İnsan-ı kâmil nasıl bir kişi olabilir?
Genellikle vereceğiniz cevaplar şöyle olacaktır:
- 1. İyi ahlâklı olmalıdır;
- 2. Aşırı görünen hiçbir hali olmamalıdır;
- 3. Çok fedakâr olmalıdır;
- 4. Kimseye kötülüğü bulunmamalıdır;
- 5. Affedici olmalıdır;
- 6. Hiçbir maddi menfaat gözetmemelidir;
- 7. Son derece sabırlı, şefkatli, kibirsiz ve alçak gönüllü olmalıdır gibi şeriat ilminin veya bizi yönlendiren duygularımızın iyi bir insana yakıştırılabilecek özelliklerinin azamisinin bu kişide bulunması gerektiği cevabını verdiğinizi göreceksiniz.
Bütün handikap da bizim bu cevabımızda yatmaktadır, çünkü İlm-i Ledün bir kimseyi iyi ve güzel huylu veya pastel görünüşlü, naturel davranışlı yapmak için, değildir.
O halde, biz bu insan-ı kâmili ararken eğer bir gün karşımıza böyle olduğunu iddia eden biri çıkarsa, o kişide arayacağımız yegâne özellik, bu ilmi daha önce bir mürşid-i kâmilden tahsil etmiş ve en önemlisi bu ilmi başkalarına öğretmeye yetkili olması, yani bu yetkinin Hz.Muhammed’den kendisine kadar silsile yoluyla gelmiş olduğunu gösterir bir icazetnamenin (İlm-i Ledünü o kişinin tahsil ettiğini ve başkalarına da bu eğitimi vermeye yetkili olduğunu belirtir belge) o kişinin elinde bulunmasıdır.
Eğer söz konusu icazetname o kişinin elinde varsa artık o kişinin hangi sıfatta bulunduğu, saç rengi, kılığı kıyafeti, huyları, özel zevkleri veya özel hayatı bizim incelememizin dışında kalmalıdır. Dış görünüş, iyi ahlâk kuralları, kadın veya erkek oluşu gibi faktörleri hesaba katmadan, onun söylediği sözler ve sorularımızı aydınlatış biçimi bizi rahatlatıyorsa, o zaman aradığımız kişiyi bulmuşuz demektir.
Bundan sonrasında artık bir mürşidin veya insan-ı kâmilin şöyle olması lâzım, böyle olması lâzım gibi kavramlarımızı unutmamız gerekiyor, çünkü başta da belirttiğimiz gibi karşımızdaki kişinin bizim varmak istediğimiz noktaya, yani Allah’a kavuşmuş bir kişi olduğuna inanmıştık. Olmak istediğimiz durumun, yani karşımızda inandığımızı söylediğimiz insan-ı kâmilin durumunun ne olduğu bizim meçhulümüzdür. Bilmediğimiz bir durumun kurallarını koymak, nasıl olması veya olmaması gerekenini söylemek, sizin de kabul edeceğiniz gibi son derece abestir. Eğer böyle olsaydı o zaman bütün insan-ı kâmillerin aynı vasıflara haiz olması gerekirdi.
Şimdi sizin kafanızı dağıtmamak için, ismini bildiğiniz bazı evliyalardan bazı örnekler vereceğiz. O zaman göreceksiniz ki bu kişileri görmek istediğiniz gibi görmektesiniz; ölüp gittikleri için, hayalinizde canlandırdığınız vasıflarıyla değerlendirmektesiniz. Eğer bugün
onlar yaşıyor olsalardı ve size anlatacağımız olaylara tanık olsaydınız, onları kesinlikle reddederdiniz .
Bunları anlatmamdaki maksat, bu evliyaullahı asla gözünüzden düşürmek değil, aksine bugüne kadar onlara şartlanmış bakış açınızı değiştirmek ve onların kendi ölçülerinizle izah edemeyeceğiniz davranış ve sözlerinin olduğunu göstermektir.
Sonunda göreceksiniz ki Allah’ın “sevgili”si olduğundan hiç şüphe etmediğiniz bu kişiler, hiç de sizin zannettiğiniz gibi son derece mütevazı, yumuşak başlı, ağzından kötü söz çıkmayan ve herkesi eşit gören, devamlı kendisini alçaltan, azamet ve kibir göstermeyen kişiler değillerdir.
Vurgulamak istediğimiz bu noktaya aşağıda vereceğimiz tarihsel örnekler açıklık getirecektir.
1.ÖRNEK
Bir gün Mevlâna, yanında müridleri olduğu halde, yürürlerken onun geçtiğini gören ve ona inanmayan bir kişi şu sözleri söyler:
“Bakın Mevlâna’nın ne acayip sureti var, ben bunun ne yüzünde, ne de tarikatında bir nuraniyet görmüyorum, hem de bunun ne adam olduğu belli değil.”
Bunu kerametiyle keşfeden Mevlâna, gayet şiddetli ve oldukça gazaplı bir vaziyette haykırarak “Ya hıyz!” der. “Hıyz”, ‘ibne’ veya ‘puşt’ demektir. (Süleyman Demir: “Hz. Mevlâna’nın Hayatı ve Menkıbeleri”, İstanbul, 1990, s.223-224)