuşak başlı, ağzından kötü söz çıkmayan ve herkesi eşit gören, devamlı kendisini alçaltan, azamet ve kibir göstermeyen kişiler değillerdir.

Vurgulamak istediğimiz bu noktaya aşağıda vereceğimiz tarihsel örnekler açıklık getirecektir.


1.ÖRNEK
Bir gün Mevlâna, yanında müridleri olduğu halde, yürürlerken onun geçtiğini gören ve ona inanmayan bir kişi şu sözleri söyler:

“Bakın Mevlâna’nın ne acayip sureti var, ben bunun ne yüzünde, ne de tarikatında bir nuraniyet görmüyorum, hem de bunun ne adam olduğu belli değil.”

Bunu kerametiyle keşfeden Mevlâna, gayet şiddetli ve oldukça gazaplı bir vaziyette haykırarak “Ya hıyz!” der. “Hıyz”, ‘ibne’ veya ‘puşt’ demektir. (Süleyman Demir: “Hz. Mevlâna’nın Hayatı ve Menkıbeleri”, İstanbul, 1990, s.223-224)

1.ÖRNEK

Bir gün Mevlâna, yanında müridleri olduğu halde, yürürlerken onun geçtiğini gören ve ona inanmayan bir kişi şu sözleri söyler:

“Bakın Mevlâna’nın ne acayip sureti var, ben bunun ne yüzünde, ne de tarikatında bir nuraniyet görmüyorum, hem de bunun ne adam olduğu belli değil.”

Bunu kerametiyle keşfeden Mevlâna, gayet şiddetli ve oldukça gazaplı bir vaziyette haykırarak “Ya hıyz!” der. “Hıyz”, ‘ibne’ veya ‘puşt’ demektir. (Süleyman Demir: “Hz. Mevlâna’nın Hayatı ve Menkıbeleri”, İstanbul, 1990, s.223-224)

2.ÖRNEK

Mevlâna, Sultan Rüknettin’in bir sema meclisine davetli olarak gitmiş. Aynı mecliste Buzağu denen şeyh, Sultan Rüknettin’e “Evlât” diye hitap etmiş. Bunu duyan Mevlâna, “O kendisine bir baba bulduysa, biz de kendimize başka bir evlât buluruz.” demiş ve meclisi terk etmiş. (Abdûlbâki Gölpınarlı: “Mevlâna Celâleddin Mektuplar”, İstanbul, 1962, s.247)

4.ÖRNEK

Mevlâna’nın babası büyük bilgin Baha Veled, Konya’ya gelir. Bütün halk onu karşılamak için, kafile kafile yollara dökülürler. Bu arada devrin sultanı Alaaddin, atından inip koşarak Baha Veled’in elini öpmek ister, fakat el yerine Baha Veled koskoca padişaha asasını öptürtür. (Mehmet Önder: “Gönüller Sultanı Hz. Mevlâna”, s.11)

10.ÖRNEK

Çelebi Hüsamettin (Mevlânanın halifesi), Şems-i Tebrizi’nin hayatta olduğu yıllarda Şems-i Tebrizi’ye tevazu ve saygı gösterirdi. Bir gün Şems, “Ey, Hüsamettin bu böyle olmaz. Din parayla olur sözü gereğince bir şey ver ve kulluk et ki bize yol bulasın.” dedi. Hüsamettin hemen kalkıp eve gitti. Evin eşyasından ne varsa para pul, kap kacak, kadınların ziynet eşyasına varıncaya kadar hepsini getirdi. Filiras köyünde de cennet bağına benzer bir bağı vardı hemen onu satıp parasını Şems’in pabuçları içine döktü. Şems ona “Evet, Hüsamettin, ben Tanrı’nın inayetinden ve erlerinin himmetinden öyle ümit ederim ki bugünden sonra, en olgun velilerin gıpta ettiği bir makama erişeceksin ve temiz kardeşlerin kıskanıp sevdiği bir kimse olacaksın. Her ne kadar tanrı erleri hiçbir şeye muhtaç değiller, hiçbir şeyden fakirlik çekmez ve her iki dünyadan ellerini çekmişlerse de ilk adımda sevilen, sevenin sevgisini, dünyayı ve ikinci adımda da Tanrı’dan gayrı herşeyi terk etmesiyle imtihan eder. Çok isteyen mürid hiçbir şekilde muradına yol bulamaz. Ancak hizmet ve bol bol vermekle yol bulabilir.” dedi. (Ahmet Eflâki:”Ariflerin Menkıbeleri II”, İstanbul, Kasım-Aralık 19733, s. 85)

11.ÖRNEK

Şems kendisine bağlanmak isteyen Şeyh Evheddin-i Kirmani’ye “Sen benim arkadaşlığıma tahammül edemezsin.” deyince Evheddin ısrarda bulundu. Bunun üzerine Şems, “Bağdat pazarının tam ortasında herkesin gözünün önünde hurma şarabı içmek şartıyla.” buyurdu. Evheddin “Bunu yapamam.” dedi . “Benim için, hususi bir hurma şarabı bulup getirir misin? dedi. “Hayır bunu da yapamam.” dedi. “Ben içerken benimle arkadaşlık edebilir misin?” dedi. Evheddin “Edemem.” dedi. Bunun üzerine Şems ona “Erlerin huzurundan ırak ol!” diye bağırdı. “Sen bunu yapacak adam değilsin, çünkü sende bunu yapacak kudret yoktur. Bütün müridlerin ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk, erlerin ve bilenlerin işidir.” dedi. (Ahmet Eflâki: “Ariflerin Menkıbeleri II”, İstanbul, Kasım-Aralık 19733, s.78)

12.ÖRNEK
Bir gün Arif Çelebi’nin ziyaretine bir kadın geldi. Hayli nimet, hediye ve elbiseler getirmişti. Uzun bir sohbetten sonra, “Kıyamet günü bizim akıbetimiz bu dünyada ne olacak? diye sordu. Arif Çelebi “Yüce Tanrı bir inayet buyurur. Sen cennet-i berine gidersin.” Kadın “Başka ne olacak?” dedi. “ ‘Tanrının velileri için, bir şarap vardır’ sözünde geçen temiz şaraptan sonsuz seneler sarhoş olacaklar.” Kadın yine “Başka ne olacak?” diye sordu. “Cennette bulunan son nimet, kudretten yaratılmış minare boyunca tenasül aletleri olacak ve bunlarla dul ve işve ile dolu olan fakir kadınlar tatmin edilecekler.” Bunun üzerine kadın baş koydu ve giydiği ne varsa hizmetlilere bağışlayıp gitti. (Ahmet Eflâki: “Ariflerin Menkıbeleri II”, İstanbul, Kasım-Aralık 19733, s. 318)

...

18.ÖRNEK
Vah sana! Bana bağlılığını iddia ediyorsun, fakat malını benden gizliyorsun. Bu durumda sen o iddianda yalancısın. Mürşidinin yanında müridin ne elbisesi olur, ne sarığı olur, ne altını olur, ne de malı mülkü olur. Mürid kendi tabağında mürşidinin emrettiğini yer. Mürşidinin önünde mürid kendinden geçmiştir. Sadece onun emrini bekler, yasağını bekler. Zira bilir ki, mürşidinin kendisine verdiği veya söyledikleri Allah’tandır. (Yaman Arıkan: “Abdülkadir Geylânî’nin Sohbetleri”, İstanbul, 1987, s. 471)

18.ÖRNEK

Vah sana! Bana bağlılığını iddia ediyorsun, fakat malını benden gizliyorsun. Bu durumda sen o iddianda yalancısın. Mürşidinin yanında müridin ne elbisesi olur, ne sarığı olur, ne altını olur, ne de malı mülkü olur. Mürid kendi tabağında mürşidinin emrettiğini yer. Mürşidinin önünde mürid kendinden geçmiştir. Sadece onun emrini bekler, yasağını bekler. Zira bilir ki, mürşidinin kendisine verdiği veya söyledikleri Allah’tandır. (Yaman Arıkan: “Abdülkadir Geylânî’nin Sohbetleri”, İstanbul, 1987, s. 471)